15 Ocak 2012 Pazar

ARALIK 1 - 15 2011 GÜNLÜK YAZILAR ARŞİVİ

15.12.2011

İnsanlar ‘kendileri gibi’yi arıyorlar aşklarda, sevgilerde, dostluklarda.
Aşık oldukları, sevdikleri insanlarda ‘kendileri gibi’ olsun istiyorlar.
Aksini iddia etseler de her an.
Bir aşk nasıl bitirilir, bir sevgi nasıl eritiliri,
Bir kez anlatırım, bir daha da anlatmam.
Aklı yatan iyi beller, doğrudur der, dürüstçe bakıp ‘kendine’,
Aklı yatmayanlardan da bana ne…
Kadını, erkeği, her yaşta, inatla,
Kendileri ne severse, nasıl yaşarsa, nasıl bakıyorsa hayata, nasıl algılıyorsa, nasıl tepkiler gösteriyorsa, aynısı olsun istiyorlar,
Aşık oldukları, sevdikleri.
Sürprizsiz.
Şaşırmadan.
Kontrol edebilecekleri.
Sınırlarını çizebilecekleri.
Bir elmanın bir yarısı kendileri olsun,
Diğer yarısı da aşkları, sevgileri, dostları olsun istiyorlar.
Bildiklerini.
Alıştıklarını.
Hayal ettiklerini.
Ki,
Kimse ‘kimse gibi’ değil.
Kimse ‘kendin gibi’ değil.
Herkes tek tek ‘kendi gibi’.
Aşık oldukları gün,
Sevdikleri gün,
Aşık oldukları,
Sevdikleri,
‘Kendi gibi’,
‘Senin gibi’ değil.
O ‘kendi gibi’ geliyor o aşka, sevgiye.
Sende ‘sen gibi’ kucaklıyorsun aşkınla, sevginle.
O ‘kendi gibi’ olduğu için,
O fark onu ‘kendi gibi’ yaptığı için,
Aşık olup, seviyorsun zaten.
Farkı görüyorsun diğer insanlara göre.
O farka da aşık oluyor, o farkı da seviyorsun önce,
Sonra,
Alıyorsun eline keskiyi, törpüyü,
Alıyorsun eline çekici, çiviyi, zamkı,
‘Kendin gibi’ olsun diye,
Başlıyorsun,
Kesmeye, biçmeye, törpülemeye,
Eklemeye.
Farkı yok etmeye çalışıyorsun.
O gün aşık olduğunu, aşkını,
O gün sevdiğini, sevgilini,
‘Kendin gibi’ yapmaya çalışıyorsun.
Hayal ettiğin gibi.
Arzu ettiğin gibi.
Yaşamak istediğin gibi.
Kendine layık gördüğün gibi.
İki sonuç çıkıyor bu çabaların sonucundan.
Ya aşık olduğun sevdiğin, sana olan aşkından, sevgisinden,
İzin veriyor kesmelere, biçmelere, eklemelere,
Bırakıyor kendini
Sana.
‘Sen gibi’ olmaya.
Ya da, ne kestiriyor, ne biçtiriyor, ne de izin veriyor eklemelere.
Kendini sana bırakana,
Bir gün geliyor eskisi gibi aşıkta kalamıyorsun,
Eskisi gibi sevemiyorsun da.
Bir tane daha ‘kendin gibi’ yitiriyor heyecanını aşkta da, sevgide de.
Bitiyor aşkın,
Sevginde bitmese bile, boyut değiştiriyor ve de boşluk açıyor gönlünde.
Ya o boşlukla yaşamayı tercih ediyorsun geriye kalan hayatında, ya da,
Muhtemelen terk edip gidiyorsun da bir gün.
‘Kendi gibi’ olan birine aşık olup, sevip, yeniden.
Veya ‘kendinle’, ‘kendin gibi’ yaşamayı tercih ediyorsun, çabalamadan.
Kestirmeyen, biçtirmeyen, eklemeler yaptırmayanlarla da,
Gücünün yettiği yere kadar mücadele ediyorsun,
Kesmek, biçmek, eklemeler yapmak adına.
Ya gücün tükeniyor bir gün,
Yığılıp kalıyorsun bir köşeye,
Ya da ‘olmuyor’ diyor,’ denedim’ diyor bırakıyorsun peşini.
‘Kendi gibi’de,
‘Kendi gibi’ girdiği yaşantından,
‘Kendi gibi’de çıkıp gidiyor bir gün.
Neyi denersen dene,
Sonuçta,
‘Kendi gibi’ olana aşık olup, seviyorsun,
Sonra,
‘Kendi gibi’ kalsa da bitiriyorsun, eritiyorsun aşkını, sevgini,
‘Kendin gibi’ hale dönüşse de.
Sende,
Kalıyorsun
‘Kendinle’.
Aldığımız, alabildiğimizle,
Verdiği, verebildiği ile,
Verdiğimiz, verebildiğimizle,
Aldığı, alabildiğinle,
Yetinmeyi bilmedikçe,
Yetindiğin, yetindiği içinde mutlu olmayı, kalmayı beceremedikçe,
Daha,
Ne aşklar tüketiriz,
Ne sevgiler kim bilir,
Pes edene kadar,
Ölene kadar.
Aşık olmaya aşıklarla,
Sevmeyi sevenlerle dolu dünya.
Bilgiçliklerini aşklarına, sevgilerine taşıyanlarla dolu dünya.
İnsana değil, duygularına aşıklarla dolu dünya.
İnsandan korkan, duygularına, ‘kendine’ sığınanlarla dolu dünya.
‘Kendisi gibi’ olanlarla kavga ederek, ‘kendini yaşamak’ isteyenlerle dolu dünya.
‘Kendi gibi’ olanla ömür boyu aşkını yaşamak istiyorsan,
‘Kendi gibi’ olanı ömür boyu sevmek istiyorsan,
‘Kendi gibi’ olan ilk gün ki gibi sana aşık yaşasın, seni sevsin istiyorsan,
‘Kendin gibi’ yapmak için uğraşma onu.
Eline keser, törpü, çekiç, çivi alacağına,
Gönlüne,
Farkın keyfini yerleştir.
Sürprizlerle yaşa,
Şaşırarak yaşa,
Hayatı yaşa,
Hayatı yaşat,
Hayatın ‘sana’ getirdiklerinin ‘sen’ olduğu gerçeğini, ‘senin’ layığın olduğunu bilerek, kabullenerek yaşa.
Bunca sene sonra sıkıldıysan debelenmelerinden, geçmişinle ilgili hikayelerinden,
Mutluluğun tahtına kurul, yayıl, gevşe,
Kabul etti ki, kabul gör,
Önce.
‘Kendin gibi’yi tekrar tekrar bir daha, bir daha yaşamak, yaşatmak yerine,
Aşkı yaşa, aşkını yaşa,
Sevgiyi yaşa, sevdiğini yaşa.
‘Kendin gibi’.
Bırak aşkta, aşkında seni yaşasın,
Bırak sevgide, sevdiğinde seni yaşasın,
‘Kendi gibi’.
Tek formül budur.
Zor olanda.
‘Kendin’ için.
Aşkı, sevgiyi yaşatmak istiyorsan,
Tercih et.
Ya aşkı, sevgiyi,
‘kendisi gibi’ olanı,
Ya kendini.
Bu kadar basit.
Bir o kadar da zor.
Ama,
Böyle.
14.12.2011
Çeşit çeşit içki var.
Herkes ağız tadına göre, yaşamına göre, tarzına göre, sofrasına göre seçer içkisini.
Türlü çeşitli, tercih meselesi.
Bana tercih şansı bırakmadı rakı. İstemez miydim sanki hayatım boyu daldan dala konmayı, uçarı olmayı, o içki senin, bu içki benim. Hain rakı.
Tercih mi ederiz içkilerden birini? Yoksa içkilerden biri mi bizi tercih eder?
İçkileri tadacak yaşa geldiğim yaşlardan itibaren ne varsa, ne bulduysam, ne modaysa onu içmeye başladım önceleri.
Diskolarda dans ederken.
Barlarda eğlenirken.
Ev partilerinde cıvıtırken.
Kafelerde gülüp eğlenirken.
Restoranlarda yemek yerken.
Sokaklarda yalpalayıp, avaz avaz şarkılar söylerken.
Meyhanelerde sabahlarken.
Demeye kalmadı, var olan içkilerin tamamı bana darılmaya başladılar zaman içinde.
‘Yaa, gelin içeceğim diyorum’, ‘yok’ diyorlar.
Omuz silkip yürüyüp, geçip gidiyorlar yanımdan.
Bir türlü sokulmuyorlar avuçlarıma, parmaklarıma. Hele dudaklarıma hiç.
Büyüyorum o sıralar, yaşlarım genç irisi artık.
Bir gün fark ettim ki, sebebi kıskançlıkmış meğersem darılmaların.
Kıskanıyorlar alayı.
Rakıya sevdalanmam kıskandırmış onları.
‘Yapmayın etmeyin, sizleri de seviyorum, onu kötü kadın farz edin’ dedim bile, ama,
Nafile.
Nuh diyorlar, peygamber demiyorlar.
Haklılardı da.
Sevdalanarak başladığım ilişki, zamanla aşka dönüştü.
Gözüm başka birilerini görmez oldu.
Baktım fena tutuluyorum, sonum iyi değil, gençlik işte, belki yırtarım diye,
Aldatmaya başladım sevdalımı.
Ona çaktırmadan kaçamaklar yapıyorum diğerleriyle.
Bazen bütün gece aldatıyordum onu.
Sabah oluyor, gün ışıyor, içim daralıyor,
Özlüyorum, geri dönüyorum hemen o günün akşamı.
Aldattıkça azdı sevdam,
Azdıkça bağlandım.
Bütün içkilerin yataklarından geçtim sonuç itibariyle genç bir erkek olana kadar.
Neler neler.
Ama olmadı.
Rakının yatağı bir başka.
Beyaz bir örtü.
Bir iki sigara yanığı izi.
Bir iki de leke.
Bir evvelki sohbetlerden, aşklardan, gözyaşlarından, kahkahalardan hatıra.
Rakının yatağı biraz buruşuk olur, beyaz olur , içinde de anılardan demetler.
Ütülü, kolalı masa örtüsünde rakı içilmez.
Rakı içen insanında, ütülü masa örtüsü olmaz zaten.
Beyaz bir tabak.
Kalın seramikten.
Tabağın kenarında bir kırık, minik.
Eski bir babalanmadan mı hatıra? bilmem, ben öyle zannettim hep.
Alelade bir çatal.
Bir de kesmeye mecali kalmamış bıçak.
Bir kül tablası. Önemlidir. Kenarı oyuk, az derin, taşımasını bilecek cigarı. Ne söndürecek, ne de rüzgara kaptıracak ateşi.
Peynir.
Leblebi.
Helva.
Zeytin.
Lakerda.
Çiroz da olsun bari.
Barbun, hamside olur. Küçük olacak balık.
Her nevi, yeşillikleri kıyacaksın, rokası bol, ince ince.
Soğan. Kurusundan. İki parça, ortadan kesilmiş.
Kavun az olsun, sulandırmayalım mideyi.
Önden az biraz zeytinyağı, ama mutlaka.
İsteyen ekmekle, çok dalmadan hamur işine,
İsteyen iki yudum fincandan.
Sıvayacak mideyi.
Sarhoş olmaya değil, sohbet etmeye gelirsin rakının yatağına.
Kimi suyu boca eder, kimi sek.
Ben sek severim, çok az su, damla, tek buz.
Aslında ehli keyif olacak. Olacak da, kalmadı ikram eden çarşıda.
Tekmiş, dubleymiş bilmem.
Koyarım bardağa içerim.
Önce zeytinyağını göndereceksin mideye,
Sonrada garsonu biraz uzaklara masadan.
Kesmemeli, bölmemeli sohbeti.
Senden imdat çağrısı almadan, dönmemeli masaya zırt pırt.
E ee, ne oldu şey işi?
E ee, aşık oldum diyorsun yani?
E ee, üzülüyor musun hala?
E ee, gördün mü onu?
Tutturdun mu bir ucundan,
Başladın demektir.
Az ye.
Büyük at yudumları.
Seyrek ama.
Yayıl geceye.
Sohbete de.
Duygulara da.
Düşüncelere de.
Hadi bakalım, önce neyi kurtaracağız,
Aşkımı?
Vatanımı?
İşi gücümü?
Neyi istersen kurtarırsın rakının yatağında.
Neyi sevmek istersen, neye aşık olmak istersen, o da mümkün.
Hangi hayalleri istersen, taşı.
Kaldırır, sevinir rakı.
İster tek başına.
İster iki, ister üç, ister dört kişi.
Beş kişi zordur rakıda.
Rakının yatağında göz göze gelmek gerekir.
Konuşana bakacaksın.
Gözünün içine.
İnsan sever rakı.
İnsanı gözünden seversin önce, bakışından.
O yüzden beş fazla.
Ha, bir de kedi sever rakı.
Kedilerde rakıcıları sever.
Oturdu mu kalkmaz rakı içen.
Kedide.
Eh, kılçıklarda ödülü sabrın.
Sonra terk edeceğin, çıkıp gideceğin an gelir, çıkıp gitmek zorunda olduğun an yataktan.
Özlersin daha kalkmadan rakıyı.
Serçe parmak kalınlığında,
Atarsın son bir yudum, yolluğunu.
Son laf, son bakış.
Aklın kala kala tutarsın evin yolunu.
Bütün içkilerin geçtim yataklarından.
En çok rakı sevdi beni.
Bende kapıldım, tavlandım onun sevgisine, keyfine.
Akşamları, geceleri sevmek kolaydır,
Sen sabahına bak esas.
Akşamın karanlığı basarken başlayan aşkın,
Sabahın ışıkları sararken gökyüzünü özlemi taşımışsa gönlüne daha çıkamadan yataktan,
Aşkın da doğrudur,
Aşkı yaşadığın yatakta.
İnsan aşka yakışır,
Aşk da rakıya.
Rakıda insana.
13.12.2011
Deniz kıyısındayım, hava sıcak mı sıcak. Turkuaz bir deniz, palmiyeler yemyeşil, bembeyaz upuzun kumsalın kenarında.
Elimde içkim, rengarenk, fışır fışır, buz gibi. Ter içindeyim sıcaktan. Bir büyük yudum daha alıyorum içkimden, dalgalar ayaklarımın altından çekerken bembeyaz kumları.
Kadınlı erkekli güzel, hoş insanlar sere serpeler, öpüşenler, eğlenenler gırla etrafımda.
Arkadan hafif hafif elektronik bir müzik sesi geliyor.
Pek uygun değil yaşadığım bu ortama, ama olsun, o kadar güzel ki her şey.
Denizin kenarında dalgalarla oynuyorum neşe içinde.
Herkes bana bakıyor nedense.
Birden fark ettim ki, giyiniğim.
Mayo yok üstümde, işe gider gibi üstüm başım. Elimde iş çantam bile var.
Tuhaf elektronik müziğin sesiyse gittikçe artıyor. Her yerini kaplıyor tüm sahilin.
Rahatsız edici, çok.
Kulaklarımı kapamaya çalışıyorum.
Kulaklarıma ulaşamıyorum, kulaklık takmışım gibi. Değemiyorum kulaklarıma.
Müzik gittikçede kuvvetleniyor,
İsyan ediyorum, neden bozuyorlar bu romantik ortamı böyle berbat, bağıran bir müzikle.
Hırsla dönüyorum bara doğru.
Müzik artık delirtiyor gerçekten.
Kan ter içindeyim.
Birden, gözlerimi açtım.
Cebin alarmı deli gibi ötüyor.
Saate baktım 06.07
Allah Allah, neden çalıyor bu telefonun alarmı böyle karga moku saatinde.
Birden kendinden gayet emin, çakıyor beynim nedenini algı kıvrımlarıma,
‘07.10 uçağıyla gidiyorsun da evladım, o nedenle…’
Boş boş bakıyorum elimdeki cep telefonun saatine, sımsıcak yorganın altında.
Neeeee….!!!
Hesap yapıyorum. Topladım çıkardım, sonuç; 63 dakika sonra uçak kalkıyor uçaaaak yahu, fırla.
İlk saniyeler gerçek salağım.
Ne yöne döneceğimi bile kestiremiyorum odanın ortasında.
Organizasyon yeteneğim geri gel, lütfen geri gel.
Tüm ışıkları yaktım, nedense, çok aydınlıkta dakikalar daha mı yavaş ilerliyorlar acaba?
Koşuyorum avuç içi kadar evde. Nereye meçhul.
Ne uzunmuş benim evin koridoru birader, koş koş bitmiyor.
Küfür kıyamet içimden.
Ulan bir gecede erken yat değil mi, yat be kardeşim, yat erken. Erken yat.
Hayır, illa oturacağım dibine kadar, yıkılana kadar.
Koş, koş, koş…
Nedense her bir şeyde tam yapılıyor.
Duş yaparken, tıraş olabiliyor ve aynı anda dişlerimi bile fırçalıya biliyorum, ki aynı anda kurulanma halindeyim de.
Ben bir hilkat garibesiyim kesin.
Kendi kolum kendi diğer kolumla çarpışıyor, canım yanıyor.
Ama eksiksiz olacak her şey ya...
Taksi çağırırken, çantaları kaptım. Çorapla fırladım evden.
Ayakkabıları takside giyerken, uç dedim taksiye, uç.
Nereye? Sen uç, kuş uçuşu uç. Ya geleceğime uç, ya da bilinmezliğime.
Uçuyoruz alana doğru.
Müşteriler geliyor gözümün önüne, sinirden kıpkırmızı yüzleri.
Yalanlar düşünüyorum…
Yalan bile düşünemiyor beynim. Beynim yastıkta bıraktığım kafatasımın içinde hala.
06.42 yi gösterirken saat, alana az bir mesafe kalmıştı.
Saat 06.48 alana giriş.
Yalvarma sahnesi patrona, ‘valla billa bi daha erken yatacağım, yatmazsam böle olayım, noolur’ diye diye.
Cipimi yiyeyim benim, daldım Cip e. Cip olunca bir haltım zannediyor görevliler.
Onlarda başladılar benimle koşuşturmaya.
Salağım ama sınırlı salak, çekin yaptırmıştım pazardan allahtan, yapmam yapmam yapacağım tutmuş.
Bir araba ayarlandı, nereden bulunduysa.
Bir kişi daha var arabada, benim başka versiyonum belli, boynuna atkı gibi dolamış kravatını.
Kız sordu ikimize de, nereye?
Ben Kayseri, o da bilmem ne dedi. Ne derse desin, bana ne.
Apronda çılgın gibi gidiyor araba, telsiz konuşmaları vır vır, önce adamı bıraktık uçağına sonra beni, koşarak çıktım merdivenlerden ve uçaktayım.
Herkes koridordan yarı beline kadar sarkmış bana bakıyor.
Ben boş boş sırıttım üstüne yüz çizilmiş uçan balon kafalara, içinde beynim olmayan kafatasımın önüne monte edilmiş pişmiş kelle suratımla.
Zafer benimdir. Oldu işte. Oldu ve oldu.
Demek ki çok da erken yatmak gerekmiyor, abartmışım demek ki, oluyor işte.
Nankör kul.
Hala palmiyelerin, beyaz kumsalın, turkuaz denizin göbeğinde ruhum. Uyuyorum hala aslında, rüya bile görüyorum,
Uçağın koridorunda ilerlerken.
07.07 uçaktayım.
Biri geldi yanıma elinde telsiz, Denizel, evet, kimlik, evet.
- Yolcu tamam.
Zırt pırt sesler, delta falan laflar telsizden.
Okeydir.
Hee hee, oldu bu iş. Becerdim. Patronsuz hem de, sırıtmaya devam pişmiş kelle gibi.
Bu arada patron post itine not alıyor,
‘Ben yokken Denizel kulum benim buralara düşerse, sahilde yakın onu, turkuaz denize ve yeşil palmiyelere karşı’.
Çantalar hosteslerin yardımıyla oraya buraya yerleştirildi.
Boynumdaki kaşkol olmuş sana hamam peştamalı. Lök.
Bittim ve de çöktüm yerime.
Her yöne sırıtıyorum. Zafer kutlaması. Yanıma döndüm, Çin’li bir çift oturuyor.
Bana gülümsediler, bende onlara, çipil çipil baktılar.
Erkek Çinli;
- Entep, velkam.
- Nentep?
- Pıleyn, go, Entep
- Entep ne ki, Ne Entep’i be…Haa, Noo Entep, Keyseri Keyseri…
- Noo noo, Entep, Entep…
- Şuur?
- Yeess, Entep, velkam. Entep…
Nasıl tatlı bir gülümseme yüzlerinde.
Entep haa…Entep. Entep mi? Şuur hem de. Entep. Pileyn, go, Entep…
Hostesleri oturtmuş pilot. Onu bunu nasıl yapacağız anonsu veriliyor.
Kimseye ulaşmak mümkün değil.
Patron geldi yine aklıma, yavşamanın da sınırı var, kendim halletmeliyim, yalnızım artık. Hem bu dünyada, hem de öbür.
Kalktım yerimden, koşarken kapının girişindeki hostese, bir yandan,
Çantalarımı toparlıyorum tepelerden.
Koridordan sarkarak bana bakan uçan balonlar bakışlarıyla kesip biçiyorlar artık beni, organlarım elden ele dolaşıyor uçakta.
Ulan ne işim var benim Entep’de. Ben gideceğim Keyseri’ye.
Yanlış uçağa bıraktılar beni.
Küfür küfür üstüne içimden.
Bir kabin görevlisi adam, beyefendi lütfen oturun dedi.
- Oturamam, ben Entep’e gitmek istemiyorum.
- Entep ne?
- Entep ne mi? Bildiğimiz Entep, ne demek ne..Entep Entep..
Bir yandan Çinlilere bakıyorum, Entep açıklamasına destek versinler diye her halde.
- Beyefendi lütfen oturun yerinize, uçak kalkmak üzere. Lütfen.
- Benim inmem lazım, ben Entep’e gitmek istemiyorum.
- Beyefendi siz nereye gitmek istiyorsunuz bilmiyorum ama bu uçak Kayseri’ye gidiyor.
- Emin misiniz? Tanrım, bir insan evladı daha ne kadar salak olabilir, emin misiniz ha...
Uçan balon kafalardan biride, Evet Kayseri deyince, ikna oldum.
- E tamam o zaman.
İki hostes daha geldi yanımıza. Attı atacaklar uçaktan beni.
Yaa, işte o noktada çözüldüm.
Yellim yellim elimde çantalar geri döndüm yerime,
Yüzümde büyük bir mutluluk ve büyük bir sevinç ve büyük bir zafer sarhoşluğu.
Çinliler dehşete kapılmışlar, son birkaç dakikada uçağın içinde ki aksiyonlarım karşısında, ama yine de çipil çipil bakıyorlar, gülümseyerek.
Otururken yerime tekrar;
- Yu ar going tu Keyseri diır, sori.
- No, Entep.
- Nah Entep, Keyseri Keyseri, töbe töbe.
- Tobe?
- Get laa…
Biletlerini çıkardılar bit kadar sırt çantasından.
Canlarım benim.
Aktarmada, Entep yerine Keyseri yazıyor. Yanlış bilet alımı.
Uyanık olacaksın hayatta…!
Onlar kendi aralarında konuşurken telaş ve panikle,
Uçak kalktı.
Gözlerimi kapadım.
Çok yorgunum, çook.
Bittim. 63 dakika, bana 63 yıl gibi. Yaşlandım. Eski ben fotoğraflarda kaldı.
Anında uyumuşum.
Zaten hemen tutar beni uçak, araba ne varsa giden.
Bu sefer üstümde mayo, nedense iş kıyafetlerini düşürmüşüm üstümden her halde bu telaşla yollarda. Çantam var ama.
Elimde içkim, yanımda sevgilim. Keyfim kıyak.
Bembeyaz kumsal, yemyeşil palmiyeler. Deniz turkuaz.
Gülümsüyoruz birbirimize romantik romantik.
Arkada devasa bir tabela, üstünde dev harflerle bir şeyler yazıyor.
Tuhaf, Afrika’da ne işi var Çince tabelanın, hem de devasa.
Anlamıyorum ne yazdığını, garsona soruyorum, zenci kardeşim Çince biliyor nedense.
Gözleri Çinli gibi zaten. Çipil çipil, gülümsüyor da.
- Vats rayting hiır?
- Entep
Hepsi gerçek, hepsi doğru.
Hangisi rüya, hangisi gerçek o muamma benim için hala.
Muvaffak oldum bu sabah.
Durmadan gülüyorum. Sapıttım ve sinirlerim boşaldı zaar.
Çinlileri merak ediyorum sürekli, ediyor ediyor gülüyorum.
En gerçeği, sevgilerimi yolluyorum herkese,
Keyseri’den.
Pestirme alırım dönerken, söz.
12.12.2011
Dönek olacaksın hayatta. Her türlü aşağılamalara rağmen, her türlü dışlanmalara, tehditlere rağmen dönek olacaksın.
Dönmeyi bileceksin. Dönmeye, dönekliğe açık olacaksın.
Aklınla, gönlün, ruhun, bedenin ahenk içindeyken, buldun mu doğruyu kendin ve tüm insanlar adına, hemen dönüvereceksin.
Ancak, başladığın noktaya tekrar geri dönmeyeceksin.
Dönek olacaksın, dönekliğe açık olacaksın, ama;
Döne döne fırıldak olmayacaksın.
Fırıl fırıl dönmeyeceksin.
Dönmeden evvel iyi düşünüp, iyi tartıp, iyi hissedip, iyi değerlendirip, iyi gözlemleyip, geleceği iyi görüp, eğer ki aklın, ruhun, gönlün yattıysa, yeni plan ve programlarını yapıp, döneceksin.
O yana doğru giderken, o yana doğru gidenlerin arasından sıyrılıp, bu yana döneceksin.
Tek başına dahi olsan,
Tek başına bile kalsan.
Vazgeçmeyeceksin, inancını içinde büyütüp, döndüğün yeni yolda ilerleyeceksin.
Tek başına dahi olsan.
Tek başına dahi kalsan.
Ne kadar çok zorlukla, imkansızla karşılaşırsan karşılaş,
Zamanında yanlış olduğunu gördüğün, o yana geri dönmeyeceksin.
Sana kızan insanlara, sana dönek diyerek aşağılayan, küçümseyen insanlara aldırmayacaksın.
Aksine, üstlerin üstlerine gidip, döndüğün yönün doğrularını, faydalarını anlatacaksın insanlara, sabırla.
Akılla.
Akıllarına olduğu kadar, gönüllerine, ruhlarına da hitap edeceksin.
İkna edeceksin.
Aklı olmayanı, akıllı kılacaksın.
Gönlü olmayana, gönül vereceksin.
Ruhunu yitirmişlere, ruh aşılayacaksın.
Çok sağlam duracaksın ama geldiğin noktada. Sapa sağlam.
İnsanlar sana inanmaya başladıkları an, bir sonra ki doğrular ve faydalar için kolları sıvayıp, hemen başlayacaksın hazırlıklara.
Hep ileri bakacaksın.
En ileri.
Değişeceksin, değişken olacaksın.
Değişirken gelişeceksin. Gelişmenin ileriye doğru var olan tüm sınırlarını yok diyeceksin.
Değişirken gelişirsen, örnek olursun kendi doğruları için adım atmaya cesareti olmayanlara da.
Aklı ile ikna olmuş, gönülden inanmış, ruhu cesur insanlarla birlikte hareket edersin böylece.
Ve kendini gerekirse hiçe sayacaksın insanlar için fayda ve doğru adına.
Doğadan kopya çekeceksin.
Değişen doğa hep gelişmeye doğru atar adımlarını.
Uyum sağlayarak, uyum sağlatarak.
İkna eder doğa değişirken her bir canlıyı.
Tek tek.
Onlarda değişimi destekler, destek olurlar.
Destek güce dönüşür,
Güç de iktidara.
İktidardan aldığın gücün, aldığın güçlerle geldiğin iktidarın önemini iyi algılayıp, kökenini, kökünü iyi belleyeceksin, hiç unutmayacaksın.
Hedefinden, hedefinin doğrularından şaşmayacaksın, şaşırtmayacaksın.
Sana inanların yüzlerini kızartmayacaksın, güldüreceksin.
Gücünün dozunu tek başına arttıramayacağını unutmayacaksın.
Gücünün dozunu arttıran, sana o gücü veren insanlar için yola çıktığını da.
Doğru noktada, sağlam durup, coşkunun ve gücün verdiği enerjiyle tüm insanlar için daha da doğruya doğru atacaksın adımlarını.
Aklın, ruhun, gönlün, bedenin ahenk içinde olacak,
Ancak, gücünün dozunu arttıranların kişisel menfaat sellerine kaptırtmayacaksın kendini.
Kendi kişisel menfaatlerini de yok sayacak, yok edeceksin.
Menfaati iyi ölçüp, iyi biçip, herkesin, tüm insanların menfaatlerindeki ortak paydaya dönüştürüp, ortak paydalara yöneleceksin.
İşte o zaman artık sadece güç sahibi iktidar değil, lider olursun.
Sen istemesen de,
Lider yapar insanlar seni.
Ama,
Yetmeyecek, yetmemeli sana.
Sana verdikleri güç ile seni iktidar kılan, seni liderlik koltuğuna oturtan insanlara inanıp, güvenip, özgür de kılacaksın onları.
Alçal gönüllü olup, ola ki hata yaparsan, seni dahi yargılayacakları haklarına sahip olacakları,
Demokrasiyi de en sağlam temellere oturtacaksın.
Özgürlükler ve demokrasi için çalışacaksın hep.
Aksi yöne gidiliyorsa, hemen döneceksin yoldan, dönek olacaksın.
Ne zor değil mi?
Dönek olmak.
Ne kolay geliyor bir çok insana da değil mi?
Dönek olmak.
Lider olmak için önce dönek olmak lazım.
Döneklik, insanlık adınaysa, çok zor dönek olmak.
Çok zor, yanlışlarla beraber ilerleyenlerin arasından tek başına sıyrılıp da, ben dönek oldum demek.
Dönüyorum sizlerin yolunuzdan demek.
Lider olmak,
Dirayet ister, inanç ister, akıl ister, yürek ister, ruh ister, vizyon ister, zerafet ister, güzellik ister, geleceği iyi tartmak ister liderlik.
En önemlisi, insan oğlunun en büyük zaafı, kendi menfaatlerinden döneklik ederek, kişisel beklentilerinden uzaklaşmak, kişisel beklentilerini hiçe saymak ister.
Osmanlı ve Osmanlı yanlılarının, Anadolu’ya geçince arkasından dönek dedikleri adam,
Sayesinde ortalık,
Sıradan, sırnaşık fırıldaklarla doldu.
Dönüp geri gelecektir,
Eli kulağındadır.
Sakın gittiğine güvenmeyin.
Gitti dedikleri yerden,
Bile geri döner.
Dönektir.
O dönmese de,
Biz ortalıktayız, olmadı biz döneriz.
O dönekse,
Bizlerde döneğiz.
Kaptırmışız gidiyoruz. Güzel bir yaz akşamının sonu, yakışıklı adam güzeller güzeli kadınla eve geliyor birlikte. Arabadan inerken kadının yırtmacı alabildiğine açılıyor. Erkek açmış göğsü, kaslar düğme iliklerinin aralarından fırlayacak neredeyse.
İkisi de sevgi dolu ve de acayip seksilerde. Vay vay vay doruk noktada.
Ev lüks bir ev. Müstakil. Verandada içki, iki şezlong da yan yana, bakışmalar, süzüşmeler, el eleler. Eller, parmaklar iç içe, sarmaş dolaş okşuyorlar, yakın çekim. Göğüsler körük gibi inip kalkıyor, heyecan artıyor. Adam uzanıp kadını öpüyor. Kadın da adamı. Öpüşmeler biraz ilkokul çocukları meraktan öpüşüyorlarmış kıvamında, olsun. Ayağa kalkıyorlar, sarılıyorlar, adam kadının içkisini sehpaya bırakıyor zarifçe.
Öpüşerek ilerliyorlar evin içinde. Yırtmaç ve kaslar gözümüze güzümüze sokuluyor. Bizlerde heyecanlanıyoruz haliyle. Kaç bölümdür bu anı bekliyor ülkenin bütün evlatları.
Fonda güzel bir müzik. Temposu gittikçe hızlanıyor müziğin.
Yatak odasında loş ışık, öpüşmeye devam. Yatağı görüyoruz, ihtişamlı. Varaklar, aynalar, çarşaflar fışır fışır.
Kadının üstünde ki gece giysisi bileklerine düşüyor, yakın çekimde. Anlıyoruz ki kadın yarı veya tam çıplak. Sonra halıda giysiler, iç çamaşırı hissi veren bir şeyler.
Çekim yatağın kenarlarında, etrafında geziyor. Yönetmen hazırlıyor milyonları beklediğimiz, arzuladığımız finale.
Öpüşmelere devam, çekim arka plandan. Başların karşılıklı hareketlerinden anlıyoruz ki, öpüşmeler artık ilkokul kıvamını çoktan aşmış. Ve de azılmış. Geriye dönüş yok. Kalplerimiz hızla atıyor bizimde.
Kolay mı, aylardır bekliyoruz bu anı. Neler neler yaşadılar aşklarını sevgilerini açık etmek adına. Hadi artık, hadi hadi diyoruz içimizden.
Eller sırtlarda geziniyor. Sırtlar çıplak gibi…
Pat yeni sahnedeyiz.
Hani elektrikler giderde, saatler sonra gelir gece ansızın, hah tam öyle oluyoruz.
Yeni sahne de sabah olmuş, olmuş ama sanki evrenin tüm ışıkları bu yatak odasına dolmaya karar vermişlercesine aydınlık oda.
İkisinin de omuzları çıplak bir tek, yorgan koltuk altları hizasında, yan yana iki yastıkta yatıyorlar, kardeş kardeş, yatak gayet muntazam, ütülü bile denebilir nevresim, yastıklar puf puf, başlar bir birilerine dönük, bakıp bakıp sırıtıyorlar kadınla erkek.
Saçlar düzgün. Suratlar darmaduman da değil. Kaslı adam;
- Babamla konuştum, holdingde. Cevdet’i Amerika’ya göndereceğiz tez zamanda.
Ne bu şimdi?
Başlatma şimdi Cevdet’ine.
Baba ne oldu akşam? Akşam diyoruz, akşamı bekledik kardeşim biz aylardır.
Neden kıydınız bize yahu, günah be.
Şimdi;
Millet olarak sevişmeyi mi sevmiyoruz?
Sevişmeyi mi bilmiyoruz?
Sevişmek umurumuzda mı değil?
Sevişme kelimesi bile tabu sanki. Denmez, söylenmez gibi sanki.
Ahlak anlayışının içine neleri sığdırmak işimize geliyor?
Bu ülkede insanlar en çok dizileri seyrediyor.
Reytingleri incelediğiniz zaman karşımıza çıkan tablo bu.
Aklınıza gelen her nevi diziyi izleyin, sevişme sahnesi yok.
Adamla kadın, yiyiyor, içiyor, el ele gezip tozuyor, öpüşüyor azcık, sarmaş dolaş oluyor, sonra bir bakıyoruz aynı yatakta uyanıyorlar veya konuşuyorlar yine aynı yatakta.
Ne oldu ağa arada?
Çıplak ve yatakta olduklarına göre seviştiler muhtemelen diye düşünüyoruz.
Yani biz o arayı hayal ediyoruz.
Neye göre? Biz nasıl sevişiyorsak, sevişmeyi nasıl biliyorsak artık ona göre.
Sebebi malum,
Ahlak.
Eğer ki iki insanı biraz çıplak, yarı çıplak veya azıcık çıplak sevişirken görürsek bu durum oluyor sana ekranda,
Ahlaksızlık.
Topluma da kötü örnek.
Yani, sevişmek ahlaksızca bir durum. Ve de kötü.
O yüzden gösterilemiyor ekranlarda.
Demek bizlerde kendi yaşamlarımız içinde az buz ahlaksız değiliz yani…
Ne fena, bilmiyorduk, pardon.
Yine aynı dizilerde;
Adam elinin tersiyle bir tokat atıyor kadına, kadının ağzı burnu kan revan,
Ahlaka giriyor ki, seyrediyoruz, serbest.
Adam evde, ofiste terör estiriyor, bağırıyor, çağırıyor, böğürüyor, kadınlar, çocuklar herkes korku içinde siniyor bir kenara,
Ahlaka giriyor ki, seyrediyoruz, serbest.
Adam elinde tabanca takır takır öldürüyor insanları, kanunsuzluklar diz boyu,
Ahlaka giriyor ki, seyrediyoruz, serbest.
Adam kızı kaçırıyor, kolundan tutmuş yerlerde sürüklüyor,
Ahlaka giriyor ki, seyrediyoruz, serbest.
Adam onu bunu dolandırıyor, devleti soyuyor, rüşvetler havada uçuşuyor, mafya nevi organizasyonlar,
Ahlaka giriyor ki, seyrediyoruz, serbest.
Adam akraba, komşu demiyor, ne kadar kadın varsa, ipe dizer gibi ilişkilerde,
Ahlak giriyor ki, seyrediyoruz, serbest.
Erkek cinsinden bir insanoğlu neler yapabilirse fiziksel özelliklerini, pazı gücünü, kabalığı, zorbalığı kullanarak hepsini seyrediyoruz, hepsi serbest.
Erkek egemen durumların hepsi ahlaka giriyor ki, seyrediyoruz, hepsi serbest.
İş sevişmeye, iş kadınla ahenge, harmoniye gelince, o ara atlanıyor.
Erkekle kadın aşık olabiliyor, erkekle kadın sevebiliyor, erkek kadın aşkından kafayı çekip, dağıtabiliyor,
Ama sıra sevişmeye gelince; makası yiyiyor dizi.
Ya insanlar sevişmeyi bilmiyor, sevişme sahneleri görülsün istemiyorlar ki, cahillikleri yüzlerine vurulmasın,
Ya insanlar sevişmeyi sevmiyor, sevişme yerine sevdikleri, hoşlarına giden ve de yapabildiklerini, becerebildiklerini taşıyorlar ekrana sadece,
Ya da sevişme kısmını hiç önemsemiyoruz hep beraber.
Vur makası, kestir at.
Makasın vurulduğu ara sahnelerde kadınlar neler hayal ediyorlar, erkekler neler, çok merak ediyorum.
Hayal edenler var mı? Onu da merak ediyorum.
Dizileri seyredenlerin büyük bir çoğunluğu kadın benim düşüncem.
De ki yanılıyorum, yarısı kadın yarısı erkek.
Bu dizilerin reytingleri de yüksek, demek kadınlar seyrediyor.
Galiba her kesimden, her yaştan, her kültürden.
Aklıma takılan soru şu;
Bizim milletin kadınları nasıl oluyor da oluyor kendilerine yapılan şiddete, tacize, aldatmaya yönelik, küçümsenmeyi, aşağılanmayı, itilip kakılmayı körükleyen sahnelerle dolu bu dizileri seyrediyorlar?
Kendilerini mi görüyorlar, kendileriyle mi özdeşleşiyorlar o sahnelerde ve de kanıksamışlar ve de normal karşılıyorlar,
Ya da biri çıksın kötü adamları öldürsün, içlerinde yaşattıkları kızgınlık ve intikam duygusu tatmin olsun diye mi bekliyorlar son sahneye kadar.
Bir çok yumuşak, sevgi dolu duyguyu içinde taşıyan, bu duygularla doğan insanın kadın cinsi hiç isyan falan da etmiyor, ekranlardan dayatılan ve kadınları aşağılayan sahnelere.
Dizi yapımcılarına, yönetmenlere, devletin ekranlara sınırlar koyan denetim mekanizmalarına, mektuplar, telefonlar, mailler, mesajlar yağdırmıyor.
Hatta entel dantel, aydın, yarı aydın, feminist kadınlardan da bir tepki yok.
Çayı, kahveyi, içkiyi kapan kaptırıyor kendini dizilere ve
Memnun demek ki kadınların büyük çoğunlu gidişattan.
Erkeklerin koyduğu kuralları ve enjekte ettikleri yaşam şekillerini de kabullenmişler gibi.
Ya kabul etmek zorunda hissediyorlar kendileri, feci tırsmışlar, çaresizlikten gelen umarsızlık var, ya da güçlerinin farkında değiller, pazı gücünü sevginin, sevişmenin nasıl pamuğa çevireceğinden haberleri yok,
Ya da, alan da memnun, satan da.
Yapımcıların, yönetmenlerin, devlet mekanizmasında yer alan tüm erkeklerin karıları, sevgilileri bir ayaklansalar, bir dar etseler kocalara, sevgililere hayatlarını,
Bak o gün ne sahneler seyrederiz millet olarak.
İnsanca, insan gibi.
Makası yemeden.
Attıkları makaslardaki sahneler yerine, ahlaklı bulup da gösterdikleri sahnelerin topluma nelere mal olduğunu kimse hesap etmiyor.
Sevişmeyi, sevgiyle sarılmayı yok ettikçe, elde kalanların bir milletin, bir toplumun geleceğini nasıl etkileyeceği konusu kimsenin umurunda değil.
Kaba gücün, zorbalığın yıllar geçtikçe topluma neleri getireceğinin hesabı çıkarılmıyor.
Çıkarılan, üstünde çalışılan tek hesap, o akşamki reytingde üst sırayı kapmak.
Bir ikinci hesap da, erkek milleti sadece becerebildiklerini koyuyor sahneye muhtemelen.
Erkek olmayı nasıl anladı ve algılıyorsa onlara sarılıyor, onları sergiliyor sadece.
Bahsi geçen dizileri, sahneleri yazan çizen takım içinde, kadınlarda var bu arada.
En şaşırtıcı durumda bu.
Tutturacak, tutunacak dal yok kısaca.
Kadınlar da hep beraber, el ele alıştılar bu duruma zaar.
Ahlak kelimesinin tarifini TDK Büyük Sözlük şöyle veriyor;
‘Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre’.
Yani gösterilen ve enjekte edilen sahneler, hepimizin uymak zorunda olduğu davranış biçimleri ve kurallarını kapsamakta eğer ki çıkış noktamız toplumsal ahlaksa.
Ahlaklı yani bize seyrettirilenler.
Bir de diyor ki TDK Büyük Sözlük, ahlakın bir ikinci manası adına;
‘Bir çeşit armut’a verilen admış ‘Ahlak’.
Atalar, ağızlarından bir laf çıkmadan önce uzun uzun yıllar, kuşaklar boyunca iyi gözlemlerler, sonunda da bulurlar doğru cümleyi.
Atalarımıza güveneceğiz, ne derlerse doğru belleyeceğiz.
‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye bir atasözü vardır.
‘Ahlak’da iyi cins bir armut olsa gerek,
Ayıların iyi bildiği.
Makbul da demek ki,
Ki, ikide bir koyuyorlar önümüze yiyelim diye.
Ki ayı değilsen,
İlgi alanına çok da fazla girmiyor ‘Ahlak’.
Yani armut.
10.12.2011
Ölüm çok oldun, kaşındın artık. Hak ettin fırçayı. Çok hak ettin hem de.
Sende ölüm varsa, bende de yaşam var. Attırma tepemi daha fazla ölüm.
İster canınızı sıkkın okuyun, ister okumayın umarım değil. Keyfiniz yerindeyse de umarım değil, keyifsizseniz de.
Elim gitmiyor başka yazılara. Ruhumda. Çok oldu bu sene.
Yutkun, yutkun bir yere kadarmış.
Bende de durum buraya kadarmış.
İçim şişiyor. Şiştim. Davul oldum.
Kolay mı insan biriktirmek birader.
Bu iş eşya koleksiyonuna benzemez.
Paran olunca gidip alamıyorsun, bir tane daha.
Eskidi, dur yenisini alayım yok.
Doğduğun günden itibaren yüzlerce, binlerce insanın arasından tek tek çekip alıyorsun içine, elinde sevgi cımbızınla.
İade şansın yok. Niyetinde.
İster defolu, ister bozuk.
Aldığın sende kalıyor. Kalsın da istiyorsun hep.
Defosunu da seviyorsun,
Bozukluğu falan da hiç umurunda olmuyor.
Sevdin mi, iş bitti.
Hele çocukluktan beri biriktirdiklerin.
Hele gençliğini paylaştıkların.
İçinde takılıp, asılıp, kaynayıp kalıyor.
Her bir kelime, her bir kahkaha, her bir itlik, her bir dertleşme, her bir hayallenme, her bir yudum rakı, her bir sohbet, her bir aşk, her bir kavga, her bir barışma, her bir merhaba tek tek,
İçine takıyor, içine asıyor, içine kaynatıyor.
Elin değmese de, gözün görmese de, sesini duymasan da,
Sen zaten değiyorsun, görüyorsun, duyuyorsun yirmi dört saat.
Yeter ki sevgiden geçiveriyor olsun gönlün.
Sonra bir haber.
Öldü.
Elinin körü.
Ne hakla yahu.
Ben ölüyor muyum ki sen ölüyorsun.
Sordun mu bir kere…
Kim verdi o hakkı sana…
Başlıyorsun çırpınmaya.
Her yerin çırpım çırpım.
Hayat devam ediyor bu arada.
Yemek, içmek, gülmek, iş güç, sevmekler falan serbest.
İçinden ne yemek geliyor, ne içmek, ne gülmek, ne iş güç, ne sevmekler falan.
Ortada bir yerde kalıveriyorsun.
Yaşamla ölüm arasında ki tuhaf, derin, sessiz, ıssız, ırak noktada.
İçin kavruk.
İsyan ediyorsun.
Boşuna.
Ağlasan ne fayda.
Kime kızacaksın ki.
Patron sıralısını versin.
Neye göre bu sıra birader.
Neye göre sıraya sokacağız, bilen var mı.
Yaşa göre mi?
Başa göre mi?
Neye göre.
Sevginin yaşı başı mı olur birader.
Özlemin.
Hayallerin yok olmasının.
Hadi be.
Ölüm doğumdur.
İyi, bilmiyorduk, öğrendik şimdi.
Doğarken ölüyoruz zaten.
Bu hayatta ölünce de, yenide doğacakmışız.
Koyayım yeniden doğmasına.
Altmış yaşımıza hayal kuruyoruz biz kırk senedir,
Boru değil. Zaten yaşamışlığımız elli seneden az fazla.
Yetmişlere, seksenlere de.
Kadınlı erkekli,
Bir avuç insanız zaten.
Dağıldık her bir yerlere, sonra toplanacağız, anlatacağız, sen ne yaptın, ben ne yaptım.
Bıraktığın saniyeden devam.
Sohbete. Gırgıra.
Hınzır hınzır dalga geçeceğiz, kelliklerle, aklarla, göbeklerle, memelere bak Newton amma haklıymış diye itişe kakışa geyik koyacağız daha.
Daha kafamızı kıracak yine bizim kızlar.
Meyhanelere gideceğiz.
Tempo tutacağız masaların üstünde.
Kırk sene evvel sıraların üstünde tutar gibi.
Kim neymiş, ne olmuş ne önemi var ki.
Zaten kimdik ki, neydik ki o günlerde.
Küçük fırlama insan yavrularıydık be.
Çoluk çocuktuk.
Şimdide, hala.
Sonra sıralı versin.
E hala çocuğuz ama, sırası mı şimdi.
Hani sıralıydı?
Ya patron, neye göre oluyor bu işler?
İki satır yazsan da bilsek yahu.
Okuduk, belledik hepsini de, olmuyor be patron.
Yazması çizmesi de kolay değildir mutlaka,
Ama anlaması, kabullenmesi,
En önemlisi, sindirmesi
Çok zor be patron.
Parti verdim herkeslere, güldük eğlendik dün gece, parti bitti tamam zannettim,
Bitmemiş be anacım.
Sabah çok kötü kalktım patron, uyumadım aslında.
Kızdım patron.
Bazen kantarın topuzunu hakikaten kaçırıyorsun.
Ha bu beni büyütür daha da, biliyorum.
Ha bu beni olgunlaştırır daha da, biliyorum.
Ha bu bana sabrı öğretir daha da, biliyorum.
Biliyorum da,
Ya büyümeye niyetim yoksa,
Ya olgunlaşmaya,
Ya sabrımı denemeye.
Ya benim hayallerimin gerçekleşmesine ihtiyacım varsa...
Çocuklar böyledir.
Eline ne oyuncak verirsen ver, o aklındakini ister, hayallerindekileri ister.
Her şeyi biliyorsun, her şeyinde patronusun.
Lafım yok, öyle de kal. Memnunuz.
Ama bir şeyi bilmiyorsun patron,
Ne dersen de, ne yazarsan yaz, ne çizersen çiz.
Bir şeyi bilmiyorsun.
Biz gariban insanlarız patron. Sıradan insanlarız.
Bizim ruhumuz senden, o yüzden senin kadar geniş ve zengin.
Ama dünyamız küçük. Küçücük bir dünyamız var o kocaman ruhun önünde.
Bu dünyada da, biz tek tek biriktiriyoruz insanları patron.
Bizde senin ki gibi milyarlarcası yok.
Bizde insanlar tek tük, say desen, on bilemedin yirmi.
Bizi bizden daha iyi biliyorsun.
İsyan etmeyelim diyoruz ama olmuyor.
Bizde bir his var ki, adamı ateşe atar.
Biz özleriz patron.
Hele kırk senelikleri çok fena özleriz.
Bana kızma.
Ben kızayım, sen dinle.
Rica ediyorum senden,
Beni zorla büyütme patron.
Beni zorla büyütme.
Çok istiyorsan, ısrarcıysan, büyüyeyim de,
Beni ölümle büyütme patron.
Patronsun, yaratıcı ol, başka şeylerle büyüt beni.
İşim gücüm var,
Çoluk çocuk var,
Hayallerim var,
Beni dağa kaçırma patron.
Bizler sıradan insanlarız,
Bir nefes al, bir mola ver,
Bize de bir nefes aldır,
Nefesimizi kesme,
Kesme ki, becerebilelim
Sevgili patron.
Tüm özleyenler adına ve tüm özlenenlerin anısına.
Not: Otuza yakın ülkeden okuyorlar yazıları, görüyorum blogdan. Sizler bilmezsiniz tabiî ki, ama ben biliyorum kimlerin olduğunu genelde o ülkelerde. ‘Kimler’ dediklerim benim eski arkadaşlarım, dostlarım. Aramasalarda, görmeseler de, blog da bir araya geldiler, son iki aydır, bir birlerinden habersiz.
Meyhaneye döndü blog. Yol geçen hanı gibi, duyan geliyor.
Kimi ararsan var sanki. Her sabah bakıyorum, akşam kimler teşrif etmişler diye, ben uykudayken.
Emme velakin, Kuveyt sayfası kapandı dün. Pat diye.
Kuveyt sayfası kapanırken çok acıttı canımı.
Aman diyeyim, kendinize iyi bakın, aman diyeyim.
Sıktıysam af ola. Hayatın içinde her şey var. Bizde hayatın içindeyiz mecbur.
Yarın devam, en son bıraktığımız yerden. Ne diyorduk, hatırlamıyorum ama, mavra, geyik bir şeylerdi galiba.
Hayat devam ediyorsa, bende devam.
09.12.2011
Canım sıkkın. Bayağı sıkkın.
Kanepe partisi vermeye karar verdim kendime.
Canımın sıkılması hakkımı sonuna kadar kullanmak geldi içimden.
Gülmek, eğlenmek kadar hakkım var sıkılmaya da.
İçimden sıkılmak geliyor. Sıkılıyorum da dolu dolu.
Canımın sıkılmasına izin veriyorum, teselli etmeden kendimi.
Aldım battaniyemi, gömüldüm kanepeme.
Elimde televizyonun komutanı.
Bir o kanal, bir bu kanal.
Boş boş bakıyorum kutuya.
Hulusi Kentmen filmi olabilir mesela. Işıl ışıldır yüzü.
Veya hangi nehirde hangi timsahın boyu daha uzun belgeseli.
İki de bir ne var ne yoksa taşıyorum mutfaktan.
Sehpada yer kalmadı tabaktan, çanaktan.
Boyu dizlerime inmiş tişörtümle.
Ayaklarım üşü üşüye,
Uyukluyorum.
Duş muş yok.
İstersem kokarım da, kime ne.
Saç baş darmaduman.
Kanepe hapsi gibi.
Haberleri izlemiyorum.
Bana ne olup bitenden dünyada.
Dişleri de fırçalamadım.
Telefon sessizde.
Merak etsinler anasını satayım.
Ne çok beklemişlerdir kim bilir randevular için insanlar.
Beklesinler.
Canımı sıkma molasındayım.
Umarsız, kaygısız.
Sallamışım her şeyi.
Çikolata paketini sonuna kadar bitirmek şart.
Üstüne süt de içmeli.
Nar suyu da.
Sonra bitki çayı.
Üstüne soda.
Üstüne kahve.
Sonra camdan dışarı bakıyorum.
Bu sene sonbahar çok renkli geçiyor.
Bin bir renk alacalı bulacalı.
Yağmur da var.
Sırıtıyorum, amma trafik vardır ortalıkta kim bilir.
Yığın yığın arabalar, yığın yığın insanlar.
Hemen koşup daldım kanepeme tekrar.
Midem gırıl gırıl.
İyi bir Woody Allen filmi, ortasından. Radio Days.
Hava kararmış iyice.
Telefonun kırmızı ışıkları çıldırmış.
Yanıp yanıp sönüyor.
Boşver.
Benim de içim yanıp yanıp sönüyor, sıkkınım, salla.
Uyuklayacağım biraz.
Uyandığımda zifiri karanlık ev.
Dışarıda sokak lambasının ışığı.
Öylesine bakıyorum gölgelerin oyunlarına salonda.
Düşünüyorum.
Boş boş.
Çıt yok, sessiz.
Kaşınıyorum.
Terlemişim.
İki tane bol sucuklu tost, yanında soğuk ayran.
Televizyonu kapattım.
Nereden çıktı şimdi Timur Selçuk.
Canım çekti.
‘Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın’ diyor Timur, şarkıda.
Ne müthiştir İspanyol Meyhanesi, Ayrılanlar için de.
Vay Timur vay.
Özdemir Asaf okumaya karar verdim biraz.
Bir kasetim vardı, Müşfik Kenter’in.
Bir Garip Orhan Veli, içi okşanırdı dinlerken insanın.
Ne garip bir alem.
Kanepeye davet etmeye karar verdim, Timur’u, Asaf’ı, Müşfik Ağbiyi.
Herkes çekti üstüne birer battaniye.
Rakı da açtık.
Peynir, leblebi, yeter.
Can Baba’yı da çağırmak şart oldu.
Orhan Veli de takılır nasılsa, meyhane dönüşü.
Salah Birsel zaten komşumuz.
Hadi iyice sapıtalım dedim.
Herkes, Çetin Altan da gelsin dedi.
Hızlı hızlı konuşur, anlamaya çalışırız aklını.
Gelirken Ara’yı takar yanına kesin.
Artık iş zıvanadan çıktı.
Duyan geliyor.
Sait Faik, Aziz Nesin,
Oğuz ve Tekin Aral biraderler de damladılar.
İsmail Dümbüllü’yle, Aşık Veysel birlikte geldiler.
Demeye kalmıyor, Paşa da geldi.
Hepsi kanepede.
Üstümüzde battaniyeler.
Takıma bak, hizaya gel.
Sohbet üstüne sohbet.
Demeye kalmadı Yaşar Kemal damlamasın mı.
Damlasın,su damlası gibidir zaten.
Koca sesiyle, bir fırça herkese, neden zamanında çağrılmamışmış efendi.
Bu arada,
Veysel Baba, Timur’la düet yapıyor.
Ala gözlü benli dilber’i söylüyorlar birlikte.
Oğuz’la, Tekin vurgulu sazlar, bam güm.
Paşa da arkadan veriyor vokali.
Rakı bitti, koş bakkala, kap rakıyı.
Emir büyük yerlerden.
İş bana düştü.
En genç benim.
Yolda Altan Erbulak yanaştı, nereye?
Alem var dedim.
Hadi gelsene ağbi, acayip mavra var.
Nereden çıktı çocuğum şimdi gecenin bu saati dedi.
Ağbi bu can sıkkınlığı hep gecenin bir vakti çıkmaz mı zaten dedim.
Ayrıca hem canım sıkkın, hem de sonbaharda çok güzel bu sene şehir,
Öyle işte dedim.
Beraber girdik eve.
İt bunlar yaaa…
Koskoca adamlar,
Ya biri diğerlerini dinlesin be kardeşim.
Hem bir birilerini dinlemiyorlar, hem de kahkahadan geçilmiyor.
Sızmadan evvel aklımda kalan son görüntü,
Can Baba Dümbüllü’nün kavuğunu başına geçirmiş
Çıkmış sehpanın üstüne,
Bir şeyler diyor.
Kanepe halkı kırılıyor gülmekten.
Evin içinde kesif rakı kokusu.
Duman altı olmuşuz.
Kıçını koyacak yer yok kanepemde.
Aralık camdan taze soğuk hava girmeye çalışıyor eve.
Ürperdim.
Bıraktım hepsini kendi hallerine.
Ne halt ederlerse etsinler, evim onların zaten.
Kıvrıldım kanepemde bir köşeciğe, battaniyemi çektim üstüme.
Saldım kendimi uykuya.
Yüzümde mutlu, tatlı bir tebessümle.
Can sıkıntısı,
İyi geliyor bazen.
Geceleriniz şenlensin istiyorsanız,
Canınız sıkkınsa, ama taa gündüzden başlayın sıkmaya içinizi.
Sabah sabah başlayın.
Karartın içinizi, doyasıya.
Bir sonrakine,
Sizleri de bekliyorum.
Bol rakı alın gelirken,
Babalar çok fena içiyor.
Canımın sıkkınlığı,
Beni kahkahalara boğuyor.

‘’Gençliğimin muzip, neşe arkadaşı, yaşlanınca kim bilir ne mavralar yaparız diye hayallendiğimiz, sevgili Hilmi Dedeoğlu’nun anısına’’
08.12.2011
Her yerde reklamları var şu sıralar.
Meali, ‘Nakit parayı bırak, kredi kartıyla alışveriş et’.
Nakit parayı bırak mı? Nakit parası olan kaldı mı bu ülkede de, bırakacak diye düşünürken,
Metroda önümdeki iki genç ilanı yüksek sesle okudular, biri diğerine;
- Bi kafa koyacağım şimdi, görecek nakti, töbe töbe…
Dedi.
Demeye kalmadı, bir teyze,
- Haklısın oğlum, ben yüz lira nakit parayı görmeyeli çok zaman oldu
Dedi.
Demeye kalmadı, bir genç kız,
- Geçen gün saydım, cebimde altı adet kredi kartı var, altı adet beş lira, on lira para yoktu
Dedi.
Ve de başladı bir geyik. Süresi her halde iki üç dakika, iki istasyon arası.
Ortak halk bildirisi yayınlamadılar ayrılırken, ancak özetle şunu diyebiliriz onlar adına;
‘Türk Halkının büyük bir kesimi feci şekilde fakirleşiyor ve de durumları içler acısı, cepleri kart dolu, aynı ceplerde para yok ama sanki bir kafa koyacaklar yakında bir yerlere gibi’.
İster bakan başı, ister başın bakanları ne derlerse desinler, durumu çok kritik bir noktaya doğru gidiyor vatandaşın.
Prada giyen şeytanlarınsa durumları gittikçe daha da keyifli haller almaya başladı.
Şeytan hiç de azapta falan değil.
Şeytanın altında Ferrari, sırtında Prada.
Meleklerin altında tabamvay, otobüs, minibüs, metro, üstü başı autlet, eksport fazlası.
Melekler şeytanlara özeniyor.
Şeytansa çaktı durumu, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor meleklerle.
Farenin değil, farenin peynirinin peşinde.
Biliyor ki, fareyi yerse peynirden olacak.
Nasılsa fare bulur buluşturur getirir yeniden bir peynir.
Ver meleklere alttan, daya sosyete nerede ne yapmış programlarını, ver alttan dizileri, tak boynuna ‘özendirme yularını’ gezdir dur sonra istediğin gibi.
Ha, diyeceksin ki, melekler de uyanık olsunlar, yutmasınlar zokayı.
Oldu, gözlerim doldu.
İnsanoğluna diyorsun ki yani, sen özenme daha da güzele, daha da konforluya.
Oldu, hakkaten gözlerim doldu hem de.
Nasıl olacak bu özenmeme hali?
İşçi fabrikadan çıkarken patronu renj rovırına binerken, sokaklarda yürürken önünden geçen porşu da görmesin mi?
Görsün.
Görünce ne geçirsin içinden?
‘Helal bizim patrona, helal şu on dokuz yaşındaki gence, çok da yakışmış, onlarda olmasa bende olsa valla onlara hibe ederdim renj rovırımı da, porşumu da, bana yakışmaz böylesi zaten’ mi diye geçirsin içinden.
Cebinde toplasan on lira vardır, bilemedin yirmi. O para da servettir onun için, az en üç beş gündür saklıyordur cebinde, kıyın kıyın harcıyordur.
Kızlar televizyonun başında yurtlarda.
Beş kız aynı odada, akşam menüsü; hazır çorba, makarna.
Televizyonda, Meda Mayın veya Memet Makalın şarkı söylüyor kulübün birinde, müşteriler yukarıdan aşağı markalaşmış, masaların üstünde dirseğini koyacak yer yok yiyecek içecekten, ne desin kızlar;
‘Ayy ne hoş. Kadın var, kadın var. Amaaan, biz de kadın mıyız ki böyle yiyip, içelim, marka marka eller havaya yapalım’ mı desinler?
Beş kızın da ceplerini boşaltsan yüz lirayı toplayamazsın.
Sonra, ilana çık sen,
‘Nakit paraları bırakın, kredi kartı kullanın’.
Yahu bu millet nakit parayı bırakalı yıllar oldu, farkında değil galiba ilana çıkan.
Nakit parayı da kredi kartı için gönül rızasıyla bırakmadı. Parası yok, olmayanı da bırakmak gibi bir lüksü yok.
Reklamda bir başka laf var ki, evlere şenlik.
Meali;
‘Para pis bir şeymiş, hani elin kiri gibisinden’. Hijyenden çıkmış yola reklam sahibi.
Senin hijyenine...
Parayı bulsa, dilinin altında saklayacak neredeyse vatandaş, arkadaş hijyenden bahsediyor.
Velcam to Jönev mi burası birader..
Sürekli tüket diyor bankalar.
Al, ne bulursan al.
Cebinde paran yoksa da al.
‘Bana ne, sonra nasıl ödersen öde’ diyor.
Özen, özendirelim. Hepsinden sende de olsun.
Paranın ucunu gösterirsek, harcamazsın.
Sana hayal kart verelim, hayallerini gerçekleştir.
Vırtı al, zırtı al. Ne alırsan al, ama illa ki al.
Ödeyemezsen, biz de gelir senin geleceğini falan alırız elinden.
Vırta zırta karşı,
Senin geleceğin falan...
İyi ticaret.
‘Tüketiciyi bilinçlendirmek lazım’ diyor lafa gelince bakanın başı.
Ben de, bakanın başına,
‘Tüketicide yeteri kadar bilinç olsa, senin ne işin olurdu orada. Bilinç kaybı seni koltuk sahibi yaptı’ diyorum.
Hatta ‘umarım bilinçlendirirsin tüketiciyi, tüketici kendini tüketeceğine, seni tüketir tez zamanda da’ diyorum üstüne.
Ayakları baş yaparsan, bilinci yitirip hayallere dalıp,
Hayallere karşılık, geleceğini verirsin.
Yularından tutarlar önce, sonra da,
Verirler eline bir güzel.
Kartı…
Çok sevdiğim bir laf,
Meleklere, benden;
‘Kazla yarışan tavuğun,
Dötü çıkarmış’.
07.12.2011
- Ama okumuyorsun tabelaları, geçtik yine her halde..
- Ne demek okumuyorsun, bu zifir karanlıkta, sorsan ne olur şu bakkala nerede bu Şakir Ağa Sokak diye,
- Gerek yok, gerek yok, buluruz, buralarda bir yerdedir. Hissediyorum…

Buyur…! Neyi?
Biz herifler böyleyiz yaa…
Tedavi şansımız sıfır bu konuda, çünkü;
Acayip hisli insanlarızdır. Hisler foşur foşur taşar her yerimizden.
Bize ver caddenin, sokağın adını, sen yaslan arkana başla uyuklamaya, biz dolana dolana birkaç saat içinde buluruz mutlaka.
Ha, dolanırken az biraz geriliriz, az biraz hatta çok biraz da gereriz arabadakileri, ama olsun sen sonuca bak.
Vardın mı? Vardın menzile. Mühim olan sonuç.
Gitmek istediği yer için yollarda ona buna tarif sormak bizim erkekliğimiz ile direkt bağlantılıdır.
Her sorulan adresin tarifinde feci şekilde yitiririz erkeklik gururumuzu. Erkekliğimiz şaşar, kimyamız bozulur.
Biz dünyada var olan tüm sokak, cadde, bulvarları numara numara bilerek doğmuşuzdur, aksi düşünce ile üstümüze gelenler bizi derinden yaralar.
O yüzden ola ki bulamazsak gideceğimiz yeri, adresin tarifini sormak yerine, hislerimizle ilerleriz gecenin alaca karanlığında.
- Hissediyorum, kesin buralarda bir yerde.
Nasıl oluyor amca bu his? Ne hissi ola bu..?
‘Şakir Ağa Sokağı’nın kadın duyularınca algılanmayan bir kokusu falan mı var?
Veya,
‘Emekli Amiral Battı Caddesi’ bir enerji mi yayıyor da senin malum alıcıların kapıveriyor havada?
Madem ki hissiyatta ve enerji algılaması konusunda bu denli hassas bir yapın var, bütün sokak, cadde, bulvar, köy, kasabaları algılayıp hissediyorsun, nerede konumlanmış dünya üzerinde diye,
Diğer tarafta yanında konumlanmış kadın, çocuklar olmasa aranızda, seni gırtlaklayıp alaca karanlık sokağına, evliliğinizi de tarihe gömmek üzere, nasıl oluyor da bunu hissedip algılayamıyorsun acaba...
Vay babam vay.
Sen aslında bir nevi gugıl ört mepsin de be bre pehlivan.
Ver sokak, cadde adını, duyuların ve aletlerin zort diye tarıyorlar ve buluyorlar yerlerini. İstersek büyütüyorsundur da mepini sen allah bilir.
İnsanoğlu beceremediği işleri, basite indirgeyip akıllıca çözümlere gidecek yerde, hisselere vurup, hislerden medetler umup, işin içine ulaşılamaz bir derinlik katarak etrafını çaresiz bırakıp, beceriksizliğini hasır altı etmeye çalışıyor.
Komplekslerle, güvensizliklerin fokurdaması hali.
Bir de altıncı his durumları var ki, o da başka alem bir his.
Bu altıncı his bir tek kadınlarda var.
Biz erkeklerde his sayısı beş ki, kadınlarda altıncısı var ekstradan.
Ya erkek maymunların yediği haltlar dağları aşmış zamanında, ister istemez dişi maymunlar yeni hisler geliştirmişler o dönemlerde, biz erkek insanlara da sıkı kazık bir miras kalmış evrim aşamamızdan,
Ya da Patron, ‘yaa bu Adem’i yaratık, yarattık da, pek tekin bir halta benzemedi, daha şimdiden gözleri fıldır fıldır etrafta’ dedi ve de mecburen kadına özgü ekstradan bir his kattı dişi insanına ki, eldeki somut deliller zayıfsa müdahil olabilsinler gidişata diye.
- Kocam beni aldatsa, şıpındanak hissederim hemen.
Sana öyle geliyor, somut delil olmadan ne hissiymiş bu…
Şimdi kadınlar kesin diyordur ki ‘ a valla hissediyoruz, a aa..yeminle’.
- Nçık (Hayır anlamında), hissetmiyorsunuz işte.
Adamlar yakalanıyorlar şekerim.
Hem de zort diye.
Adamlar yakalana yakalana, yakalanma efsanelerini dinleye dinleye uslarını yitirip paniğe kapılıyorlar işin içine bir ikinci kadın girince.
Adam da çaresiz kardeşim. Sen kolay mı zannediyorsun, on yirmi otuz sene süren evliliğin içinde kaçamak işini kıvırabilmek.
Düzen ezberlenmiş, şaşmaz on yirmi otuz senelik evliliklerde. Her an her dakika kim nerede ne yapar yüzde bir yanılma hakkı haricinde net.
Bırak onu bunu, sen on yirmi otuz sene aynı odada, aynı kadının yanında soyun hep, sonra deplasmanda bilmediğin bir kadının yanında hem soyun hem de giyin.
Çorabı bile başına ters geçirir insan heyecandan. Diğer tekini de nereye kaptırırsa, oraya.
Bir de üstüne yıllar sonra başka bir kadınla sevişme hali gelince, geliyor kafa helva kıvamına.
Bu karşılıklı bir oyun. Biri yakalanıyor, diğeri yüzüne vurmuyor. İki de bir, ‘ben hemen hissederim’ diyerek veriyor alttan korku bombasını, adamı dağıtıp, huzursuz ediyor, adam da o panikle ya iyice saçmalayıp, tam enseleniyor somut delillerle ya da akıllısı cozlamadan terk ediyor yeni kadını.
Hikayenin aslı budur.
Ha, adam yakasında rujla, baştan aşağı parfüm koka koka giriyorsa eve, onun için özellikle altıncıya değil, hiçbir hisse ihtiyacı yok.
Veya mesajları, mailleri enselediysen,
Kafadan kırıver kafasını. Hak etti bu ağbimiz. Bu nevi ağbilerin salaklıkları diğer hanelerde de ne canlar yakıyor. Biz herifler de muhalifiz bu denli akılsızların davranış biçimlerine.
Veya bunların hiçbiri olmuyor, güvensizlik tavan yapıyor kadında, neyim eksik neyim fazlayla ilgileneceğine, yatıracağına kendini masaya en dürüst ve de en samimi halleriyle, çıkıyor diğer kadın avına.
Ola ki tutturursa, yırtsın kendi için vermesi gereken eksikliklerini fazlalıklarını didikleme mücadelesinden.
Diğer kadın çıkıverirse ortalığa, aklanıyor ve paklanıyor yargı tahtasında kendince.
Kadınların bu altıncı hissi bir tek kocaya, sevgiliye de çalışmıyor. Algı ağının kapsama alanına giren hiçbir erkek kurtulamıyor ellerinden.
- Ahmet bak demedi deme, bu Mehmet var ya kesin aldatıyor karısını, hissediyorummm...
Rekabette tavan durumları da var aslında kadınlar arasında, kim kimden daha hisli.
Mehmet’in karısının altıncı hissi, Ahmet’in karısına nazaran daha güçlü zaar.
Hadi bakalım, Ahmet’in karısı bunu katiyen bırakmaz Mehmet’in karısının yanına.
Onun da hisleri kısa zamanda faaliyete geçer Mehmet için.
Hislerimizi olaylar yerine, insanlarla ve kendimizle doğru ve dürüst ve düzgün ilişkiler kurmak adına kullansak, ne harita olmamız gerekecek, ne de hafiye.
Adresleri sora sora, aldatmaları da konuşa konuşa pek ala öğrenebiliriz.
Hislerimizi yanlış noktalarda kullanıyoruz, ne zaman da konuşmak gerekiyor bilmiyoruz.
Konuşulması gereken konularda hislerimizin arkasına saklanıyor, hislerimizle coşacağımız konuları da konuşarak kilitliyoruz galiba.
Haller böyle olunca da hissiyatıyla hareket eden gugıl meple, hafiyesi Mahmut’a dönüşüyoruz.
Nerede, ne zaman konuşmalıyız,
Nerede, ne zaman hislerimizin kapısını çalmalıyız bi haberiz.
Dilimiz, komplekslerimizi dillendirirken,
Hislerimizin arkasına da yüzleşemediğimiz güvensizliklerimizi saklıyoruz.
Gerçekten akıldan yoksun olmak lazım hislerle adres bulmak,
Gerçekten akıldan yoksun olmak lazım altıncı hisle hafiyelik yapmak için.
Gerçekten de akıldan yoksunuz muhtemelen ki bunları tamamı oluyor.
Birileri yarın sabah hisleriyle varacakları adresi arar yine,
Birileri de diğer kadın avına çıkar.
Mızrakla avlanılan, taşı taşa sürterek ateş yakılan,
Mağara dönemi insanlarını ilkel olarak tanımlıyoruz.
Laptopla haşır neşir,
Apartmanlarda, rezidanslarda, villalarda yaşayan,
Kredi kartıyla alışveriş eden insanlar,
Ne ola ki…
Not 1: GPRS çıktı, mertlik bozuldu mu acaba? Araştıracağım.
Not 2: Önce ‘mert’ bulmak lazım, zor iş, vazgeçtim.
06.12.2011
Ben hükümet olsam, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı, ‘Umuma Açık Tuvaletlerde Hacet Gidermeden Sorumlu Genel Müdürlük’ kurardım. Hacet iyi oldu.
Ağır bir hava verdi yazıya.
Aslında yazıda bitti.
Bundan sonrası ‘Umuma açık yerlerdeki tuvaletlerde davranış biçimlerimizle’ ilgili derin ve kokulu araştırmamdan notlar. Ve eğitim programının belirlenmesi yönünde çalışmalarım.
Bizim millet temizliği ile övünür.
Hijyen konusunda da bence fena değiliz diye düşünüyorum.
Ayrıca örf, adet ve geleneklerden gelen alışılmış davranış biçimlerimiz de temizlik konusunda bize oldukça fazla ipucu veriyor.
Misal;
Evlere ayakkabı ile girmez bizim millet. Dünyada terlik satışlarında önde giden ülkelerden biriyiz.
Bırakın evin antresine kadar girmeyi, büyük çoğunluk kapının dışına yığar ayakkabılarını, sonra girerler evlerine.
Ev kıyafeti, ev çorabı diye tanımlamalar vardır.
Yatak odalarına terlikle bile girmeyen insan sayısı oldukça fazla.
Taharet bezi diye bir bez vardı eskiden ve muhtemelen bizim millet keşfetmiştir yüz yıllar evvel.
Dine geçecek olursak, günde beş vakit namaz kılan, günde beş vakit abdest alıyor demektir.
Akan suda yıkanan bir insan soyunun devamı olduğumuzu da iddia ederiz. Küveti doldurup girmeyiz içine. Zaten ibrik de bu alışkanlıkların karşılığı fonksiyonel bir eşya olarak doğmuştur.
İlk aklıma gelenler.
Gel gör ki, kendini temiz ve hijyen olarak tanımlamış bir milletin evlatları, umuma açık tuvaletleri kullanmak konusunda fevkalade umarsız ve saygısız.
Ayakta işeme özürlüsüyüz mesela.
Kabin içinin tamamını tuvalet olarak bellemişiz.
Acaba kırılma noktası alaturka tuvaletten alafrangaya geçiş midir?
Alaturkada iş kolay.
Çişini salacağın yer geniş ve ferah. Duvara bile yaparsın istersen.
Alafrangada, hedef küçülünce denk getirmek bu kadar zorsa bizim millet için, işi kıvırmamız beş on kuşak sürecek bu durumda sanki.
Yoksa göçebe toplumdan gelmenin alışkanlığı ile ağaç diplerine işeye işeye hedef telaşı mı yok oldu genlerimizde?
Belki de biliyoruz bu konuda umarsız olduğumuzu ve bu nedenle taa en başından beri tuvaletleri evlerden uzak yerlere yerleştirmişiz.
Nasılsa beceremeyeceğiz bu işi, bari evden uzak, gözden ırak olsun mantığı da doğru olabilir.
E be adam, girdin tuvalete, ilk defada işemiyorsun hayatında, biliyorsun ne mene bir halt olduğunu, bari klozet kapağını kaldır.
Kaldırmaz. O kaldıramaz, sen de kaldıramazsın, değemezsin o pis zırıltıya. Sabahın ilk müşterisi becermiştir zaten.
Bizde müziksiz dans etme alışkanlığı da yok.
Zannedersin ki adam göbek attı, horon tepti işerken.
Ya da milletin şeyi dik başlı, kafasına göre takılıyor, laf anlatamıyorlar.
Sifona denk getireni bile görüyorum.
Sifon zaten bizim umuma açık tuvaletlerde su deposu görevini görüyor.
Kimse çekmez.
Ya aşırı duyarlı çevreciyiz içten içe, su kaybına engel olmak istiyoruz,
Ya da, bir sonraki nasılsa çeker deyip, bırakıp gidiyoruz.
Bıraktığı sadece çiş de değil, içini döküp gidiyor, ne var ne yoksa.
Aynı adamlar evlerinde de böyle gelişi güzel mi gideriyorlar hacetlerini acaba?
Ne var ne yok içlerinden döktürüp,
Sifonu çekmeden de çıkıp gidiyorlar mı tuvaletten acaba?
Kadın kısmına soruyorum, diyorlar ki ‘sen asıl kadınlar tuvaletlerini gör’.
Görmiyim.
Bana erkek tuvaletleri yetiyor.
Otuz senedir laborantlık yapan bir insandan daha fazla çiş, kaka gördüm elli yaşıma kadar.
Bizim millet çişiyle, kakasıyla bir türlü vedalaşamıyor da olabilir.
‘Ben geçtim buradan’ kompleksi diye bir hastalık bile olabilir.
İmza sendromu. Renkli, kokulu.
Önerim, Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda faaliyete geçmeli bir an evvel.
Okul öncesi ve ilkokul, lise seviyesinde dersler konmalı.
En az haftada iki, çocuklara teneffüslerde kayısı yedirtip, üstüne de bol su içirteceksin.
Sonrası uygulamalı.
Ders konuları da;
Deliğe nasıl denk getiririz?
Deliğe denk getirmenin sıçratmadan on yolu?
Ayaklarımıza işemek sağlıklı mıdır?
Kaka ve çiş nedir?
Kakamız ve çişimiz kalıcı mı olmalı? Kanalizasyon sistemine terk edilen çişle kaka bize küser mi?
Kakamıza ve çişimize toplum içinde bizleri temsil yetkisi vermeli miyiz?
Petlerimizi topluma mal etmeli miyiz? Petlerimiz ve biz.
Rüzgara karşı mı işemeliyiz, pisuara mı?
Tuvalet kağıdı mı, A4 mü? Amacı, tarihçesi.
Hayvanla insan arasında en önemli on fark nedir?
İnsan bir hayvan mıdır?
Hayvandan insan olur mu?
Aklıma ilk gelenler.
Uzman kişiler artık konu başlıklarının altlarını doldursunlar.
Her dönem de imtihanlar olmalı.
Kurul önünde.
A dan Z’ ye işi beceremeyenleri bırakacaksın sınıfta.
Bu işeme, kaka yapma ve de sifon çekme özürlüler sonra okuyorlar, üniversiteleri bile bitiriyorlar.
Hatta üst kademe yönetici bile oluyorlar.
Hatta ve hatta sanatçı da oluyorlar, iş sahibi de, hükümet adamı da.
Her bir derslerini tam yapıyorlar ki, alıyorlar o diplomaları, kapıyorlar o koltukları, pozisyonları.
İçlerinde mucit olanı da vardır, ahkam kesen filozofu da.
Eğitim şansı bulamamış işçi, amele olmuşlar da işe girerken üç günlük hızlandırılmış kurslara alınmalı ve de kurs sonucu imtihandan çakanlara da iş verilmemeli.
Okul, hastane, iş yeri, iş merkezleri, fabrika, atölye, mağaza, pastane, kafe, restoran, meyhane, gece kulübü, dernek, dershane, spor tesisi, alışveriş merkezi, cami nereye girersen gir dert aynı.
İnsan olmak için diploma gerekmiyor.
Para pul da.
Statü ile de insan olunmuyor.
Her şey olursun kafaya takarsan ve çalışırsan, ama insan olmak kolay iş değil.
İnsan olarak doğmakla, insan olmak arasında fersah fersah mesafe var.
C eksiden tut, A artıya kadar bu dert hep aynı.
Hele şu A’lar ve artıları…
En iyi okullardan mezun olmayı,
Bilmem ne şirketinde bilmem ne görevini kapmayı,
Yüz binlerce dolarlık arabalarla, evleri almayı biliyorlar,
Ama sonra bir deliği denk getiremeyip, ayaklarına işiyorlar.
Kime sorsam ‘haklısın’ diyor,
Sonra da moku bir birine atıyor.
Mecaz yapmayın, konumuz zaten mok diyorum,
Ben diyorum, ben dinliyorum galiba.
Bu insan olmak işi zaten zor,
Hele sıkışınca umuma açık yerlerde,
Zor, oluyor sana çok daha zor.
Eğitim programları beyne, akla yönelik.
İnsan olmak için programa alttan başlatmak lazım galiba.
Altı üstü ‘tam bir insan’ olmak için.
Ukalaca edilen laflar vardır, hem de bilgiç bilgiç;
‘Kumdan kalesi yıkıldı veya yıktılar’ diye.
Betondan, hatta çelik konstrüksiyon yapaydı o zaman.
Kale işleri nazik.
Hele kum tarafı için taa çocukluğumuza dönmek gerekiyor.
Uyarılırdık;
- Güzel güzel yap resmini, dikkat et, sonra bozulur.
- Dikkat et çocuğum, odanı yeni topladım, bozma, güzel güzel otur.
- Güzel güzel oyna, dikkat et üstünü kirletme, daha şimdi giydin temiz temiz.
- Dikkatli ol güzel güzel oyna düşme, yaralanırsın sonra.
Say sayabildiğin kadar.
Uyarıları da, ‘Yassak’ları da.
Her ne yapıyorsan, onların tarif ettiği şekil neyse ona uygun olarak güzel güzel yapacaksın, hep de dikkat edeceksin. Hem başkalarıyla ilgili olanlara, hem de kendi yaptıklarına.
Oynayacaksın ama nasıl olacaksa düşmeyeceksin.
Yani eğlenceye izin var, ancak kendini kaptırman ‘Yassak’. Hep dikkatli olmalısın. Eğlencenin dozu, ebeveynlerinin senin için doğru bulduğu her neyse o çizgi karşılığı güzel güzel olmalı.
İstersen resim yapabiliyorsun izin var, ne güzel, ancak yaptığın resmi isteyerek veya istemeyerek bozman ‘Yassak’.
Senin resminin güzel olduğunu düşünenler koyuyor yasağı, senin güzel güzel yaptığın, senin resminin üstüne.
Odan var ne güzel, ama kendi odanda kurduğun düzen evin diğer odalarına uymuyorsa, uygun değilse, sana ait senin odanda onların belirlediği düzeni bozman ‘Yassak’. Güzel güzel oturacaksın odanda.
Ye, iç, oyna, eğlen her şey serbest ama üstünü kirletip, annenin başına iş açma. Üstünü başını hep temiz tut. Tut ki, başkalarının başına yeni işler açma. Zaten ‘Yassak’.
Say sayabildiğin kadar.
Bu yasaklarla güzel güzel büyüyen çocuklar bir gün büyyük büyyük insanlar oluyorlar.
Kendilerine dikkatlice, güzel güzel yaşamlar kuruyorlar.
Yaşamlarına korunak olsun diye de güzel güzel kaleler de yapıyorlar kendilerine.
Kaleler kumdan ancak. Sağlam değil, çünkü malzemede bütünlük yok.
Gerçek kaleler gibi bunlar.
Fark, görüntüleri bildiğimiz kale gibi değil.
Görüntüleri eve benziyor,
Ofise de benziyor.
İçine girdiğimizde kendimizi güvende hissettiğimiz kaleler.
Şekli şemali, kalitesi, adresi farklı ama hepsi ev, hepsi ofis.
Düzeni belli.
Getirisi, kazancı belli.
Götürüsü, kaybettirdikleri de belli.
Ama kumdan. Bütünlük arz etmiyorlar ‘kendimiz’le çünkü.
Kendimizle bütün olmaya karar verirsek bir gün,
Bu sefer de ne kalelerimizi yıkmaya cesaretimiz var,
Ne de kalelerimizin düzenlerini.
‘Yassak’.
Ayrıca, kumdan mumdan, yapmışsın güzel güzel, ne gerek var.
Eskiden ebeveynlerimizin dediklerini şimdilerde kendi kumdan kalelerine sığınmış, cesareti olmayan ve kendi bütünlüğüne de vakıf olamamış dostlar, arkadaşlar tekrarlıyor;
- A aa, bu kadar sene sonra, dayan ne kaldı emekliliğine, bozma düzenini, güzel güzel çalışıyorsun işte...
- A aa, bu kadar sene sonra nereden çıkarıyorsun boşanmayı, bozma düzenini, güzel güzel yuvarlanıp gidiyorsunuz böyle...
- A aa, bu kadar sene sonra ne demek ayrılmak, bozma düzenini, güzel güzel anlaşıyorsunuz işte...
- A aa, bu kadar sene sonra nereden çıktı şimdi gidip başka şehre gitmeyi, bozma düzenini, güzel güzel yaşıyorsun böyle...
O yassak bu yassak diye diye, alttan dayatılan, enjekte edilenler güzel güzel diye diye kendini bilemeden, kendini keşfedemeden, kendi özüyle hesaplaşma alışkanlığı, cesareti olmadan, kendi bütünlüğünü keşfedemeden büyümüş insanlar şimdi de, güzel güzel düzenleri bozmamak adına ‘hayatın tamamını’ kendilerine yassak ediyorlar.
Konuşuyorum evli, bekar, çalışan, işsiz, zengin, fakir, kadın, erkek onlarla insanla, hepsinin içlerinde yer etmiş, işlemiş duyguların büyük kısmı mutsuzluk üzerine.
Ancak, hayalleri var.
Var da, hayalleriyle, yaşadıkları hayatlar bir biriyle iç içe geçemiyor.
Hayallerini, olmak istediklerini, özendiklerini, özlerini filmlerde, kitaplarda,
Artık kendilerine ait olmadığını fark ettikleri gerçekleriyle bezenmiş yaşantılarını ve yaşattıkları ve yaşadıkları mutsuzluk tohumlarını da kumdan kalelerinde yeşertiyorlar.
Sadece filmlerde, kitaplarda olur zannediyorlar hayatın tamamını oluşturan diğer yaşantıları.
O senaryolar, konular karşılığı milyonlarca gerçek yaşam olduğunu da ya kabul etmiyorlar, ya da fantezi diye adlandırıyorlar.
Sen kendini kalene öyle bir hapsetmişsin ki, hayatın tamamını oluşturan her şeyin sadece filmlerde, kitaplarda yaşanıyor olduğunu düşünmen de normal, olan bitenlerin büyük bir kısmını fantezi diye adlandırman da.
Normal olmayan, nasıl bilmiyor olabilirsin ki;
Kaleyi zamanında yapanın sen olduğunu.
Kalenin senin ve sana ait olduğunu.
Kendin yaptığın, kendine ait kaleni de yıkmak istersen de yıkarsın ‘güzel güzel’ istediğin an.
Artık ‘Yassak’ değil,
Büyüdün, ‘büyyük’ oldun.
Korkmamak lazım,
Acıtmaz.
Kale ya, adından isminden dolayı sert sanıyorsun, yıkmak için vurunca canın acıyacak sanıyorsun,
Acımaz,
Kumdan.
O kumların her birini tane tane sen yerleştirdin, sen koydun üst üste, o yüzden senin kalen o.
At tekmeyi, ellerini de kullan, yerle bir kale.
Esarete veda partin içinde;
Otur sahilde denizin kenarına, ayaklarını dalgalar ıslatsın.
Güneşin batışını seyret önce,
Vur kafayı uyu üstüne bir güzel.
Sabah kalk, kaşın, gerin.
Sırıt.
Yürü sahile.
Kum orada.
Su da var.
Kalesiz yaşayamam diyorsan, başla yeni kaleni yapmaya.
İstediğin gibi yap, ‘güzel güzel’ olması da gerekmiyor.
Kendi bütünlüğüne de espri katmışsın olursun, ‘hala mı veya yine mi kumdan’ dediklerinde.
Hem, malzemelerde bedava, patron veriyor.
SBİKF’dan. ‘Sıradan ve Büyyük İnsanları Kalkındırma Fonu’ndan.
İşçilikle dizaynsa,
Sana ait.
İçini de istediğin gibi doldurmak serbest.
Güzel güzel olması da hiç mi hiç gerekmiyor.
Sana göre, senin için olsun yeter.
Tekrar yapıp, tekrar bozmak da.
Üstünü başını kirletmen de serbest,
Oynarken düşmen de artık.
‘Yassak’ yıllar evvel bitti. Bitti de,
Senin haberin olmadı,
Galiba,
Güzel güzel…
Not: Bugünlerde iki de bir patronun kulaklarını çınlatır oldum. İşe alacak beni yakında galiba…

04.12.2011

Düs…

‘’Gözün kara olacak.
Kararını vereceksin, yürüyüp gideceksin.
Vazgeçmeyeceksin.
Sevdiklerin nelerse listeleyeceksin,
Tek tek.
Sevmediklerini de listeleyeceksin,
Tek tek.
Sevmediklerini yaşamayacaksın, yaşatmayacaksın kendine,
Hakkın yok çünkü.
Sevdiklerini yaşayacaksın hep,
Hakkın var çünkü.
O hakkı doğduğun gün verdiler sana.
Hakkını kullanmayı bileceksin,
Hakkını çar çur etmeyeceksin.
Sevdiklerini yaşamanın bedellerini hesap etmeyeceksin.
Bedel dediğin yaşanması gerekenler.
Basite indireceksin hayatı,
Derinlerinde kaybolmadan.
Her şey var hayatın içinde.
Ne istersen var.
Sana layık, senin yaşamak istediklerin.
Herkes kendi hayatını yaşar.
Başkalarının hayatlarına özenmeyeceksin.
Hiç kimseyi, hiçbir şeyi kıskanmayacaksın.
Takdir edeceksin gönülden.
Kendi başarılarını çok önemseyecek,
Seni tebrik etmelerine izin vereceksin.
Takdir edeceksin kendini.
Gün be gün gideceksin.
Her bir yeni günü sevdiklerinle geçirmek için,
Her bir yeni gün, hiç vazgeçmeyeceksin.
Sen inat ettikçe sevdiklerini yaşamak adına,
Sevmediklerin üstüne binecek her bir gün.
Omuzunu silkip,
İplemeyeceksin.
Pişman olmayacaksın hiçbir zaman.
Pişman olduklarının o gün ki sen olduğunu kabul edeceksin.
Hata yapacaksın, hatalara izin vereceksin.
Hatalarınla güzelleşeceksin.
Yalanlarını kendine de söyleyeceksin.
Yalanının gerçek olmadığını iyi bileceksin.
Sevmediklerin şımarık çocuklar gibi,
Yüz verdikçe üstüne gelirler her bir gün.
Yaşamını çalmak için inat ederler,
Sen de inat edeceksin.
Biri mutlaka vazgeçer sonunda,
Vazgeçen sen olmayacaksın.
Seneye bugün nerede olmak istediğini hayal edeceksin.
Hayaline doğru yürüyeceksin gün be gün.
Fit olmayacaksın.
Vazgeçmeyeceksin,
Bedeninle yürüyüp,
Yüreğinle ilerleyeceksin.
Aklına güvenip,
Yüreğine inanarak,
Kendinden vazgeçmeyeceksin.
Tüm bilgilerini, bildiklerini paylaşacaksın.
Bilgilerinle ilerleyenlerden gurur duyacaksın.
Göğsüne madalyalar takıp,
Bir konuda mutlaka uzman olacaksın.
Herkes kendi yastığına koyar başını.
Önce ‘ben’ diyeceksin.
Önce ‘ben’ dersen, sevdiklerini yaşarsın.
Sevdiklerini yaşadıkça, kendini daha da çok seversin.
Sevdikçe kendini, ışıldarsın kat be kat.
Işığın yayıldıkça, aydınlığını sevenler toplanır etrafına.
Sen de birilerinin sevdiklerinden biri olursun.
Kalabalıklaşırsın.
Kalabalıklar içinde kendini sevmeye devam edeceksin.
Sevmediklerinse, aydınlığında yaşayamaz.
Kaçıverirler karanlıklara.
Tek tek.
Sabredip,
Devam edeceksin kendi yolunda.
İnanmışsan yüreğinle,
Kendi yolundan vazgeçmeyeceksin.
İstediklerin gerçekleşmiyorsa, sevineceksin.
Yeni hayatın başlıyor demek,
Yeni hayatını seveceksin.
Hayatta her şey senin için.
En güzel akıl senin,
Yüreğinin sesini iyi dinliyorsan eğer.
En güzel yürek senindir,
İçinde gezinebiliyorsan eğer.
Hayata kızmayacaksın.
Hayata kızarsan, küser hayat sana.
Küstürmeyeceksin hayatı kendine.
Kızdığın hayat da sensin,
Sana küsen hayat da sen,
Sana sarılan hayat da sen.
Sabah kalkınca, göğe bakıp gülümseyeceksin.
Öpeceksin hayatını iki yanağından.
Sevdiklerinle geçireceğin bir gün daha başlıyor.
Sana layık bu hediyeyi sevgiyle kabullenip,
Haline bir kez daha,
Bin kez,
Şükredeceksin’’.
…tur çektim kendime,
Nasip oldu sizlere.
03.12.2011
Solcu var mı solcu?
İçinizde solcu olan var mı? Veya sola sempati duyan? Veya hem sempati duyup hem de solcu gibi yaşayan? Veya kendini sosyalist görüp, sosyalist gibi yaşayan?
Var diyenler ellerini kaldırsın, sayacağım. Sonradan sıraya kaynamayın ama.
Solculuk zor iştir. Herkes solcu olamaz.
Sonradan sağcı olunur, ama solcu olunmaz.
Solcu doğulur çünkü. Zoru seçerek doğmuşsundur.
Sağcılıksa daha kullanışlı, daha esnek. İstediğin an sağcı olursun.
‘Ben sağcı oldum’ dersin, herkes de ‘ohh ne güzel, sen sağ ben selamet’der, iş biter.
Ben çocuk irisiyken derlerdi ki, bu ülke sağcı. O sağ, bu sağ ancak çoğunluk sağcılarda.
Solcu olmakla, solcuyum demek ile öcü olmak aynı kategorideydi.
Hele hele, komünizmin lafını eden kendini içeride bulurdu, yıllarca hem de.
Partiler kapatılır, insanlara bin tane zulüm.
Sonra ben gençken bir Ecevit rüzgarı esti.
Galiba ’60 lardan sonra en büyük oranda oyu da yüzde 40’ larla, Haziran ’77 de aldı sol kanat memlekette. Ki, bu oy oranına rağmen meclisten de güven oyu çıkarıp, tek başına iktidar olamadı.
Demeye kalmadı, ihtilal oldu, solu molu kalmadı, dağıldı gitti.
’60 ların başı sol, ’70 lerde ağırlıklı sağ, aralarda kısa kısa sol,
’80 ler komple sağ.
’90 lar, sonu hariç yine sağ.
2000’ ler zaten malumunuz.
Demek ki bu ülke sağ, içinde azıcık sol var. Azıcık sol da gittikçe soluyor.
Deniyor ki şimdilerde, 2000’ler den beri sağ var, var ama sol gibi çalışıyor.
Azıcık solcular hemen zıplıyorlar yerlerinden, böyle sol mu olur nereden çıkardınız, saçmalamayın diyorlar.
Siyaset yapmak için başlamadım söze.
Bu ülkenin çoğunluğu ve hatta çekirdeğinin göbeği de dahil sağcıysa, ki yakın tarihimiz net olarak koyuyor tabloyu önümüze, neden romantik değil bizim insanlar sorusunu sormayacağım bir daha ne kendime, ne de başkalarına.
Hayda bre, lafa bak.
Sağcılar sıçrar hemen bu lafın üstüne.
‘Ne yani, sağcı olununca romantik olunamaz mı’ diye.
Olunur.
İstese ve isterse herkes romantik de olur, romantik hallere de bürünür.
Ancak, romantizmin ruhunda yatan yumuşak doku, yaşam içinde kendini solda gören, solda hisseden insanların ruhunda daha rahat ve kolay köklenir ve yeşerir, çeşitlenir.
Nedeniyse, solcular sağcılara nazaran daha kalender, daha duygusal bakarlar yaşama. Daha yaratıcılardır.
Kalender oldukları için, daha duygusal oldukları, daha yaratıcı oldukları için solcu olurlar zaten.
Gerçek bir solcu ile sağcının yaşamları da farklıdır.
Sola yatkın kişi, her nevi canlılarla dostça bir ilişki kurarken,
Diğer taraf canlıları sadece sever, sevgisini ve ilişkisini de ihtiyaçları doğrultusunda sınırlandırır.
Sağ hayatı formüller üzerinden kurgular ve yaşarken,
Sol, duygularıyla kendiliğinden kurgulanmış hayatını yaşar, formüllere çok da rağbet etmez.
Sağ formüllerle kurguladığı yaşamını orta ve uzun vade program ve planlarla desteklerken,
Sol, kendiliğinden duygularla kurgulanmış hayatını istese de orta ve uzun vade planlar ve programlarla destekleyemez. Zaten plan ve programları değişen ruh şartlarına endeksli olarak tazelenerek yenilenir iki de bir.
Bir taraf kazançlarını gözüyle görüp, eliyle tutmak isterken,
Diğer taraf kazançlarını gönlünde hissetmek ister.
Ben çok mu yanılıyorum? Hayır çünkü zaten dünyanın nereden gelip nereye gittiği belli.
Sol düşüşte her yerde, sağ da çıkışta.
Solun ha bire kan kaybetmesinin temelinde yatansa, arkadan gelen her bir yeni kuşağın daha da materyalist olmasıyla ilgili.
Arkadan gelen her bir kuşağın daha da materyalist olmasının nedeni de, materyallerin her geçen gün daha da renkli, insan hayatını daha da kolaylaştırıp, daha da eğlenceli kılmasıdır görüşüm.
Materyal de, insanın sola olan tutkusunun önüne set çekmek için iyi bir enstrüman.
Hatta tek enstrüman.
Aynı materyal de sağın var olma, nedeni.
Sağın içine din ağırlıklı siyasi görüşü de kayıtıyorum.
Sağın bir kısmı her ne kadar ruhani duygularla çıkmış olsalar da kendi yollarına, materyali en çok tüketen kesimi de temsil ettiklerini rahatlıkla söylemek mümkün.
İnsan çocuk gibi hep, az veya çok.
Hep bir oyuncak peşinde, eğlenmek ve eğlendirebilmek için.
Romantiklerin oyuncakları duyguları.
Materyalistlerin de materyaller.
Materyal peşinde koşandan tam kıvamında romantik çıkmaz. Çıkan romantik hallerde, filmlerden esinlenmiş, kitaplardan yorumlanmış, sesi ve rengi çok, tadı ve duygusu bilinendir, bildiğimizdir.
Materyalden uzak durandan da ne keskin kıvam patron çıkar, ne de her yolu mübah gören siyasetçi.
Keskin patron değilsen kaybetmeye mahkumsun bir gün illa.
Her yolu mübah görerek hareket eden siyasetçi değilsen, yok olmaya da mahkumsun illa.
Romantikler tek tek veda ediyorlar dünyamıza.
Sona yaklaşıyoruz.
Sona yaklaştığımızı soldan anlıyorum.
Sol soluyor her geçen gün.
Materyalistlerin de sayıları kat be kat artıyor.
Sol veda ediyormuş gibi gözüküyor.
Ben hiç üzülmüyorum ve arkasından gözyaşı da dökmüyorum solun.
Hatta seviniyorum da ve de istiyorum ki son bir an evvel gelsin.
Bir son gelecek, o kesin, kesinde o son bir gün solcuların değil, sağcıların başına gelecek.
Sadece sabretmek, dünyayı, insanları kendi hallerine salmak, kendi evrimlerini tamamlamalarına, yaşamalarına izin vermek yeter, o sona ulaşmak için.
Üzülmeden, kanepeme yayılmış ve kaykılmış bekliyorum materyalistlerin makus sonları bir an evvel gelsin diye.
Sona geldiklerinde, bizleri bizlerle beraber, hep beraber en başa, taa en en başa döndürecekler.
Şimdilerde, her şeyi alsınlar, daha da alsınlar, daha da daha da alıp, tüketsinler diye bekliyorum.
Önce materyallerin, sonra da heveslerinin tamamı bitsin diye bekliyorum.
Bütün çocuklar gibi,
Hevesleri kaçınca, bitince sıkılacaklar, bütün çocuklar gibi.
Yüzlerce oyuncağı arasında sıkılan bütün çocuklar gibi.
O gün gözlerine ya bir çiçek çarpacak, ya bir karınca, ya da bir uç uç böceği bir yerlerde.
Dönüp oyuncaklarına bakacaklar rengarenk, çok işlevsel ancak cansız,
Sonra tekrar çiçeğe, karıncaya, uç uç böceğine takılacak gözleri, canlı.
Biri değişken, sevecen, hareketli ve milyarlarca yıldır insana karşı vefalı, dost,
Diğeri donuk, soğuk, hareketsiz ve insanı tanımıyor bile.
Her çocuk gibi tarlalara, bağlara, bahçelere atacak kendini tüm materyalistler de bir gün.
Tüm kapitalistler de.
Tüm aşırı milliyetçiler de.
Çünkü o gün ne materyal kalacak ne materyalin önemi, ne kapital kalacak ne kapitalin önemi, ne memleketler kalacak ne de memleketlerin önemi.
O gün ne sol kalacak ne sağ.
Kimse solcuyum demeyecek, diyemeyecek, ama herkes solcu gibi yaşayacak.
Eşit.
Eşitlik kazanacak.
Eşitleneceğiz.
Paylaşarak yaşanacak.
Herkes herkes için çalışacak.
Herkes her şeyi herkese ikram edecek.
Kimsenin hiçbir şeyi olmayacak.
Her şey herkesin her şeyi olacak.
Benim keyfim yerinde.
Son romantik hiçbir zaman ölmeyecek çünkü.
Son materyalisti de toprağa muhtemelen bir romantik verecek.
Ben yakın tarihten çok,
Uzak, çok uzak tarihle ilgiliyim.
Ne Mayalar kaldı, ne Babil Kuleleri.
Kim bilir hiçbir zaman bilemeyeceğimiz, öğrenemeyeceğimiz kaç bin medeniyet toz oldu, toprak oldu, havaya suya karıştı, yok oldu, geçen milyar yıllar içinde.
İnsansa hep var, hep oldu, hep de olacak.
Çünkü insanda ‘insanı insan yapan ruh’ var.
Patron işini iyi biliyor.
Patron romantik.
O yüzden yıldızları da var zaten…
Kendimi bildim bileli, her ne kadar memleket ahalisinin geneli ile kaynaşmaya çalışsam da sonunda olan oldu ve de nüfusun yüzde 3,8’inin içinde kala kaldım.
Kaldığımı da birkaç hafta evvel devletimiz bakan başının yardımcısından öğrendim, meclise sunduğu araştırmanın sonucu olarak, çok kederlendim. İçime kapandım.
Gazeteler yazdı, fark eden etti, edemeyen hangi yüzdeler içinde yaşıyor farkında değil hala. Ne acı ve ne büyük bir kayıptır onlar için.
Efendim, memleketimizin yüzde 96,2’si caz müziği dinlemiyormuş, bakan başının yardımcısı öyle diyor.
Ne enteresan, halbuki ben tam tersi zannediyordum.
Binlerce caz kulübünün kapılarındaki kilometrelerce insan kuyruğu yalanmış demek. Aşırı derece hüsrana uğramış bulunmaktayım, kırgınım.
Devletin yaptığı bu araştırmanın sonuçlarına inanıyorsam, tercihim ‘naa mert’ olmak yönünde.
73.552.325 kişi yaşıyor bizim memlekette, Devlet İstatistik Kurumu’nun en güncel verisini doğru olarak kabul edersek.
Şimdi, bu durumda ben 2.353.674 kişiden biri olmuş oluyorum.
Şaka mı bu…? Bu ülkede kundaktakinden, en yaşlı amcayla teyzeye kadar toplam 2.353.674 kişi caz dinlediği için, caz müzisyenleri paraya para demiyor zaten memlekette. CD’ler kapış kapış. Konserler hınca hınç. Gençler bir birlerini eziyorlar cazcı olmak için.
Ben kendim saydım sağdan sola, doğru rakamı vereyim, vardır bir yüz bin kişi kabaca, kıyı bucak her kimseyi sayarsak. Bu rakam bile yalan olabilir, belki daha bile azdır. Azında, yarısından fazlası caz müziği dinlese de, kim neyi çalıyor bi haberdir.
Şimdi sıkı durun, devletin bakan başının yardımcısı milletimizin meclisinden bir başka veri daha sunuyor biz kullarına.
Memleketin yüzde 7,7’si klasik müzik dinliyormuş.
Baba ne yaptın sen böyle yahu…
Hiç eline kalkuleytır alıp da çarpıp böldün mü? Van minüt lütfen yani.
5.663.529 kişi bu ülkede klasik müzik mi dinliyor yani?
Bach falan yani?
Ama ben yerim bu 5.663.529 kişiyi tek tek.
Bachın da bachın hele.
Klasik müzik dinleyenler caz da dinliyorsa ve de bu durum memleket sathına eşit olarak yayılmışsa, 500 kişilik bir kalabalığın içinde 35 kişi caz ve Bach dinliyor yani...
Bach bach bach…
Mecliste de, 38 kişi. Zaten meclis genel kurulunda hemen fark ediyorsun cazcılarla, klasikçileri.
Caz caz bakıyorlar, klasik de bir duruş sergiliyorlar caz caz bakışlarının yanı sıra.
Mutlu azınlık.
Ben bu mutlu azınlıkla ilk kez orta ikideyken tanıştım.
Kuzenim tuttu benimle ablamın elinden götürdü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konser salonuna.
Ben heyecanlıyım, isteyerek gittim, bilincim yerindeydi hala o sıralar. Konser ya, sevinçler içinde bir çocuk işte.
Konser salonuna geldik. Herkesler inanılmaz şık. Hınca hınç doldu salon.
Orkestra yerini aldı. Ben başladı zannettim, ilgiyle dinlemeye çalışıyorum. Akort tutturuyorlarmış meğersem henüz.
Neyse, herkesler gırtlaklarını temizledi. Zorla öksürtenler var kendilerini. Sümküren hatırlamıyorum, günahlarını almayayım boşuna.
Son temizlikler bitti göğüs, boğaz hançeresi kesiminde. Herkes sustu.
Çıt yok.
Benim doğduğum günden beri hiç konuşmadığım, hatta ses bile çıkarmadığım ilk iki saat de böylece başladı. Birçok şeyin ilkini bir anda yaşadım demek.
Eseri hiç hatırlamıyorum ancak şefle besteci aklımda.
Şef, rahmetli Hikmet Şimşek. Besteci Mahler.
Bir ara zannettim ki, derslerim çok kötü diye babamlar kuzenimi alet edip, bana ceza verdiler.
Konuşmama bir izin verseler ‘valla billa hep çalışacağım derslerime, hatta okulu bile asmayacağım bir daha’ deyip yırtacağım, ama ne mümkün.
Cezamızı tamamladık. Konser bitti. Ben hiçbir şey hissetmiyorum. Bilincimdeki kayıp tavan yapmış durumda.
Bütün salon ayağa kalktı. Alkış tufanı. Ben de önümdeki adamın sırtına bakarak alkışa katıldım. Yaptığım hiçbir şeyden sorumlu değildim, ben ben değildim sanki.
Mahler ve ben.
Oldu.
Olmuş. Olacağı mı varmış, olmalı mıymış, olmazsa ne olurmuş bilemem, ancak gerçekten oldu.
Veya ben daha o zamanlar mutlu azınlığın içinde yer almanın iyi bir şey olduğunu çaktım belki de.
Yeni haftaya girdik, tekrar konsere gitmek gibi bir dürtü geldi içimden.
Doyamadım Mahler’e demek ki, kaşındım.
Gittim. Sonra bir daha gittim. Bir daha, bir dahalar taa lise bitene kadar sürdü.
Her Cuma akşamı.
Şık şık giyinmece. Yelek, kravat, falan. Dedemin köstekli saatini bile takıyorum bazen yeleğin üstünden.
O gün iyi ki kuzenim elimizden tuttu götürdü konsere, Allah ondan razı olsun. Denedi, tuttu aşı.
Ben de iyi ki kaşındım bir sonraki hafta.
Ondan sonrası müzik alemine balıklama dalış ve bu büyük alemin içinde sonsuz keyifleri tada tada çıkılan, bitmeyen bir yolculuk.
Her nevi müzikle tanışmaca tek tek.
Resme hep meraklıydım, resimler seslerle birleşti, birleşiş o birleşiş.
Hikmet Şimşek ve sonrasında Gürel Aykal’ı çiz desen, arkadan görüntülerini ezbere hatırlıyorum hala.
‘Yüzünden ne hayır gördük ki, arkanı dönüyorsun’ derler ya. O adamların arkalarından gördüğüm hayırlar bana, benim yaşantıma çok şey kattı.
Klasik batı müziği bana bir gün dedi ki, peki kardeşim sen klasik doğu müziğini hatmettin de, batısı mı kusur kaldı.
Haydi bu sefer kaptırdık klasik Türk müziğine.
Demeye kalmadı türkülere.
Kolej bebesiyiz ya, Chicago’lar, Rick Wakeman’lar, Santana’lar, Jimi Hendrix’ler ve niceleri zaten cepte, güldür güldür geliyor alttan.
Olduk mu sana müzik delisi. 33’lükle yattığımı bilirim ben.
Sonuca gelelim, rapora yani.
Bizim milletin büyük bir kesimine ne bugün, ne yarın uymaz klasik batı müziği.
Hele caz hiç mi hiç uymaz. Uyanı da var mutlaka, var da yüzdeyle değil, bindeyle ifade etmek gerekir.
Biz Türküz. Bizim kökümüz şıkıdım oynamayı sever müzik dinlerken, müzikse konu.
Ya da içlenmeyi.
Biz böyleyiz.
Tamamı kolejler bitirmiş, yurtdışılardaki okulları hatmetmiş, iki üç lisanı yalamış yutmuş, faynenşıl tayms’da makalelere kaptıran, kendine dünya insanıyım diyen kalabalığa dahi daya Mahler’i, Duke Ellington’u, istisnalar ve de istisnalar içinde statü kapmak için kendini feda edenler hariç, bir saatte bitirirsin işlerini, hepsi efsunlanmış gibi başlarlar bakmaya.
Değiştir müziği, ver alttan Tarkan’ı, Sulukule’linin roman havalarını, kadın erkek alayı sahnede, şıkıdım şıkıdım oynuyorlar.
Ben de oynuyorum.
Hem de ceketi kemerime takıp.
Kan ter içinde kalana kadar.
Hatta tam yeri gelince, Öp Öp diye sıçrıyorum da olduğum yerde.
Rossini de dinlerim, Miles Davis de.
Ama derim ki, biz Türküz kardeşim.
Bizim şıkıdım şıkıdım hepsinin babasını döver memlekette.
Nüfusun yüzde 3,8’i caz dinliyormuşmuş da,yüzde 7,7’si de klasik dinliyormuş.
Bizim memlekette hem de.
Ya İsveç’ten gelen bir raporu verdiler adamcağızın eline yanlışlıkla,
Ya hesabı yapan ağbimizin aklı fena karışmış milyonlarca aç, işsiz insanı tok gösterme telaşından,
Ya da dizi falan da seyretmiyor hiç, vatandaşın içine kaynayıp.
Ekonomiyle ilgili tüm verileri mecbur kabullenirim. Aksini ispat şansım da yok.
Ama konu cazla, klasik batı müziğine gelince,
Van minüt gerçekten yani.
Her biri için ayrı ayrı hem de,
Pıliiz yani...
Eskiden ne çok aşklar yaşanırdı etrafımızda. Aşktan geçilmezdi.
Son zamanlardaysa etrafımda doğru düzgün, şöyle insanı yerinden hoplatan, özendiren, dilden dile dolaşan, heyecanlandıran, insanları sokaklarda kıskandıran bir aşk yaşanmadı. Yaşanmıyor da.
Önceleri mutlaka yaşanıyordur, ben farkında değilimdir dedim.
Sonra dikkat ettim, yok gerçekten. Çoğu insan kendi aleminde, aşksız, aşktan uzak yaşayıp duruyor.
Aşk mı çekti gitti aramızdan, tahammül edemedi bizlere, yoksa biz mi aşkı önemsemez olduk?
Kanıksadık ve sıradanlaştı mı aşk?
Veya büyük aşklar artık kapalı kapılar arkasında yaşanıyor da bizler mi göremiyoruz aşıkları?
Veya çoğu insan aşk yorgunu, bıkkını, başını yeni dertlere sokmak mı istemiyor yeniden?
Veya insanlar, insana aşktan beklentilerini karşılayamadı da, aşkı başka yerlerde mi arıyor?
Veya evdeki hesabı çarşıya uymayınca, çarşıya uygun olanın peşine mi düştü insanlar?
Aşktan vazgeçmediler benim düşüncem.
Aşkı yaşamaya (kendilerince) devam ediyor insanlar. Aşksız katiyen yaşayamaz zaten insanoğlu.
Gördüğüm, insana olan aşktan uzaklaştılar. İnsanın yerine hayvanlara, doğaya, çiçeğe, sanata boca etmeye başladılar aşk kaynaklı duygularını.
İnsana olan aşk riskli.
İnsana aşkta bin verirsin, bir bile alamaya da bilirsin.
Aşkın yapısı bu. Kendin için verirsin aşkta, hem de çok isteyerek.
Kendinle ilgili ne var ne yoksa vermektir aşk.
Karşılık beklemeden. Karşılık bekledin mi, pazarlığa girmiş olursun aşkla ki, aşk pazarlık sevmez.
Aşkın aşkla kabaran heyecanı, yerini yoğun ancak daha durağan duygulara bırakmaya başlayınca da, dönüp hesaplarını çıkarmaya başlarsın o güne kadar yaşadıklarının.
Kendi hayatına yansımaların getirileri ve götürülerinin neresinde olduğuna bakarsın.
Bencilce.
Aşkın kendi de bencilliktir,
Aşkınla, aşkla yaşadıklarının değerlendirmesi de.
Kimse kimseye karşısındaki mutlu olsun diye aşık olmaz.
Aşk duygusu kendin içindir.
Karşılığı var veya yok.
Gün gelir, o karşılıkların varları ve yoklarını başlarsın didiklemeye.
Genelde götürülerin, getirilerden daha fazla olduğu sonucu çıkar ortaya.
Hemen pozisyon alırsın ve de aşkını yaşamın içinde ve kendi adına daha kullanışlı hale getirmeye çalışırsın.
Genelde de getiremezsin.
Ya götürülere fit olur yaşamaya devam edersin aşkını,
Ya getirilerle mutlu olmayı öğrenirsin,
Ya eksik olan getirileri özler düşersin yollara yeni bir aşk için,
Ya da arkanı dönüp aşka, dalarsın aşksız yaşama.
Aşkı hayvanlarda, doğada, sanatta aramanınsa avantajları vardır.
Hayvanlara, doğaya, sanata bir verirsen, bin alırsın.
Her an vermek zorunda da değilsin.
Bir kez ikna ettin mi, bir kez sevdirdin mi kendini hayvanlara, çiçeklere, ağaçlara, her an kat be kat fazlasını seve seve geri verirler sana.
Yarattığın resim, heykel, yazdığın yazıların da hepsi sen gibidir. Senin aşkın gibi, sana aşık gibidir.
Kendin için, kendine göre yaratıyorsun ve yaşıyorsun ve yaşatıyorsun aşkı hayvanlarla, doğayla, sanatla,
Hem de götürüsü olmayan, hem de getirisi de bolcana.
Biraz tembel işi olsa da, her insan kendi iç hesaplaşmalarında egosunun tatmin olduğu noktalarda sevmeye başlıyor kendini. Kendini sevdiği noktalara ulaşmak için de her yolu deniyor.
İnsana olan aşkın azalmasının bir nedeni de; yaşamın içinde arzu edilen, hedeflenen kalite ölçülerinde yer alabilmek adına verdiğimiz çabaların süreleri ve şiddeti arttıkça ‘insana aşk’ için pek fazla vakit de kalmıyor, mecal de galiba.
Hayvan, çiçek, ağaç, doğa, sanat bıraktığın yerde bekliyor seni. İstersen yirmi dört saat yedi gün çalış. Başını okşadıkça arada bir, suyunu tam tuttukça, istediğin an yazıp çizdikçe, aşkların yanı başında bekliyor seni.
İnsanoğlu çakınca bu durumu, en kestirme, en kolay yöntemi seçip, başka başka öğelere kaydırdı aşkla gelen ihtiyaç duyduğu duyguları ve heyecanlarını.
Bir verip bin alarak,
Gözlerinin içine sevgiyle bakan kedinle, köpeğinle,
Saksıdan sana her sabah gülümseyen çiçeğinle,
Duvarına astığın duygularınla kabarmış, ellerinle boyadığın resimlerinle,
İçini boşalttığın bir sayfa kağıtta yer alan cümlelerinle,
Yaşadığın aşk, sadece senin.
Aşık olan da sensin, aşık olunan da.
Sana aşıklar yaratıyorsun kendi gibi aşkınla.
Aşk avuçlarının içinde artık.
Garanti aşk.
O kadar çok aldık, o kadar çok pazarlık ettik ki her şey adına, garanti belgesi olmayan hiçbir şeyi ne alıyoruz, ne de kullanmak istiyoruz artık. Duygular adına da olsa.
Aşktan bile garanti belgesi ister olduk.
Garanti belgeli aşk.
Ancak;
Garanti belgeli aşka, aşk denmez,
İnsana olan aşkın da garantisi olmaz.
Garantisiz aşk fütursuz olur bir kere... Arsız, şımarık ve gözü kara da olur.
Fütursuzca, arsızca, şımarıkça ve gözü kara yaşıyorsan aşkı,
Kimselerden saklayamazsın. Saklanamazsın.
Eve de hapsedemezsin. Yüreğine de.
Sokaklara taşmasına, her yerlere akmasına engel de olamazsın aşkının.
Hem de hiçbir garantisi olmadan, hiçbir garanti vermeden, hiçbir garanti de istemeden.
‘Aşk gibi ’,
Garantisiz.
Ya da aşkla okşarsın kedinin başını, aşkla sularsın çiçeğini, aşkla yazar çizer boyarsın istediğin gibi.
Bir büyük mutluluk kaplar içini,
‘Sanki aşkmış gibi’,
Garantili.

2 yorum:

dercy lyne dedi ki...

EN İYİ ÇEVRİMDIŞI AŞK HEDEFİ, HİÇBİR LOVER, HUSBAND, WIFE, GIRLFRIEND VEYA BOYFRIEND GERİ ALIN WHATSAPP'TA HIM EKLE: +2349083639501
Benim adım Darci Lyne. Bu, hayatımın çok mutlu bir günü, Dr.nosakhare'nin eski kocamı aşk ve sihir büyüsü ile kurtarmama yardım etmeme yardım ettiği için teşekkür ederim. TEMAS
  -Email- blackmagicsolutions95@gmail.com
  Whats-app: +2349083639501
eski sevgilini geri istiyor musun?
Yeni bir sevgili için aşk büyüsü ister misin?
Çocuksuz problem çözümü?
Büronuzda terfi etmek istiyorsunuz.
hastalık ve vücudun hastalıklarına çözüm

Jane wembli dedi ki...

2 çocuklu kocamla 5 yıl evlilikten sonra, kocam garip davranmaya ve diğer bayanlarla dışarı çıkmaya başladı ve bana soğuk aşk gösterdi, birkaç kez diğer kadınlarla olan ilişkisi hakkında soru sormaya cesaret edersem boşanmakla tehdit ediyor, ben eski bir arkadaşım bana, internette Dr. denemek için, onunla temas ettiğimde, bir aşk büyüsü yapmama yardım etti ve 48 saat içinde kocam bana geri döndü ve özür dilemeye başladı, şimdi iyi ve gerçek için diğer bayanlar ve onunla gitmeyi bıraktı . Bugün için şu yolla çözülecek ilişkiniz veya evlilik probleminiz için bu büyük aşk büyü tekeriyle iletişime geçin: wealthylovespell@gmail.com veya doğrudan WhatsApp: +2348105150446.