21 Mart 2012 Çarşamba

ARALIK 19-31 2011 GÜNLÜK YAZILAR ARŞİVİ


31.12.2011
Bir kez korkmaya gör…
Korku hissini tattın mı bir kez, başlarsın artık hep korkmaya.
Korkak olur çıkarsın, sonunda.
Önce,
Kendi kararlarından,
Kendi düşüncelerinden,
Kendi duygularından, kendi inançlarından,
Sonrasında,
Başka insanların kararlarından,
Düşüncelerinden,
Duygularından, inançlarından bile korkarsın.
Oturur hesap kitap yaparsın,
Kendi kendine.
Başlarsın cesurca verebileceğin ‘sen’ gibi kararların bedellerini hesap etmeye.
Neler kaybederim diye…
Kaybetme ihtimallerin olanlarla,
Korkmadan yaşamanın arasında, gider gelirsin.
Sonunda ve genelde, kaybetme ihtimallerin olanlar kazanır, sarılırsın edindiklerine,
Korku kazanır.
Aman, bulaşmayayım dersin.
Bulaştığını fark etmeden korkuya, kabullenmeden korkularını, bulaşmazsın hiçbir şeye. Sanki aslında hiç de korkmamışsın gibi.
Ama,
Her bulaşamadığın şeyde,
Bir şey daha eksilir kendinden, senden.
Seni sen yapanları teker teker terk etmeye başlarsın her korkunda.
Riske atamadıklarını, topladıklarını, edindiklerinin tamamını ‘sen’ zannederken,
Herkes gibi olmaya başlarsın, sende.
Karışır gidersin kalabalıklara.
Herkes gibi, herkesin aynısı olup,
Rahat edersin.
Konforludur herkes gibi yaşamak,
Etliye sütlüye dokunmadan.
Etsiz ve sütsüz.
Etin budun olmadan, sütünü bozsan da, kenarından köşesinden.
Ama rahat edersin.
Yeter ki durdur içinde ki kendi sesini, senin sen gibi olan sesini,
Yeter ki yok say kendi düşüncelerini, senin sen gibi olan düşüncelerini,
Yeter ki göm derinlere kendi duygularını, inançlarını, seni sen kılan özünü.
Herkesin sesini duy, dinle yeter.
Herkesin düşüncelerini say, kabullen yeter.
Herkesin duygularını tat, sev yeter.
Herkes gibi inan, aynısı ol yeter.
Herkese göre yaşa, kayna aralara yeter.
Çıkıntı olma yani. Çıkıntılık etme, yeter.
Çıkma oradan buradan, şaşırtma herkesleri.
Eğil, nasıl esiyorsa, ne yandan esiyorsa, eğil, direnme,
Rüzgara göre eğil, bükül, yeter.
Nasıl ve nereye doğru eğiliyorlarsa insanlar, herkesler,
Uy, uyum sağla, yeter.
Ovada ki otlar gibi.
Kaybol kalabalıkların arasında.
Sıradan bir ot ol gibi mesela,
Yıldırımlardan korunarak tepene düşme ihtimali olan.
Ovadaki ağaç olmanın riskini alma sırtına, taşıma.
Tepede ki ağaç olma sakın. Siyah, çarpılmış, kavrulmuş ağaç sen olma.
Korkmadan yaşa git, geçerken göz at o ağaca, o kadar.
Özenmeden,
Şükrederek.
Ta ki,
Bir gün üstünden geçene kadar, biçerler döverler.
Olsun, herkes gibi, ne fark eder.
Kökün kalsa yeter sana, kestir at kalanı. İzin ver kesilmeye, biçilmeye, dövülmeye, biçerler döverler tarafından.
Küçül iyice. Minnacık kalsan da, büyük san kendini küçüklere bakarak.
Yapış yere, görünmez yap, görünmez kıl kendini.
Kökün seni yaşatsın yeter, yaşamın içinde kal yeter, ot gibi.
Aman,
Uzamasın dalların, yeşermesin yaprakların, açmasın çiçeklerin, meyve vermeden.
Alış yeter,
Ot kalmaya, alış yeter.
Aman,
Dozunda kal.
Aman,
Aşma dozunu.
Sana dozlarının sınırlarını çizenleri şaşırtma sakın.
Onların istediği gibi ol, onlar gibi ol.
Onları rahat ettir, yeter.
Ki,
Onlarda seni rahat ettirsin.
O zaman korkutmazlar seni, severler seni,
Sende korkmazsın hiç bir şeyden, sevinirsinde seviliyorsun diye.
Neyi var neyin yok riske de atmazsın.
Onların sana layık gördükleriyle,
Yaşar gidersin.
Korkmadan, neyin var neyin yoksa,
Ot gibi.
Dalsız, yapraksız, çiçeksiz,
Bir sap gibi.
Ne güzel.
Ölmeden evvel sorarlarsa bir gün,
‘Nasıl yaşadın?’ bunca yıldır diye,
‘İyi yaşadım, herkes gibi’,
Dersin.
Güldüm, eğlendim, yedim, içtim, ağladım, üzüldüm, sevindim, sevdim, sevildim, aşık oldum, ayrıldım, barıştım, seviştim, gezdim tozdum, çalıştım, becerdim, beceremedim, kazandım, kaybettim, aldım, sattım, anne oldum, baba oldum, dede oldum, nine oldum, okudum, öğrendim, okullar bitirdim, anlattım, dinledim, öğrettim, giyindim, soyundum, yıkandım, temizlendim, kirlendim, kızdırdım, kızdım, özür diledim, kavga ettim, arkadaşlarım oldu, arkadaşlarım gitti, korktum, korkutuldum, korkuttum dersin,
Düşünürsün biraz daha, aklına gelmez başka bir şey,
‘İşte böyle’ dersin,
‘Dediğim gibi işte, bunları yaptım,
İyi yaşadım yani’ dersin.
Peki,
İyi yaşarken böyle, herkes gibi,
‘Neler yaptın, neler kattın kendi yaşamına, kendin gibi, ‘sen’ gibi?’
Derlerse,
Düşünürsün biraz yine,
Güldüm, eğlendim, yedim, içtim, ağladım, üzüldüm, sevindim, sevdim, sevildim, aşık oldum, ayrıldım, barıştım, seviştim, gezdim tozdum, çalıştım, becerdim, beceremedim, kazandım, kaybettim, aldım, sattım, anne oldum, baba oldum, dede oldum, nine oldum, okudum, öğrendim, okullar bitirdim, anlattım, dinledim, öğrettim, giyindim, soyundum, yıkandım, temizlendim, kirlendim, kızdırdım, kızdım, özür diledim, kavga ettim, arkadaşlarım oldu, arkadaşlarım gitti, korktum, korkutuldum, korkuttum dersin,
Dersin yine.
Güzelde dersin bunları hepsini, güzelcene.
Ne güzeldir,
Yaşamayı sürdürebilmek, yaşam içinde kalabilmek adına yaptıklarını, yapmak zorunda olduğunu zannettiklerini,
‘Bir şeyler yapmış olmak kendin için, bir şeyler katmış olmak kendine’.
Zannederek tamamlamak yaşamı.
Ne güzel yaşıyordur insanlar,
Kim bilir,
Ne güzeldir.
Yaşamak, yaşayabilmek için yaptıklarını, ‘bir şeyler yapmak, bir şeyler katmak kendine’ zannedenler için hayat,
Ne rahat, ne konforludur kim bilir.
Ovadaki otların içinde, bir tanesi gibi.
Uzadıkça biçerlerle biçilip kısalarak, döverlerle dövülüp hizalara sokularak.
Dallanmadan, yapraklanmadan, çiçekler açmadan, meyveler vermeden,
Tepede yıldırımlarla kavrulmuş ağaca bakıp,
Hallerine sevinip,
Şükrederek.
Umarım yeni gelen,
365 günde ve gelecek tüm günlerinizde,
Vurup da kökünüzü sırtınıza korkmadan,
İstediğiniz tepenin, en güzel manzaralı yerine kurulup da, oturtur verirsiniz kendinizi ‘sen’ gibi yaşamınıza.
Korkmadan, çekinmeden yıldırımlardan, umursamadan kavrulmaları.
Keyfini çıkarırsınız rüzgarların,
Eğilip bükülmeden.
Kendiniz gibi,
Uzar gider, dallanıp budaklanır, tomurcuklar pıtırdarken dallarınızda, yeniden yapraklarınızsınız, güneşe dönerken yüzünüzü,
Çiçekler açarsınız, rengarenk, çeşit çeşit, mis gibi kokan,
Meyveler verirsiniz, boy boy, farklı farklı, tatlısı ekşisi,
İnsanlar dinlenir, uyuya kalır gölgenizde, huzurla.
Kendiniz gibi olursunuz, tam da.
Kendiniz gibi,
Ağlayarak doğdunuz yaşamınızda,
Kendi düşüncelerinizle,
Kendi duygularınızla,
Kendi inançlarınızla,
Kendi kararlarınızla,
Yaşayıp,
Yüzünüzde, gözlerinizde kocaman bir gülümsemeyle,
Kendiniz gibi göçer gidersiniz bir gün.
Kendi ‘öz’ kendiniz gibi.
Herkesten farklı biri gibi,
‘Sen’ gibi.
Hiç,
Korkmadan,
Kendinize ait tepenin üstünde,
Rüzgarların keyfini çıkararak, güneşe yaklaşarak, yağmuru hissederek, yıldırımları umursamadan, sıcakla soğukla iç içe,
Ve,
Eğilmeden, bükülmeden, biçilmeden, dövülmeden.
Ve,
Ovada ki otlara bakıp da,
‘Kendi’ halinize sevinip,
Şükrederek,
Geçirirsiniz günlerinizi...

30.12.2011
Ey ATATÜRK’ün kurduğu partinin, C.H.P.‘nin Genel Başkanı Sn. Kemal KILIÇDAROĞLU,
Ey Türk Milliyetçilerin partisi, M.H.P.’nin Genel Başkanı Sn. Devlet BAHÇELİ,
Ve,
Ey ATATÜRK’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah GÜL,
Ve Ey ATATÜRK’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı Sn. Recep Tayyip ERDOĞAN,
Ve de ülkesine bağlı olduğunu iddia eden, ATATÜRK ilkelerine inanan, doğru bulan, ATATÜRK’ü sevdiğini iddia eden,
Ey tüm Sn. GAZETECİLER,
NEREDESİNİZ?
NEDEN BU SESSİZLİK?
Hiç mi duymadınız?
Hiç mi okumadınız?
Hiç mi bilmiyorsunuz?
ATATÜRK’ün isim hakkının İngiltere’de yaşayan bir arap tarafından tescil ettirildiğini…
Ve neden;
Bu durumun sıradan bir ticari davaymış gibi kaybedilmiş olduğunu ‘sıradan bir habermiş gibi’ yazdınız gazetelerinizde…
Nedir sizleri susturan?
Nedir bizler gibi sıradan vatandaşların haberinin olmadığı durumlar?
Umurunuzda mı değil?
Umurunuzda, ancak biz sıradan vatandaşların bilmediği bilgiler mi var elinizde?
Çok mu korkutucu bu bilgiler?
Çok mu korkuyorsunuz?
NEDEN BU ÜLKENİN KURUCUSU VE İLELEBET LİDERİNİN, ATATÜRK’ÜN İSMİNİN İNGİLTERE’DE YAŞAYAN BİR ARAP TARAFINDAN TESCİL ETTİRİLDİĞİ HABERİ, MANŞETTEN İRİ PUNTOLARLA DEĞİLDE, KENAR KÖŞEDE KÜÇÜK BİR HABER OLARAK YAZILDI GAZETELERDE?
NEDEN?
Yoksa hiç mi hiç umurunuzda değil.
Ey Sn. Abdullah Gül,
Ey Sn. Recep Tayyip Erdoğan,
Ey Sn. Kemal Kılıçdaroğlu,
Ey Sn. Devlet Bahçeli,
Ey ATATÜRK’ü seven, sayan tüm Sn.Gazeteciler,
ATATÜRK’ün isim hakkının İngiltere’de yaşayan bir arap tarafından tescil ettirilmesinden bir menfaatiniz mi var?
Eğer ki bir menfaatiniz yoksa,
Ama hükümet baskısıyla ve kanalıyla, ama hukuki dayanaklarla, ama hiç olmadı,
Neden bastırıp parayı almıyorsunuz ATATÜRK ismini geri?
Alıp da Anıttepe’ye asmıyorsunuz çerçeveletip…
Niyetiniz mi yok?
Gücünüz mü yok?
Paranız mı yok?
Onurunuz mu yok?
Ey Sn. Abdullah Gül,
Ey Sn. Recep Tayyip Erdoğan,
Ey Sn. Kemal Kılıçdaroğlu,
Ey Sn. Devlet Bahçeli,
Ey ATATÜRK’ü seven, sayan tüm Sn.Gazeteciler,
Bizleri, biz Türkiye Cumhuriyet Devleti Sn. VATANDAŞLARINI,
Sakın çaresiz bırakmayınız.
Sakın ama sakın uyutmaya kalkmayınız.
Dönün işinize bakın ve bu konuyu çözün ve ATATÜRK’ün ismini layık ve ait olduğu yere,
Bir daha bu dünya döndükçe hiçbir insanın elini uzatamayacağı yüksek bir tepeye asın.
Anıttepe’ye mesela ve asarken özürde dileyin önce ATATÜRK’den, sonrada bizlerden.
Hemen şimdi başlayın ödeviniz için çalışmaya.
Çünkü,
Sizleri o makamlara ve köşelere biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti Sn. VATANDAŞLARI oturttuk.
Oturttuğumuz gibi kaldırırız da sizleri o makamlardan, sileriz de sizleri o yazı köşelerinden.
Çünkü,
Bizim niyetiniz var.
Çünkü,
Bizim gücümüz var.
Çünkü,
Bizim paramız var.
Ve en, en önemlisi,
Bizim onurumuz var.
Gözümüz üstünüzde, bilmiş olun.
Ha,
Bizi sorarsanız, biz çoktan başladık çalışmalara.
Haberiniz olsun.
Bu sefer manşetten, iri puntolarla gireceksiniz haberi.
Yani,
Bilmiş olun…
BU İŞ OLACAK. SN. HERKES...
Bilmiş olun,
Yani...

2.GÜN
Metin,
28.12.2011
Satır aralarında bir yerde, Atatürk’ü kaybettiğimiz haberi geldi.
Adamın ilkelerine doğru düzgün sahip çıkamadık, yetmedi meclis kararı ile kendi verdiğimiz ismine hiç mi hiç sahip çıkamamışız meğerse.
Atatürk isminin yeni sahibi, Muhammed Sujah Jioher Yagub (İngiltere’de yaşayan bir arap).
Bu bir şaka değil.
Keşke şaka olaydı.
Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap), Avrupa Birliği Ülkelerinde Atatürk markası ile istediği gibi, canı nasıl arzu ediyorsa giyecek, temizlik maddesi, alkolsüz içecek (etenşın pıliiz) ayakkabı, ilaç üretebilecek,
Raflara bir güzel yerleştirecek.
Atatürk marka donlar,
Atatürk marka basur ilaçları,
Atatürk marka kremler,
Mesela.
Üzerinde Atatürk yazan,
Artık hangi ürünü çekerse canı, ister üretir, ister satar Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap).
İsteyende alır, istediği yerine kullanır, sürer artık.
Adam gitmiş, müracaat etmiş, tescil ettirip almış patenti, kime ne, hesap mı verecek.
Hem de bizim devlet olarak imzaladığımız uluslar arası kanunlar çerçevesinde.
Ne zaman tescil ettirmiş Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap)?
2005 tarihinde.
Sayın devlet büyüklerimizin kulağına da gitti bir ara bu durum zaar,
Ki,
Kullanamazsın efendi Atatürk ismini diye karşı dava açmışız.
Oturmuş çalışmış üstünde sayın devlet büyüklerimizin tayin ettiği çok kıymetli avukatlar,
Ve savunma hazırlamışlar.
Savunmaya bak;
‘Atatürk ismini kız kardeşi bile kullanamadı (E eee…). O yüzden Atatürk ismi diğer ülke liderlerinden farklıdır (Haa! e eeee…). Bu nedenle, bunu marka olarak kimse kullanamaz (Bak sen…).
Akıl, bilgi, vizyon, ustalık dolu müthiş bir savunma.
Yakışır.
E bu savunmaya karşılık hangi hakim haklı görmez ki bir milleti…
Ancak,
Savunmaya itiraz da geliyor karşı taraftan;
Diyorlar ki,
‘’Ama Atatürk Orman Çiftliği var. Yani bir çiftliğin adı Atatürk.
Ayrıca Kapalıçarşı’da üstünde Atatürk yazılı tişörtler falan satılıyor.
Ve de arabaların üstünde bile yazıyor, hatta.
Siz (yani biz, yani bizim millet oluyor bu ‘siz’) istediğiniz yere yazıyorsunuz da, yazıp satıyorsunuz da, biz (onlar) niye yazamayalım ki?’’
Hıımm, diyor hakim, kaşınıyor, bakınıyor sağa sola ve;
İtirazımızın reddine, tescilin onayına da mahkemece tamamdır kardeşim diyor.
Muhammed efendide (İngiltere’de yaşayan bir arap) gevrek gevrek sırıtarak dönüyor evine, eminim sevinç içinde müjdeyi veriyor ağbilerine, ablalarına, ailesine.
Hayırlı uğurlu olsun demek kalıyor milletimize.
Artık neresine isterse orasına kullanacak, isteyen Atatürk ismini.
Neresine uygun görüyorsa,
Neresi için doğru buluyor, beğeniyorsa.
Ama çok geç değil her şey için.
Bizim uzman avukatlar! incelemişler durumu, eğer ki Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) beş yıl süresince her hangi bir üretim yapmazsa Atatürk markası ile,
Biz tekrar itiraz edebileceğiz.
Şimdi oldu bak,
Yaşasın.
Büyük devletsen ayrıntıları kaçırmazsın,
Gurur verici.
Diğer yandan dünyanın en büyük on yedinci ekonomisiyiz biz.
E bravo, alkış.
Yani mabadı kurtarmışız demektir bu durumda.
Alkış.
Amma,
Bir gün dünyadaki on yedinci ekonomi olalım diye ülkemizi kuran insana ait ismin, mabatlara uygun olup olmadığı ve nerelere layık olduğu konusunu atlamışız.
Olsun.
Önemi olan kendi mabadımız.
10 Kasım 1938 yılından bugüne kadar bu ülkede toplam,
28 adet Başbakana maaş ödedik, memur ettik kendimize işini doğru düzgün yapsın diye,
28. memura ödemeye de devam ediyoruz.
10 adet Cumhurbaşkanına maaş ödedik, memur ettik kendimize işini doğru düzgün yapsın diye.
10. memura ödemeye de devam ediyoruz.
Kim bilir bu zatların dışında, kaç ticaret, kaç dış işleri bakanı geldi geçti, yedi içti, bizde maaşlarını ödedik her ay tıkır tıkır.
Tüm bu zatlar Atatürk sayesinde yedi içti, kimi emekli, kimi görevi başında! yemeye içmeye de devam ediyor.
Geçtim o insanın kurduğu ülkede hür ve bağımsız doğmanın, büyümenin ve de yaşamanın verdiği bu güzel hazzı ve sevinci ve gururu,
İnsan,
Kendine ekmek kapısı açmış bir insanı bu kadar mı sevmez, bu kadar mı saymaz, bu kadar mı ciddiye almayıp,
Hiç olmadı anısına, bu kadar mı sahip çıkmaz.
Kendine ekmek kapısı açmış bir insana hiç mi vefa duymaz, vefa borcu olduğunu hissetmez.
Ülkeyi kuran insanın, liderinin, bizleri cumhuriyetle tanıştırıp, demokrasi ile yaşayalım diye hayatı pahasına çalışmış, çabalamış insanın ismine hiç mi saygı duymaz.
Onun ismi,
Oraya buraya yazılmasın diye hiç mi peşine düşmez, takip etmez.
Atatürk’ü sadece başının üstünde taşıman hiçbir şey ifade etmiyor,
Yüreğinde de,
Eğer ki,
Atatürk isminin, insanların mabadında, ayaklarının altında taşımasına izin veriyorsan.
Atatürk ismi sadece bir kelime değil ki.
Atatürk;
Bir millet olmanın, devlet olmanın, bir milletin bağımsızlığının, özgürlüğünün, bayrağının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin var olma öyküsü.
Öykünün yeni sahibiyse, Atatürk’ün var ettiği millet, o insanın kurduğu devlet değil,
Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) artık.
Sen devlet olarak, vizyonu olmayan ve de geleceği göremeyen,
28 Başbakanı,
10 Cumhurbaşkanını,
70 milyon insanı yetiştirdikten sonra,
İstersen dünyanın en büyük birinci ekonomisi ol, ne yazar.
Mabadına ipek don alırsın, marka hem de, o kadar.
Senin o donu aldığın paranın üstüne kendi kanunlarınla resmini koyduğun, yazdırdığın o büyük insanın ismini de,
İnsanların mabadına yazdırır Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) hem de canı nasıl istiyorsa, istediği zaman.
Ben bir salağım, vizyonda beterim teslim oluyorum, geleceği de yeterince göremedim ve,
Nasılda akıl edemedim. Ve ağbilerim, ablalarım da nasıl akıl edemediler.
Ve nasıl uyuduk ayakta ve bekledik ki, Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) ve ağbileri ve ablaları bizden evvel akıl etsinler diye.
Bu saatten sonra hiçbir faydası yok ama,
İsmine sahip çıkamadığım için,
Önce,
Atatürk’ten,
Kendi adıma,
Özür diliyorum ve utancımı dile getiriyorum herkesin huzurunda.
Sonra,
İlgili ilgisiz ne var ne yoksa olan bitenler için imza toplarız milletçek, bayılırız bu işlere.
Sonunu getiririz, getiremeyiz o ayrı.
Duygular seller gibi akar gider özellikle internet marifetiyle.
Yeter ki insanlığımızı tetikleyip, ne kadar insan olduğumuzu gösterebilelim, ispat edebilelim etrafımıza, herkeslere ve de kendimize.
Hem de,
Hem Türkçe, hem İngilizce.
İngilizceyi ‘kendi rızanla’ öğrenmene neden olan insana karşı vefa borcun var mı,
Yok mu, diye otur bir düşün önce.
Varsa,
Haydi bakalım, hep beraber,
Al hepimize Atatürk’e insanlık borcumuzu ödememiz adına bir şans.
Onun kuruduğu hür ve bağımsız ülkede, aldığımız eğitimlerin, yediğimiz ekmeklerin, içtiğimiz suların borcunu ödememiz adına bir şans sana,
Ve,
Son şans Atatürk’ün ismi için.
Sende İngilizce ana dil gibi. Yazıyor, çiziyor, okuyorsun her yerlerde.
Bul bakalım adamı.
Al sana adresi;
İngiltere.
Al sana adı da;
Muhammed Sujah Jioher Yagub.
Toplayabiliyor musun 70 milyon imza köylerden, Çankaya Köşküne kadar, dünyanın her ülkesinde yaşayan Türklerden, Milletin Meclisine kadar,
Toplayıp da,
‘’Atatürk’ün ismi Anadolu’da, Trakya’da, Dünyanın her yerinde yaşayan biz Türklere ait ey İngiltere’de yaşayan arap Muhammed efendi, bizim milletimize, bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mize ait.
O büyük insana biz o ismi, kendi ‘Hür ve Bağımsız Meclisimizin’ sevinçten ağlayarak ve hacısı, hocası, aydını, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi, her kültürden, her insanı ayakta alkışlayarak verdik.
Bu işler bizim buralarda çok hassas, ince işler, bu böyle biline diye’’,
Ayağa kaldırıp bütün dünyayı,
Tekrar ‘sadece’ kendi yüreğinin üstüne,
Hak ettiği, olması gereken yere, yeniden,
Yazdırabiliyor musun?
Atatürk ismini?
Hadi bakalım.
Al sana Atatürk ödevi.
Yap ödevini,
Önce sahip çık bakalım Atatürk’ümüzün ismine,
Sonra ister tayma kapak ol,
İster gülümseyerek gezin,
‘Atatürk Orman Çiftliği’nle,
‘Kapalıçarşı’nda.
İstediğin her yerde,
Hem de göğsünde ekmeğini yediğin, çocuklarının, torunlarının ve gelecek tüm nesillerinin de ekmeğini yemeğe devam edeceği,
Atatürk’ün,
İsmiyle.
Ata’nın yanına kendi meclisinin verdiği kararla,
İlave ettiğin Türk gibi.
Hadi bakalım,
Ey Türk gençliği, Ey Türk milleti,
Al sana,
Çok sevdiğin,
İngilizceden,
‘Atatürk’ ödevi.

Not: Acaba bu ülkenin Sayın Cumhurbaşkanı hazır oralara gitmişken, Kraliçeyle paylaşmış mıdır bu hassa konuyu gözlerinin içine ‘çakmak çakmak’ bakarak ve anlatmış mıdır acaba bu işlerin biz Türkler için ne mene hassas, ince konular olduğunu?
Yoksa haberi bile mi yoktu İngiltere’de yaşayan bir arap Muhammed Sujah Jioher Yagub’un yediği halttan Atatürk’ünde oturduğu Çankaya Köşkünde yaşayıp, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin ekmeğini yiyip, suyunu içen Sayın Cumhurbaşkanımız olarak…
Durmaya hiç niyetim yok. Bedelleri hesap ettim, hiç merak etmeyin.
ATATÜRK’ü seven, sayan, yüreğinde, aklında, geçmişinde ve geleceğinde yaşatan, yaşatmak isteyen tüm VATANDAŞLARIN DİKKATİNE.
ÇOK ÖNEMLİ, ATATÜRK ödevimiz var.
ATATÜRK ‘ün çok değerli ismini kurduğu TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ ve de hayatı pahasına mücadele ettiği, yücelttiği TÜRK MİLLETİNE, layık olduğu yere geri getirelim.
Bir arada çalışırsak, bunu mutlaka başarırız.
HERKES GÖREV BAŞINA.
Neler yapabilirsiniz, lütfen (şimdilik,mecburen) benimle temasa geçin.
Organize olmamız gerekiyor.
Bundan sonrası;
A) Yeteri kadar imza toplarız milyonları geçen, her sektörden, her sivil toplum örgütünde, sendikalardan, sanayi ve ticaret odalarından ve benzeri her nevi kurumlardan destek alıp, hükümet üstünde baskı kurarız. Ve konuyu İngiltere ve Türkiye hükümetleri arasında çözülmesi şart olan bir konu haline getiririz.
B) Olmadı mı, çağırır ‘Türkiye Cumhuriyet Devleti’ Muhammed efendiyi, oturtur karşısına, kaç para? der, o da söyler, bastırır parayı alırız geriye. Bu para Başbakanlık Örtülü Ödenek bütçesinde mevcuttur bugün bile.
Ha, eğer ki bu iki alternatife de yanaşmazsa ne hükümet ne de Muhammed efendi, o zaman da sorarız, kestirmeden, kısaca;
- Ne iş?
Diye, hem hükümete, hem de Muhammed efendiye.
Bu kadar basit. Hiç mi hiç zor değil.
Çünkü;
Muhammed efendi ticaret peşindeyse EĞER satar illaki.
Satmam derse, yine sorarız;
- Ne iş?
Diye hem hükümete, hem Muhammed efendiye.
Ancak,
Yürek var mı yürek? Sen ondan haber ver önce.
İçinizde yürekli insanlar var mı? ATATÜRK kadar olmasa da, ATATÜRK’e yakın...
Metin;
Satır aralarında bir yerde, Atatürk’ü kaybettiğimiz haberi geldi.
Adamın ilkelerine doğru düzgün sahip çıkamadık, yetmedi meclis kararı ile kendi verdiğimiz ismine hiç mi hiç sahip çıkamamışız meğerse.
Atatürk isminin yeni sahibi, Muhammed Sujah Jioher Yagub (İngiltere’de yaşayan bir arap).
Bu bir şaka değil.
Keşke şaka olaydı.
Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap), Avrupa Birliği Ülkelerinde Atatürk markası ile istediği gibi, canı nasıl arzu ediyorsa giyecek, temizlik maddesi, alkolsüz içecek (etenşın pıliiz) ayakkabı, ilaç üretebilecek,
Raflara bir güzel yerleştirecek.
Atatürk marka donlar,
Atatürk marka basur ilaçları,
Atatürk marka kremler,
Mesela.
Üzerinde Atatürk yazan,
Artık hangi ürünü çekerse canı, ister üretir, ister satar Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap).
İsteyende alır, istediği yerine kullanır, sürer artık.
Adam gitmiş, müracaat etmiş, tescil ettirip almış patenti, kime ne, hesap mı verecek.
Hem de bizim devlet olarak imzaladığımız uluslar arası kanunlar çerçevesinde.
Ne zaman tescil ettirmiş Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap)?
2005 tarihinde.
Sayın devlet büyüklerimizin kulağına da gitti bir ara bu durum zaar,
Ki,
Kullanamazsın efendi Atatürk ismini diye karşı dava açmışız.
Oturmuş çalışmış üstünde sayın devlet büyüklerimizin tayin ettiği çok kıymetli avukatlar,
Ve savunma hazırlamışlar.
Savunmaya bak;
‘Atatürk ismini kız kardeşi bile kullanamadı (E eee…). O yüzden Atatürk ismi diğer ülke liderlerinden farklıdır (Haa! e eeee…). Bu nedenle, bunu marka olarak kimse kullanamaz (Bak sen…).
Akıl, bilgi, vizyon, ustalık dolu müthiş bir savunma.
Yakışır.
E bu savunmaya karşılık hangi hakim haklı görmez ki bir milleti…
Ancak,
Savunmaya itiraz da geliyor karşı taraftan;
Diyorlar ki,
‘’Ama Atatürk Orman Çiftliği var. Yani bir çiftliğin adı Atatürk.
Ayrıca Kapalıçarşı’da üstünde Atatürk yazılı tişörtler falan satılıyor.
Ve de arabaların üstünde bile yazıyor, hatta.
Siz (yani biz, yani bizim millet oluyor bu ‘siz’) istediğiniz yere yazıyorsunuz da, yazıp satıyorsunuz da, biz (onlar) niye yazamayalım ki?’’
Hıımm, diyor hakim, kaşınıyor, bakınıyor sağa sola ve;
İtirazımızın reddine, tescilin onayına da mahkemece tamamdır kardeşim diyor.
Muhammed efendide (İngiltere’de yaşayan bir arap) gevrek gevrek sırıtarak dönüyor evine, eminim sevinç içinde müjdeyi veriyor ağbilerine, ablalarına, ailesine.
Hayırlı uğurlu olsun demek kalıyor milletimize.
Artık neresine isterse orasına kullanacak, isteyen Atatürk ismini.
Neresine uygun görüyorsa,
Neresi için doğru buluyor, beğeniyorsa.
Ama çok geç değil her şey için.
Bizim uzman avukatlar! incelemişler durumu, eğer ki Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) beş yıl süresince her hangi bir üretim yapmazsa Atatürk markası ile,
Biz tekrar itiraz edebileceğiz.
Şimdi oldu bak,
Yaşasın.
Büyük devletsen ayrıntıları kaçırmazsın,
Gurur verici.
Diğer yandan dünyanın en büyük on yedinci ekonomisiyiz biz.
E bravo, alkış.
Yani mabadı kurtarmışız demektir bu durumda.
Alkış.
Amma,
Bir gün dünyadaki on yedinci ekonomi olalım diye ülkemizi kuran insana ait ismin, mabatlara uygun olup olmadığı ve nerelere layık olduğu konusunu atlamışız.
Olsun.
Önemi olan kendi mabadımız.
10 Kasım 1938 yılından bugüne kadar bu ülkede toplam,
28 adet Başbakana maaş ödedik, memur ettik kendimize işini doğru düzgün yapsın diye,
28. memura ödemeye de devam ediyoruz.
10 adet Cumhurbaşkanına maaş ödedik, memur ettik kendimize işini doğru düzgün yapsın diye.
10. memura ödemeye de devam ediyoruz.
Kim bilir bu zatların dışında, kaç ticaret, kaç dış işleri bakanı geldi geçti, yedi içti, bizde maaşlarını ödedik her ay tıkır tıkır.
Tüm bu zatlar Atatürk sayesinde yedi içti, kimi emekli, kimi görevi başında! yemeye içmeye de devam ediyor.
Geçtim o insanın kurduğu ülkede hür ve bağımsız doğmanın, büyümenin ve de yaşamanın verdiği bu güzel hazzı ve sevinci ve gururu,
İnsan,
Kendine ekmek kapısı açmış bir insanı bu kadar mı sevmez, bu kadar mı saymaz, bu kadar mı ciddiye almayıp,
Hiç olmadı anısına, bu kadar mı sahip çıkmaz.
Kendine ekmek kapısı açmış bir insana hiç mi vefa duymaz, vefa borcu olduğunu hissetmez.
Ülkeyi kuran insanın, liderinin, bizleri cumhuriyetle tanıştırıp, demokrasi ile yaşayalım diye hayatı pahasına çalışmış, çabalamış insanın ismine hiç mi saygı duymaz.
Onun ismi,
Oraya buraya yazılmasın diye hiç mi peşine düşmez, takip etmez.
Atatürk’ü sadece başının üstünde taşıman hiçbir şey ifade etmiyor,
Yüreğinde de,
Eğer ki,
Atatürk isminin, insanların mabadında, ayaklarının altında taşımasına izin veriyorsan.
Atatürk ismi sadece bir kelime değil ki.
Atatürk;
Bir millet olmanın, devlet olmanın, bir milletin bağımsızlığının, özgürlüğünün, bayrağının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin var olma öyküsü.
Öykünün yeni sahibiyse, Atatürk’ün var ettiği millet, o insanın kurduğu devlet değil,
Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) artık.
Sen devlet olarak, vizyonu olmayan ve de geleceği göremeyen,
28 Başbakanı,
10 Cumhurbaşkanını,
70 milyon insanı yetiştirdikten sonra,
İstersen dünyanın en büyük birinci ekonomisi ol, ne yazar.
Mabadına ipek don alırsın, marka hem de, o kadar.
Senin o donu aldığın paranın üstüne kendi kanunlarınla resmini koyduğun, yazdırdığın o büyük insanın ismini de,
İnsanların mabadına yazdırır Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) hem de canı nasıl istiyorsa, istediği zaman.
Ben bir salağım, vizyonda beterim teslim oluyorum, geleceği de yeterince göremedim ve,
Nasılda akıl edemedim. Ve ağbilerim, ablalarım da nasıl akıl edemediler.
Ve nasıl uyuduk ayakta ve bekledik ki, Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) ve ağbileri ve ablaları bizden evvel akıl etsinler diye.
Bu saatten sonra hiçbir faydası yok ama,
İsmine sahip çıkamadığım için,
Önce,
Atatürk’ten,
Kendi adıma,
Özür diliyorum ve utancımı dile getiriyorum herkesin huzurunda.
Sonra,
İlgili ilgisiz ne var ne yoksa olan bitenler için imza toplarız milletçek, bayılırız bu işlere.
Sonunu getiririz, getiremeyiz o ayrı.
Duygular seller gibi akar gider özellikle internet marifetiyle.
Yeter ki insanlığımızı tetikleyip, ne kadar insan olduğumuzu gösterebilelim, ispat edebilelim etrafımıza, herkeslere ve de kendimize.
Hem de,
Hem Türkçe, hem İngilizce.
İngilizceyi ‘kendi rızanla’ öğrenmene neden olan insana karşı vefa borcun var mı,
Yok mu, diye otur bir düşün önce.
Varsa,
Haydi bakalım, hep beraber,
Al hepimize Atatürk’e insanlık borcumuzu ödememiz adına bir şans.
Onun kuruduğu hür ve bağımsız ülkede, aldığımız eğitimlerin, yediğimiz ekmeklerin, içtiğimiz suların borcunu ödememiz adına bir şans sana,
Ve,
Son şans Atatürk’ün ismi için.
Sende İngilizce ana dil gibi. Yazıyor, çiziyor, okuyorsun her yerlerde.
Bul bakalım adamı.
Al sana adresi;
İngiltere.
Al sana adı da;
Muhammed Sujah Jioher Yagub.
Toplayabiliyor musun 70 milyon imza köylerden, Çankaya Köşküne kadar, dünyanın her ülkesinde yaşayan Türklerden, Milletin Meclisine kadar,
Toplayıp da,
‘’Atatürk’ün ismi Anadolu’da, Trakya’da, Dünyanın her yerinde yaşayan biz Türklere ait ey İngiltere’de yaşayan arap Muhammed efendi, bizim milletimize, bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mize ait.
O büyük insana biz o ismi, kendi ‘Hür ve Bağımsız Meclisimizin’ sevinçten ağlayarak ve hacısı, hocası, aydını, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi, her kültürden, her insanı ayakta alkışlayarak verdik.
Bu işler bizim buralarda çok hassas, ince işler, bu böyle biline diye’’,
Ayağa kaldırıp bütün dünyayı,
Tekrar ‘sadece’ kendi yüreğinin üstüne,
Hak ettiği, olması gereken yere, yeniden,
Yazdırabiliyor musun?
Atatürk ismini?
Hadi bakalım.
Al sana Atatürk ödevi.
Yap ödevini,
Önce sahip çık bakalım Atatürk’ümüzün ismine,
Sonra ister tayma kapak ol,
İster gülümseyerek gezin,
‘Atatürk Orman Çiftliği’nle,
‘Kapalıçarşı’nda.
İstediğin her yerde,
Hem de göğsünde ekmeğini yediğin, çocuklarının, torunlarının ve gelecek tüm nesillerinin de ekmeğini yemeğe devam edeceği,
Atatürk’ün,
İsmiyle.
Ata’nın yanına kendi meclisinin verdiği kararla,
İlave ettiğin Türk gibi.
Hadi bakalım,
Ey Türk gençliği, Ey Türk milleti,
Al sana,
Çok sevdiğin,
İngilizceden,
‘Atatürk’ ödevi.

Not: Acaba bu ülkenin Sayın Cumhurbaşkanı hazır oralara gitmişken, Kraliçeyle paylaşmış mıdır bu hassa konuyu gözlerinin içine ‘çakmak çakmak’ bakarak ve anlatmış mıdır acaba bu işlerin biz Türkler için ne mene hassas, ince konular olduğunu?
Yoksa haberi bile mi yoktu İngiltere’de yaşayan bir arap Muhammed Sujah Jioher Yagub’un yediği halttan Atatürk’ünde oturduğu Çankaya Köşkünde yaşayıp, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin ekmeğini yiyip, suyunu içen Sayın Cumhurbaşkanımız olarak…


- Ana sayfanın sağ tarafında 'KIRıKLAR KIRıKLAR' İLK BÖLÜMLER başlığı altında yayınlanmış diğer bölümlerini okuyabilirsiniz.

28.12.2011
Satır aralarında bir yerde, Atatürk’ü kaybettiğimiz haberi geldi.
Adamın ilkelerine doğru düzgün sahip çıkamadık, yetmedi meclis kararı ile kendi verdiğimiz ismine hiç mi hiç sahip çıkamamışız meğerse.
Atatürk isminin yeni sahibi, Muhammed Sujah Jioher Yagub (İngiltere’de yaşayan bir arap).
Bu bir şaka değil.
Keşke şaka olaydı.
Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap), Avrupa Birliği Ülkelerinde Atatürk markası ile istediği gibi, canı nasıl arzu ediyorsa giyecek, temizlik maddesi, alkolsüz içecek (etenşın pıliiz) ayakkabı, ilaç üretebilecek,
Raflara bir güzel yerleştirecek.
Atatürk marka donlar,
Atatürk marka basur ilaçları,
Atatürk marka kremler,
Mesela.
Üzerinde Atatürk yazan,
Artık hangi ürünü çekerse canı, ister üretir, ister satar Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap).
İsteyende alır, istediği yerine kullanır, sürer artık.
Adam gitmiş, müracaat etmiş, tescil ettirip almış patenti, kime ne, hesap mı verecek.
Hem de bizim devlet olarak imzaladığımız uluslar arası kanunlar çerçevesinde.
Ne zaman tescil ettirmiş Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap)?
2005 tarihinde.
Sayın devlet büyüklerimizin kulağına da gitti bir ara bu durum zaar,
Ki,
Kullanamazsın efendi Atatürk ismini diye karşı dava açmışız.
Oturmuş çalışmış üstünde sayın devlet büyüklerimizin tayin ettiği çok kıymetli avukatlar,
Ve savunma hazırlamışlar.
Savunmaya bak;
‘Atatürk ismini kız kardeşi bile kullanamadı (E eee…). O yüzden Atatürk ismi diğer ülke liderlerinden farklıdır (Haa! e eeee…). Bu nedenle, bunu marka olarak kimse kullanamaz (Bak sen…).
Akıl, bilgi, vizyon, ustalık dolu müthiş bir savunma.
Yakışır.
E bu savunmaya karşılık hangi hakim haklı görmez ki bir milleti…
Ancak,
Savunmaya itiraz da geliyor karşı taraftan;
Diyorlar ki,
‘’Ama Atatürk Orman Çiftliği var. Yani bir çiftliğin adı Atatürk.
Ayrıca Kapalıçarşı’da üstünde Atatürk yazılı tişörtler falan satılıyor.
Ve de arabaların üstünde bile yazıyor, hatta.
Siz (yani biz, yani bizim millet oluyor bu ‘siz’) istediğiniz yere yazıyorsunuz da, yazıp satıyorsunuz da, biz (onlar) niye yazamayalım ki?’’
Hıımm, diyor hakim, kaşınıyor, bakınıyor sağa sola ve;
İtirazımızın reddine, tescilin onayına da mahkemece tamamdır kardeşim diyor.
Muhammed efendide (İngiltere’de yaşayan bir arap) gevrek gevrek sırıtarak dönüyor evine, eminim sevinç içinde müjdeyi veriyor ağbilerine, ablalarına, ailesine.
Hayırlı uğurlu olsun demek kalıyor milletimize.
Artık neresine isterse orasına kullanacak, isteyen Atatürk ismini.
Neresine uygun görüyorsa,
Neresi için doğru buluyor, beğeniyorsa.
Ama çok geç değil her şey için.
Bizim uzman avukatlar! incelemişler durumu, eğer ki Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) beş yıl süresince her hangi bir üretim yapmazsa Atatürk markası ile,
Biz tekrar itiraz edebileceğiz.
Şimdi oldu bak,
Yaşasın.
Büyük devletsen ayrıntıları kaçırmazsın,
Gurur verici.
Diğer yandan dünyanın en büyük on yedinci ekonomisiyiz biz.
E bravo, alkış.
Yani mabadı kurtarmışız demektir bu durumda.
Alkış.
Amma,
Bir gün dünyadaki on yedinci ekonomi olalım diye ülkemizi kuran insana ait ismin, mabatlara uygun olup olmadığı ve nerelere layık olduğu konusunu atlamışız.
Olsun.
Önemi olan kendi mabadımız.
10 Kasım 1938 yılından bugüne kadar bu ülkede toplam,
28 adet Başbakana maaş ödedik, memur ettik kendimize işini doğru düzgün yapsın diye,
28. memura ödemeye de devam ediyoruz.
10 adet Cumhurbaşkanına maaş ödedik, memur ettik kendimize işini doğru düzgün yapsın diye.
10. memura ödemeye de devam ediyoruz.
Kim bilir bu zatların dışında, kaç ticaret, kaç dış işleri bakanı geldi geçti, yedi içti, bizde maaşlarını ödedik her ay tıkır tıkır.
Tüm bu zatlar Atatürk sayesinde yedi içti, kimi emekli, kimi görevi başında! yemeye içmeye de devam ediyor.
Geçtim o insanın kurduğu ülkede hür ve bağımsız doğmanın, büyümenin ve de yaşamanın verdiği bu güzel hazzı ve sevinci ve gururu,
İnsan,
Kendine ekmek kapısı açmış bir insanı bu kadar mı sevmez, bu kadar mı saymaz, bu kadar mı ciddiye almayıp,
Hiç olmadı anısına, bu kadar mı sahip çıkmaz.
Kendine ekmek kapısı açmış bir insana hiç mi vefa duymaz, vefa borcu olduğunu hissetmez.
Ülkeyi kuran insanın, liderinin, bizleri cumhuriyetle tanıştırıp, demokrasi ile yaşayalım diye hayatı pahasına çalışmış, çabalamış insanın ismine hiç mi saygı duymaz.
Onun ismi,
Oraya buraya yazılmasın diye hiç mi peşine düşmez, takip etmez.
Atatürk’ü sadece başının üstünde taşıman hiçbir şey ifade etmiyor,
Yüreğinde de,
Eğer ki,
Atatürk isminin, insanların mabadında, ayaklarının altında taşımasına izin veriyorsan.
Atatürk ismi sadece bir kelime değil ki.
Atatürk;
Bir millet olmanın, devlet olmanın, bir milletin bağımsızlığının, özgürlüğünün, bayrağının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin var olma öyküsü.
Öykünün yeni sahibiyse, Atatürk’ün var ettiği millet, o insanın kurduğu devlet değil,
Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) artık.
Sen devlet olarak, vizyonu olmayan ve de geleceği göremeyen,
28 Başbakanı,
10 Cumhurbaşkanını,
70 milyon insanı yetiştirdikten sonra,
İstersen dünyanın en büyük birinci ekonomisi ol, ne yazar.
Mabadına ipek don alırsın, marka hem de, o kadar.
Senin o donu aldığın paranın üstüne kendi kanunlarınla resmini koyduğun, yazdırdığın o büyük insanın ismini de,
İnsanların mabadına yazdırır Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) hem de canı nasıl istiyorsa, istediği zaman.
Ben bir salağım, vizyonda beterim teslim oluyorum, geleceği de yeterince göremedim ve,
Nasılda akıl edemedim. Ve ağbilerim, ablalarım da nasıl akıl edemediler.
Ve nasıl uyuduk ayakta ve bekledik ki, Muhammed efendi (İngiltere’de yaşayan bir arap) ve ağbileri ve ablaları bizden evvel akıl etsinler diye.
Bu saatten sonra hiçbir faydası yok ama,
İsmine sahip çıkamadığım için,
Önce,
Atatürk’ten,
Kendi adıma,
Özür diliyorum ve utancımı dile getiriyorum herkesin huzurunda.
Sonra,
İlgili ilgisiz ne var ne yoksa olan bitenler için imza toplarız milletçek, bayılırız bu işlere.
Sonunu getiririz, getiremeyiz o ayrı.
Duygular seller gibi akar gider özellikle internet marifetiyle.
Yeter ki insanlığımızı tetikleyip, ne kadar insan olduğumuzu gösterebilelim, ispat edebilelim etrafımıza, herkeslere ve de kendimize.
Hem de,
Hem Türkçe, hem İngilizce.
İngilizceyi ‘kendi rızanla’ öğrenmene neden olan insana karşı vefa borcun var mı,
Yok mu, diye otur bir düşün önce.
Varsa,
Haydi bakalım, hep beraber,
Al hepimize Atatürk’e insanlık borcumuzu ödememiz adına bir şans.
Onun kuruduğu hür ve bağımsız ülkede, aldığımız eğitimlerin, yediğimiz ekmeklerin, içtiğimiz suların borcunu ödememiz adına bir şans sana,
Ve,
Son şans Atatürk’ün ismi için.
Sende İngilizce ana dil gibi. Yazıyor, çiziyor, okuyorsun her yerlerde.
Bul bakalım adamı.
Al sana adresi;
İngiltere.
Al sana adı da;
Muhammed Sujah Jioher Yagub.
Toplayabiliyor musun 70 milyon imza köylerden, Çankaya Köşküne kadar, dünyanın her ülkesinde yaşayan Türklerden, Milletin Meclisine kadar,
Toplayıp da,
‘’Atatürk’ün ismi Anadolu’da, Trakya’da, Dünyanın her yerinde yaşayan biz Türklere ait ey İngiltere’de yaşayan arap Muhammed efendi, bizim milletimize, bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mize ait.
O büyük insana biz o ismi, kendi ‘Hür ve Bağımsız Meclisimizin’ sevinçten ağlayarak ve hacısı, hocası, aydını, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi, her kültürden, her insanı ayakta alkışlayarak verdik.
Bu işler bizim buralarda çok hassas, ince işler, bu böyle biline diye’’,
Ayağa kaldırıp bütün dünyayı,
Tekrar ‘sadece’ kendi yüreğinin üstüne,
Hak ettiği, olması gereken yere, yeniden,
Yazdırabiliyor musun?
Atatürk ismini?
Hadi bakalım.
Al sana Atatürk ödevi.
Yap ödevini,
Önce sahip çık bakalım Atatürk’ümüzün ismine,
Sonra ister tayma kapak ol,
İster gülümseyerek gezin,
‘Atatürk Orman Çiftliği’nle,
‘Kapalıçarşı’nda.
İstediğin her yerde,
Hem de göğsünde ekmeğini yediğin, çocuklarının, torunlarının ve gelecek tüm nesillerinin de ekmeğini yemeğe devam edeceği,
Atatürk’ün,
İsmiyle.
Ata’nın yanına kendi meclisinin verdiği kararla,
İlave ettiğin Türk gibi.
Hadi bakalım,
Ey Türk gençliği, Ey Türk milleti,
Al sana,
Çok sevdiğin,
İngilizceden,
‘Atatürk’ ödevi.

Not: Acaba bu ülkenin Sayın Cumhurbaşkanı hazır oralara gitmişken, Kraliçeyle paylaşmış mıdır bu hassas konuyu gözlerinin içine ‘çakmak çakmak’ bakarak ve anlatmış mıdır acaba bu işlerin biz Türkler için ne mene hassas, ince konular olduğunu?
Yoksa haberi bile mi yoktu İngiltere’de yaşayan bir arap Muhammed Sujah Jioher Yagub’un yediği halttan Atatürk’ünde oturduğu Çankaya Köşkünde yaşayıp, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin ekmeğini yiyip, suyunu içen Sayın Cumhurbaşkanımız olarak…

27.12.2011
Sabırla okumak mümkün mü? Sonuna kadar acaba?
Giriş:
Kişisel gelişim şart mı? Çok mu gerekli? Gelişmezsek ne olur? Gelişirsek iyi şeyler mi gelir başımıza?
Kadınların başını çektiği kişisel gelişim modası bir ihtiyaçtan mı doğdu?
Yoksa, kişisel gelişim de moda oldu da, gelişemezsen demode mi kalacaksın?
Şu an için tam olarak adını koyamadığımız bir hedefe doğru mu hareket etmeye başladık?
Kendi özünün, benliğinin gelişimi adına attığın her bir adımın seninle birlikte, topluma ve gelecek kuşaklara faydalarını kabul etmemek için hakiki ‘bön’ olmak gerekir.
Bu tarafı doğrumu eğrimi diye lafı uzatmadan, tartışmaya bir nokta koyup,
Geçelim özün ve benlik gelişiminin kadın erkek ilişkilerindeki yerine.
Geçelim ki, oradan da esas konuya gelebilelim.
Kadınlar bu konu kadın erkek ilişkileri platformuna çekildiğinde ciddi tepki gösteriyor.
Hele bir erkek irdelerse konuyu.
Hele hele didiklerse.
Aşağı yukarı her kadının bir veya birkaç erkekle ilgili içini acıtan ve kıran ve üzen ve de öfkelendiren anılarının olmasının üstüne,
Bir erkeğin kadının kişisel gelişimi adına attığı adımların sonuçları hakkında ahkam kesmesini, kadınlar;
Sabırla dinleyip, okuyup, mantık ve akıl süzgecinden dürüstçe geçirerek gerçekçi bir yorum yapmadan,
Sonuç itibariyle karşılarında bir erkek olduğu için şartlı refleksle tepki gösteriyorlar anında. Bu tepki de sert ve ters oluyor.
Gelişme:
Halbuki,
Gerçeğin, kadın aklı, erkek aklı diye bir ayrımı yoktur, olamaz da.
Kadının kendi gerçeği vardır, doğru.
Erkeğin kendi gerçeği vardır, doğru.
Ancak,
Evrensel gerçeği belirleyen aklın cinsiyeti olmaz, olamaz da.
Evrensel gerçekte doğanın kendi içindeki ahengi ve yaşamının devamındaki dengeyi oluşturur.
Bu dengeden kaynaklanan canlıların bir birleriyle ilişkileri de, yaşamın kendini temsil eder.
Yaşamın içinde her nevi canlı var.
Hayvanı, bitki örtüsü, insanı.
Nasıl ki hayvanların kendi içlerinde, bitki örtüsünün kendi içlerinde, hayvanlarla bitkilerinde karşılık olarak kendi içlerinde ekolojik bir dengesi varsa,
İnsanın da hem hayvanlarla, hem de bitki örtüsüyle karşılıklı ilişkisi var doğal olarak.
İnsanın ayrıca kendi içinde de ahengi, bu ahengin sonucu da insanın varlığını sürdürebilmesi adına kendi dengeleri de mevcut.
Bu dengeleri ölçen tartıya ait kefelerin sayısıysa üç.
Kadın, erkek, çocuk.
İnsan yaşamının kendi içindeki ahengini teşkil eder bu üç ayak.
Bu üç ayağın kendi içindeki dengeleri top yekün bir araya geldiğinde insanlığın ahengini belirliyor.
Bu ahengin oluşmasının da milyonlarca yıllık bir geçmişi var.
Ama, denge değişiyor.
Yeni milyonlarca yılın başlarına geldik, sonunda. Tam kıyısındayız.
Dengenin ahengini kadınlar değiştiriyor.
Bu nettir.
Kadınlar, her kıtada, her coğrafi bölgede kendilerini eğitmek, geliştirmek için müthiş bir çabaya giriştiler yıllardır.
Bu hareketlilikse, ‘erkek egemen’ toplum anlayışının makus ‘sonunun’ başı.
Bu yüzyılın kadınları yaşadığımız gezegenin geleceği ile ilgili yeni yapının ilk kilometre taşları.
Bu nettir.
Bu toplu başkaldırı için iki enstrümana müracaat etti kadınlar.
Biri erkeklerle rekabetin bir parçası olan genel bilgi donanımına yani eğitime,
Yani bir meslekte uzmanlaşmak, yani meslek sahibi olmak.
Ki, bu konuda erkekler kendi hakimiyetlerini kullanarak kadınlara karşı üstünlüklerini ‘hala’ ve ‘henüz’ koruyorlar.
Diğeriyse,
Erkeklerin rekabet edemeyecekleri bir başka alan;
‘Özünü, benliğini geliştirme çalışmaları’.
İki yönde birden ve aynı anda hareket ediyor kadınlar.
Hem suyun altından, hem de üstünden.
Erkeklerse tek yönde hareket ediyor, sadece suyun üstünden.
Kişisel gelişim için çaba gösteren kadın cinsi, varlığının gücünü arttırarak,
Birkaç kuşak sonra, erkek egemenliğini, kendi varlığının egemenliği ile mat edecektir.
Ruhun gücüyle beslenen bilgi dolu, uzmanlaşmış aklın önünde duracak hiçbir güç olamaz.
Bu gücün kadını erkeği de olmaz.
Olamaz da,
Kadınlar bu gücün oluşumu adına gereken, gerekli olan adımları hızla atmaya başladıkları için,
Erkeklerse henüz bu adımları atmak adına hazırlık yapmayı bile ciddiye almadıkları için,
Kadınlar öne geçti. Açık ara önde ilerlemeye başladılar.
Bundan sonra ne olur?
Cevap çok basit.
Kadın cinsi gezegende var olacak bir sonraki medeniyetlerin kurucusu ve yöneten gücü olur.
Roller değişir.
Güçlü ve ayağı sağlam basan bir ruhla güçlendirilmiş bilgi yüklü akıl;
Yönetimin başına geçer.
Tüm canlılar da bu güce itaat eder.
Buna erkek de dahil.
Pazu gücü fonksiyonunu yitirmiştir gezegenin bir sonraki döneminde ve geleceğinde.
İster milletler arası savaşta,
İster aile içi iktidar mücadelesinde.
Pazu gücüne müracaat edilecek, pazu gücünün faydaları ile ilerlenecek alanlar kısıtlandıkça, daraldıkça, bilgi dolu akıl ve güçlü ruh birlikteliği kendine yeni çalışma ve gelişme alanları açacaktır ve bulacaktır.
Bu alana da şu an için birinci derece de hazır olan insan cinsi kadınlardır.
Ve,
Gelişe gelişe açılacak ‘son göz’se evrenle entegrasyonu sağlayacak olanıdır.
Evrenle entegrasyon sağlanmadığı müddetçe insan nesli er veya geç bir gün yok olacaktır.
Hiçbir canlı neslinin yok olmasına izin vermek istemez.
Bilinçli ve bilinç altı, neslinin korunması adına tepki gösterir.
Anne olarak doğan, doğduğu an annelik sorumluluğu genlerine işlemiş insanın kadın cinsi,
Korumacılık, koruduğunu yaşatmak adına zaten gerekli donanımla milyonlarca yıldır gezegende hayatını sürdüren insanın kadın cinsi,
Annelik özelliğiyle bir sonraki nesillerin de geleceğini güvence altına almak görevini zaten milyonlarca yıldır sürdürmekteydi.
Zaten yaptığı işin, üstlendiği görevin boyutları değişti, hedefi genişledi, o kadar.
Kadın, evrenle entegrasyonu sağlayacak sistemin kurulması sorumluluğunu da gönüllü olarak üstlenmiş oldu, bilerek veya bilmeyerek.
Evrenle entegrasyonu sağlayacak göze sahip yeni nesiller yetişmeden bunun da mümkün olması söz konusu olmadığından,
Yeni nesillerin doğru özelliklerle yetişmesi adına,
Anneler yani kadınlar önce kendilerini yetiştirmeye başladı.
Bir sonrasında çocukları, çocuklar ve anneleri torunları derken, bir de bakacağız ki, onlarla kuşak sonra,
Ruhsal gelişiminin sınırları ve bilgi dolu aklı evrenle iletişim kurmaya çok müsait yeni bir insan nesli yetişmiş olacak.
Bugün olanları ister moda kılıfına koyun,
İster heves.
Hiç önemli değil başlayan bu değişimin nedenlerinin ne oldukları.
Siz varılacak hedefe bakın.
O hedefe de bizleri kimlerin taşıyacağına.
Sonuç:
Kadının tepesini attırmayacaksın.
Atarsa, bir düşer, iki düşer, üç düşer, sonunda döner eksiğini tespit edip, donanımlı yeni haliyle tepesini attıranın üstünden dozerle geçer.
Kadının binlerce yıldır tepesini attıran insanın erkek cinsi,
En emin halleriyle, binlerce, milyonlarca yıldır yaşadığı geleneksel ve kabul görmesi için kadını zorladığı hayatını devam ettirirken,
Kadınların önce akılları, sonrada ruhları isyan etti başlarına gelenlere.
Aklı bilgiyle doldurunca gördüler ki, erkeğin eksiği ruhu, yani özü, benliği.
Yani erkeğin karnının yumuşak yeri. Yani varlığının en zayıf noktası.
Ve de kadınlar adınaysa, kendilerinin gelişmeye en müsait noktası.
Sonuç malumunuz.
Evrene hazırlıyor kadınlar bizi.
Arayı açmak ve de erkekleri ayakta uyutmak içinde hafife alıyorlarmış gibi yapıyorlar gelişim sürecinde aştıkları, kat ettikleri yolları.
Evrene entegrasyonu sağlayacak yeni nesil insan cinsi ‘kadın’lardır,
Bu nettir.
Bunu da sessizce başaracaklar.
Çok üzülüyorum bazen, üç yüz dört yüz yıl daha yaşayamayacağım için.
Seyri enfes olurdu.
Patroniçeleri.
Süslenirler de kesin yine.
Bu günlere kadar üstten bakma şansları varken göremediklerini,
O gün alttan bakarak görebilecekler mi erkekler bakalım.
Ve,
Çok isterim, umarım, ümit ederim, dilerim ki bu yazı üç yüz yıl sonra da okunsun.
Dediydi diye değil,
Olan bitenin amatörce dillendirildiği bir kayıt daha olsun o gün ellerinde diye.
Belge belgedir,
‘Bön’lüklere karşı bedelleri tek tek ödenerek verilen mücadelenin hikayesi adına.

26.12.2011
Giriş;
Osho Beyin bizim milletin erkekleri ile ne alıp veremediği var, bilemiyorum. Adam öldü gitti, açıp da soramıyorum.
Bildiğim bizim kuşak erkeklerin bu Osho Beyden çektiklerini hiçbir şeyden çekmedikleridir.
Aslında her şey tıkırında güzel güzel gidiyordu uzun yıllardır.
Kadınlar cilveler yapıyor, fingirdiyor, erkeklerde erkek erkek gösteriler ve de kabarmalarla kadınları tavlıyor veya daha doğrusu kadınlar tavlanmaya onay veriyordu.
Kadınlar erkekler bir birlerine aşık oluyorlar,
Flört ediyor, geziyor, eğleniyor, evleniyorlardı.
Evlenip çocuklar yapıyorlar,
Erkekler şeker şeker karılarını aldatıyor,
Ve hep beraber,
Mutlu mesut yaşanıyordu.
Gelişme;
Sonra bir gün,
Hangi gün meçhul, tam olarak tespit edilemiyor,
Biz erkekler buna ‘Gözün Açılması Günü’, kısaca G.A.G’landığımız gün diyoruz.
O gün,
Olanlar olmaya başladı.
Osho Beyin kitapları ilk defa elden ele gezmeye başladı (1.Tur).
Ve boşanmalar başladı sapır sapır.
Genelde, hatta tamamında erkekler çekti gitti.
Gitmeyenleri de kadınlar yolladılar evlerden.
Ve de bizim kuşak kadınlar kaldılar,
Çocuklarla baş başa.
Hepsi de ergen irisi, kadın genci yaşlarda başladıkları,
Aşk, sevgi, muhabbet, seks hayatları,
Sekteye uğradı alışkanlıkları adına.
Neyse,
Demeye kalmadı, kocadan sonra ki ilk erkek öyle veya böyle giriverdi yaşamlarına.
Farklı bir erkek.
Farklı erkekle farklı aşk ve seks yaşandı.
Farklı erkek gitti.
Demeğe kalmadı daha farklı bir erkek girdi hayatlarına.
O da gitti zamanla.
Daha da farklı, daha da farklı derken,
Bir gün,
Kadınlar durdu.
Her erkek bir birinden farklı farklı olmasına rağmen,
Ve de hiç biriyle de olamayınca,
Neydi yanlış giden diye,
Farkları da düşünürken,
Birden,
‘Fark’ ettiler.
Fark ettikleri ilk şey, gözlerinin açıldığıydı artık (bakınız; G.A.G).
Ve de gözleri açıldıktan sonrada fark ettiler ki,
Bu heriflerden bir mok olmaz, olmayacakta.
İyi de ne olacak şimdi derkeeen….
İşte burada devreye girenlerin başını yine Osho Bey çekiyor (2.Tur)
Ve felaket tellalı gibi yeniden düşüyordu bizim kuşak erkekler alemine.
Bu Osho Bey, yememiş, içmemiş kardeşim, car car car konuşmuş.
Konuştuklarını da birileri oturmuş, yazmış, kitaba çevirmiş.
Kadınlarda hepsini toplamışlar piyasadan,
Yalayıp yutmuşlar ne yazıyorsa içinde,
A haa…İşte o noktada erkeklerin tüm kimyaları, metabolizmaları löngürt diye çöktü.
Kadınlar farkındaydı aslında başından beri, cin gibiler, hiç ihtiyaçları yok Osho Beye, amma farkında olduklarının ne olduğunu kelimelere döküp, kendilerini ikna edemiyorlardı bir türlü.
Bu Osho Beyimiz bu işi bir güzel becerdi, maşallah.
Becerince, kadınların erkeklere bakışı başladı mı değişmeye, başladı.
Çünkü hayata bakışları değişti.
Misal,
Barda oturuyorsun. Karşında iki üç kadın (artık üç adet bizim kuşak kadın erkeksiz oturuyor yiyor, içiyorsa bir yerde, uyandık artık bunlar kesin Osho kadınları…, ama ilk başta tuu leyt şekerim tabii ki, nereden bileceksin).
Kadınlardan biri çok seksi, çok güzel, acayip beğeniyorsun. Yakayı paçayı düzeltip bir façayla yerinden kalkıp, yolda genzini de temizleyip, bir cesaret gidiyorsun yanına kadının.
Üst baş jilet ama haa…
Yakışıklılık desen, vay vay vay kıvamında.
- Merhaba,
- Merhaba!
- Sizi uzaktan seyrediyorum, hayran kaldım güzelliğinize, sizinle tanışmak istedim…
- Beyefendi, güzellik falan yok, bir yanılsama içindesiniz. Kimin güzel, kimin çirkin olduğuna dair bir kriter de yok, bu kişisel bir zevk meselesidir. Hatta bir heves de demek mümkün…
- !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!..........
Beyefendiyi toparlamamız üç ay sürdü.
Uzun müddet uykusunda,
‘Yanılsamam, yanılsamam’ diye inledi.
Arada ‘kalçaları çok güzeldi, kalçaları çok güzeldi.
Yanılsasam, yanılsasak…’
Diye de mırıldanıyordu.
Sonra bir dönem görmedim, yanılsamıştır her halde bir yerlerde.
Kadın milleti alem.
Biri bir şey yaparda, diğerleri yapmazsa çatlarlar ortalarından.
Modanın oturduğu zeminde kadındır bu yüzden.
Artık her kimse o, Osho Beyi keşfeden eden ilk kadın (ki hepimiz o kadını arıyoruz fellik fellik),
İki yerde iki kelam edince,
Hoppaaa bir grup kadın başladılar kesin Osho Bey okumaya.
Okudukça gözler iyice açılmaya başladı mı?
Başladı.
İki göz yetmedi, yetmeyince acilen üçüncü gözde ithal edildi mi doğu aleminden, edildi,
Edilir edilmez yerine yerleştirilip, hemen o da açılmaya başladı mı sana?
Başladı.
Diğer yanda…
Fark ettiği göğüs ve kalçaların peşinden giderken,
Bir yerlere çarpmasın diye tek gözüyle bile idare eden,
Bizim bildiğimiz, sıradan erkeklerle,
Osho kadınları arasında ki,
Fark da açılmaya başladı mı?
Başladı.
Üç gözlü Osho kadınları ile tek göz sıradan vatandaş erkekler arasında ki fark,
Açıldıkça,
Erkeklerde fark ede ede fark ettiler ki, bu Osho kadınlardan artık iş miş çıkmaz.
Ve bu arada,
Osho ile ilgilenmeyen, göğüs ve kalçaları ile yuvarlanıp giden diğer kadınlara da gün doğdu haliylen.
Tek göz, iki göz, üç göz umurunda olmayan diğer kadınlar aldılar sazları ellerine.
Haydaa, bu sefer de Osho kadınları fark ettiler ki, ortada birlikte olacak erkek merkek kalmadı.
Ehh, bu arada çocuklar da büyüdü, eskisi kadar uğraşmak gerekmiyor, üstüne erkeksiz hayatın getirdiği atıl zaman ve de enerjiyle de iyice daldılar okumaya,
Okudukça fark ettiler,
Fark ettikçe daha da okudular,
Okudukça daha da fark edince,
Sonunda,
Bizim kuşak kadınlar,
Erdiler.
Her biri oldu mu sana birer Osho Hanım?
Oldu.
Şimdi,
Şu an ki durum nedir?
Sıradan vatandaş tek göz erkeklerin hayatı nispeten kebap.
İlk şok atlatılmış, artık güzelliklerle ilgili,
Hayatsa yanılsaya yanılsaya rayına oturtulmuştur.
Oturtulmuştur, oturtulmuştur da, yinede akıllar kalmıştır bizim kuşak kadınlarda.
Tek göz mek göz, kalite farkı da göz ardı edilecek bir durumda olmayınca,
Pek de memnun değildirler hayatlarından.
Ve de sabah akşam Osho Beyi ve de bu beyi bu ülkeye kazandırmış ilk kadını sevgiyle anmaktadırlar her gün.
Diğer yanda,
Osho Kadınlarının durumları da iyi diyebiliriz.
Durumu ve hayatın tamamıyla ilgili ne var ne yoksa her şeyi farkındalar artık.
Erince,
Fark etmemek mümkün mü.
O kadar fark ettiler ki durumu,
Şimdilerde ‘iyi de biz erdik, erdik de,
So vat’ hallerini de fark etmeye başladılar.
Sonuç;
Bizim kuşağın kadınları erdi ve,
Medeni durumları: Bekar. Aşk durumları: Yalnız.
Bizim kuşağın erkekleri eremedi ve,
Medeni durumları: Evli. Aşk durumları: Kalite düzeyi düşük, ancak yoğun.
Osho Bey ve mirasçıları;
Çok zengin.
Bir diğer grup kadın;
Nasıl oldu da oldu bu nevi adamlar bizleri kollarına takıp geziyorlar,
Hatta üstüne nikahı da basıyorlar diye şaşkınlık içindeler.
İşin tuhafı,
Bu durum neden başlarına geldi ‘farkında’ bile değiller.
‘Farkında’ olsalar,
Osho Beyin mezarını
Telli Baba türbesine çevirip,
Çul çaput bağlarlar.

Not: Osho Bey ölümünden sonra yakılmıştır. Ekmek kuran çarpsın biz yakmadık.

- Ana sayfanın sağ tarafında 'KIRıKLAR KIRıKLAR' İLK BÖLÜMLER başlığı altında yayınlanmış diğer bölümlerini okuyabilirsiniz.

25.12.2011
Herkesler ‘ben çocuğum büyümedim çocuk kaldım’ diyor bizim kuşakta.
Ben de, seviniyorum çok, ‘ohh sonunda yaşasın, ben de çocuk kaldım’ diyorum, fırlıyorum bir heves hemen evimden,
Çıkıyorum sokaklara, bahçeye, bakınıyorum ki, etrafta oynayacak çocuk yok.
Gidip camlarının önünden sesleniyorum onlara tek tek, kimi evler sessiz, perdeleri kapalı,
Kiminden biri çıkıyor cama, olmadı kendisi,
Ödevleri varmış gelemezmiş, gelemem diyor.
Kendini büyük insan zannedenler, ödevlerine gömülenler, hayatı ödevler zannedenler,
Beni hiç mi hiç eğlendirmiyorlar.
Dolanıp, dolaşıp bahçelerde sokaklarda, dönüyorum evime.
Camdan dışarı bakmaya başlıyorum tekrar.
Ola ki biri çıkar sokağa görürüm diye, çıkanlar hep büyükler.
Büyük büyük ciddi suratlı erkekler, kadınlar.
Çocuk gibiyim deseler de, yine de yatmalarıyla, kalkmalarıyla büyükler.
Sonra,
Ertesi gün oluyor.
Hazırlıyorum her şeylerimi.
Misketlerimi,
Topumu,
Hatta ipim bile var, kızlar için.
En sevdiklerimi giyiyorum üstüme.
Bir heves, kalbim çarpıyor hızlı hızlı.
Doğru camın önüne yine,
Demeye kalmıyor, biri çıkıyor evinden, sanki çocuk gibi,
Tam sesleneceğim, ama yanında büyük, ciddi, asık suratlı biri.
Aşağıya iniyorum.
Oturuyorum bahçe duvarına.
Bakınıyorum etrafa.
Ayaklarımı sallıyorum, topuklarımı duvara vura vura.
Ben çocuk kaldım diyenlerin hiçbiri yoklar ortalıklarda.
Günler, haftalar sonra, buluyorum hepsini tek tek,
Soruyorum onlara, ‘hani çocuk kalmıştınız’,
‘Biz büyümedik, çocuk kaldık’ diyorlar yine de üstüne basa basa.
E ee, iyi o zaman,
Çıkarın oyuncakları oynayalım diyorum bir heves,
Ya yok ki oyuncağımız diyorlar,
Ya da oyuncakları hep büyük insan oyuncakları, oynanmıyor bu yaşlarda.
Halbuki,
Duruyor benim oyuncaklarım.
Mesela küçük arabalarım.
Halıdaki desenlerde yollar yapıp,
Oynuyorum onlarla.
Burnunda top çeviren fok balığım da duruyor, kurmalı yandan,
Davul çalan kırmızı şapkalı ayım da.
Tel cambazım bile duruyor.
Teneke uçağım.
Oyuncaklarım var, var da,
Oynayacak çocuk olmayınca.
Ben de,
Amcalara, teyzelere gidiyorum oynamaya,
Ya da gerçek çocuklara.
Çocuklarla oynardım hep, güle eğlene,
Şimdiler de yeni yeni keşfettim,
Yaşlılarla çok güzel oynanıyor da.
Eskiden biraz çekinirdim.
Kocaman erkekler, boylu poslu kadınlar,
Ben küçücük kalırdım yanlarında.
Şimdi, onlar da küçüldü iyice.
Geldik aynı boylara.
Hatta kimisi, küçücük kalıyor yanımda.
Oynaması çok eğlenceli,
Teyzelerle, amcalarla.
Çocuk kadar güzel oynuyorlar her bir oyunu,
Seve seve, sabırla, heyecanla.
Aldım verdim ben seni yendim oynadım,
Hep ben kazandım. Sonra onlar kazandı,
Hiç kavga etmedik aramızda.
Opon opon,
Kızlara jüpon,
Erkeklere don,
Ninelere gözlük,
Dedelere baston diyorum,
Kızdırıyorum onları.
Hemen kalkamıyorlar yerlerinden, kaçıyorum uzaklara.
Oo piti piti,
Karemela sepeti diye de sayıyoruz,
Saklambaç oynayıp,
Saklanıyoruz sokaklarda.
Bazen saklananlardan biri, bir daha geri dönmüyor,
Bir daha geri gelmiyor aramıza.
Evlerine gidiyoruz, elimizde topumuz, misketimiz, ipimiz,
Taşındı diyorlar, gitti dönmez,
Çok uzaktaki bir mahalleye.
Bozuluyoruz ister istemez,
Bir çocuk daha eksildik diye,
Sonra biri, bir vuruyor topa,
Yallah hepimiz topun peşinden koşa koşa,
Unutuyoruz, kıkırdayarak, çığlıklar atarak,
Dalıyoruz yeni oyunlara.
Akşam oluyor,
Çağırıyorlar bizi,
Eve dönüyoruz, temizlenip yıkanıyoruz,
Yemekte anlat diyorlar, nasıl geçti günün,
- İyi
Diyorum sadece.
Anlatamıyorum onlara,
Herkesin çocuğum dediğini,
Dedikleri kadar çocuk olamadığını,
Ödevlerden başlarını kaldırıp,
Sokaklara çıkıp oynamadığını,
Oyun bozancılık yapıp,
Mızıkçı olduklarını.
Çocuk kaldım diyenler ellerini kaldırsın,
Oyuncağını kapan, sokakları doldursun.
Çocuğum demekle çocuk olunmuyor,
Oynamasını bilmezsen, çocuklar seni istemiyor.
Yetişkinler alemi, hiç mi hiç çekilmiyor,
Lüzumsuz kabarmalar,
Gereksiz böbürlenmeler,
Bencillikler,
Kartvizitler, etiketler,
Ciddi ciddi suratlar, ciddi ciddi tavırlar,
Neşemizi yok ediyor.
Neyse ki,
Yaşasın,
Hepimiz bir gün,
Çok,
Büyüyeceğiz.
Çok,
Büyüyünce çok küçülüp,
Küçüldükçe,
Büyüyeceğiz.
En çok sevindiğim,
Büyüdükçe,
Çocuklaşıp, çocuk olup,
Çok ama,
Çok eğlenip,
Günümüzü,
Gün edeceğiz.
Kalan günlerimizin kıymetini bilip,
Kartvizitleri ya uçurtma,
Ya da uçak,
Yapacağız.

İçinde ki çocuğu ruhunda korumak, onu güldürüp eğlendirmek, neşelendirmek için tüm bedelleri ödeye ödeye yaşamış, varlığını ‘kendi’ gibi ifade ederek yaşayan ve de ruhunda ki tebessümü hiçbir zaman yüzünden, gözlerinden eksiltmeyen tüm sevgili insanlar için.

24.12.2011
- Cebraili çağırın gelsin hemen, acil toplantı var diye gürledi.
Melekler kenarlardan süzülürken, koşuşturmalar oradan oraya.
Ara ki bulasın, koskoca evrende Cebraili.
Patron sıkkın. Oradan toparlamaya çalışıyor, burası elinde kalıyor.
Şuradan toparlıyor, başka bir yer kaynıyor.
Her şeyi halleder diyoruz, diyoruz ama bir yere kadar.
Neyse,
Toplantı başlar.
Masa, iskemle, oda falan yok.
Çocuk olmayın.
Gümbür gümbür, bazen ıslık gibi, bazen uğultu nevi sesler.
İnsan diline çevireceğiz mecburen.
- Nedir bizim bu halimiz? Nereye doğru bu gidiş? İpin ucu kaçıyor, yeter artık…
- Patron, sabahtan beri su bile içemedim, yani lafın gelişi, koşuşturmaktan, inanın olmuyor, çalışıyoruz, didiniyoruz ama nafile.
- Nedir son durumlar?
- Samanyolu yön değiştiriyor engel olamıyoruz,
- Koordinatları verin çalışalım üstünde, başka,
- Yeni galaksilerin üretimi gecikiyormuş, onca ruhu bir an evvel bir yerlere yerleştirmemiz şart,
- Çağırın üretim meleklerini, görüşelim hemen, olmaz öyle şey.
- Dünya dahil iki yüz kırk iki bin gezegen son kullanma tarihini uzatmak istiyor,
- Yazılı müracaat etsinler, gerekçeleriyle, inceleyeceğim, daha iki milyar yıl evvel uzatmadık mı biz bu süreleri?
- Evet patron, şimdi yeniden uzatmak istiyorlarmış.
- Dertlerini ne? Kazık mı çakacaklar evrene, bakarız, başka.
- Bir de,
- Bir de ne ?
- Bir de Nesrin diye bir kadın sabah akşam size selam gönderiyor, aşktan yana çok çekmiş, artık patron bana gün yüzü gösterse diyor,
- Kim bu Nesrin? Ne yüzü be…
- Kulunuz efendim.
- E her halde, nerede yaşar? Ne yüzüymüş bu…
- Dünyada, gün.
- Yahu ben bu kadınlara kırkından sonra gün yüzünü yasaklamadım mı dünyada?
- Evet efendim, yasakladınız da, kadınlar dinlemiyor, ha bire aşk istiyorlar, isyan çıkmak üzere.
- Çağırın Nesrin’i yanıma, hemen.
- Patron Nesrin buraya gelirse, bir daha nasıl dönecek Dünyaya?
- Çağırın, dönmesin. Ne bu be, oradan buraya dua et, mesaj at, sonra buraları beğenme… Getirin hemen.
Cebrail hızla çıkar, bu sefer başlarlar Azraili aramaya.
Sonunda kuytu köşe bir yerinde bulurlar evrenin.
Savaş çıkmış galaksiler arası, adam meşgul, saniyede üç yüz ruh alıyor o sırada,
- Patron seni istiyor,
- Meşgulmüş, işi var diyin.
- Çok kızgın bence gel, canı sıkkın, gürlüyor bugün. Nesrin’i alacakmışsın aşağıdan…
- Hey patronum, hey…Yahu daha bu sabah gönderdi beni git alabildiğin kadar ruh topla getir diye, ben tek tek yapamam ki bu işi, sonra hesap soruyor akşam ama bu kadar mı topladın bütün gün diye..
- Sen gel en iyisi,
Işık hızı ötesi uçuşmalar, toplantıya devam.
- Kim bu Nesrin?
Bakışmalar sağa sola,
Azrail,
- Efendim hatırlayamadım,
- Nasıl hatırlamazsın kardeşim, altı milyar insan zaten hepsi, hepiniz dalga geçer oldunuz.
Fısıldaşmalar,
- Haa, anladım, hatırladım Nesrin’i
- Kim bu?
- Efendim bu kadın bir ara aşk acısıyla ya bileklerini kesmeye kalktı, ya da öyle bir şey, ben çok yoğundum ilgilenememiştim, aşağıda kaldı o yüzden. Bildiğim kadarıyla, bir türlü aradığı aşkı, erkeği bulamamış mı ne, son zamanlarda size yakarıyor sürekli, gün yüzü görmek istiyormuş diye söylediler bana.
- Git al gel hemen..
- Efendim, ama, yani, henüz daha kırk beş Dünya yılı yaşamış,
- Getirin.
Emir büyük yerden. Azrail söylene söylene iner alır gelir Nesrin’ini.
Sebep, dişlerini fırçalarken genzine macun kaçması.
Naapsın adam, işi var kıyamet gibi, sokağa çıkmasını beklese en az bir saat, makyaj şu bu.
Nesrin şaşkın şaşkın huzurda.
Üstünde büyük şapşal bir tişört, altında külot, ayaklar çıplak, elinde diş fırçacı.
- Kızım senin derdin ne?
Kızım şokta. Patronun karşısında.
- Kızım konuşsana, nedir derdin senin sabah sabah, ne yakarışlarıymış bunlar?
- Efendim, ben çok çektim aşklardan da,
- E eee… Ben naapiim..?
- Artık diyorum stabil bir ilişkim olsun..
- Stabil ne be?
Cebrail,
- Kalıcı demek efendim.
- E niye kalıcı demiyorsun evladım, uydurup uydurup konuşuyorsunuz, devam et..
- İşte o yüzden ben de kaç sabahtır size yakarıyorum, bir adam çıksın, elimden tutsun, beni bulutlara yükseltsin.
- Kabul ediyorum, adam geldi, elinden tuttu ve de bulutların üstündesin artık.
- Nasıl yani?
- Nasılı mı var mı kızım, adam dedin yolladım yanına biraz evvel, aşk dedin, yaradan aşkından büyüğü var mı? Yok. Aşkı da buldun say. Bulut dedin, ne bulutu, dünyayı göremiyorsun buradan, başka?
Nesrin tam şaşkın. Ne yapsın, ne etsin, ne desin, adam haklı.
- Af edersiniz bir sorum olacak,
- Sor kızım, hadi çabuk bütün sabahı seninle geçirdik, işimiz gücümüz var..
- Efendim, Melih’i de almanız mümkün mü?
- Melih kim yahu…
Azrail, eğilir kulağını, fıs fıs
- Kızım, o adam zamparaymış..
- Efendim, biz seviyoruz bir birimizi
- İyi de kızım, başka erkek mi kalmadı dünyada, bırak kızım o adamın peşini. Bak bu adam bugün var yarın yok, seç başka birini getirteyim sana, şöyle mazbut biri falan…
- Ben Melih’i istiyorum.
- Bana Melih’in dosyasını verin.
Dosya gelir, iki melek zor taşıyor.
Patron bizzat kendisi açtı hımm hımm diye diye inceledi. Tek tek sayfaları.
- Kızım, bak bu adam bu güne kadar ne kadar kadınla beraber olduysa hepsini aldatmış. Ayrıca şu an evli ve de metresi var ve de ayrıca şirketten sarışın bir kadınla da beraber. Ben de ne çok sarışın yaratmışım..
- Biliyordum, biliyordum, Yonca orospusu, biliyordum, adi karı… Dedim ben, dedim ben Ayşe’ye, bak çıkıyor hepsi tek tek. Melih’e demiştim, burada saklasan çıkar öbür tarafta diye…
Orospu kelimesi uymadı tabii ki ortama, Azrail çimdirince Nesrin’i, Nesrin sustu, ama kıpkırmızı sinirden.
- Önce şu öbür taraf lafı kadar beni deli eden bir laf yok kızım. O taraf bu taraf yok çocuğum. Hepsi tek taraf evladım. Tek tarafın içinde gidip geliyorsunuz çocuğum. Ayrıca, bu adam işe yaramaz, iki günde terk eder seni. Dosyası çok kabarık, emin misin kızım,, bak adam evli de. Adamı evinden barkından edeceğiz.
- Evet, evet, eminim. Biz seviyoruz bir birimizi.
- İyi hadi Melih’i de getirin. Zaten bir moka yarayan bir kul olamamış, verin burada erkekler hamamına birkaç bin yıl. Görür orada kadını rüyasında.
Patron söylenerek ayrıldı toplantıdan.
- Deli bu Dünyalı kadınlar, koskoca evrende onlardan çektiğimi kimseden çekmedim diye diye…
Patron gerçekten bıkkın.
Sonra oturduk konuştuk uzun uzun, akşam işten sonra, Cebrail, Azrail birkaç melek daha, hepsi bıkmış be kardeşim.
Bana yakarışların listesini, adetlerini gösterdiler, aklım şaştı.
Milyarlarca insan aşk duasında.
Çoğuna yakını kadın.
Diyorlar ki, ilgilenebilmemiz mümkün değil.
Zamanında çok uğraşmışlar, tek tek bir araya getirmişler insanları, ne aşklar yaşatmışlar ama kimse kıymetini bilmemiş, ayrılmış, başlamışlar yine yakarışlara.
Hatta patron bir ara gün yüzü görmeyi yasaklamış, savaşlar çıkarmış, milyonlarca ruhu zor toplamış Azrail senelerce.
Azrail diyor ki, yıllarca bir saniye durduğumu hatırlamıyorum. Kadını, erkeği, çocuğu milyonlarca ruh toplamış, dur durak yoktu o dönemde diyor.
Hani gün yüzünün kıymeti bilinsin diye, bir zaman iyi gitmiş ortalık, sonra yine sapıtmış insanlar.
Ehh insanoğlu bu, unutuyor kıymetini yaşamın ikide bir.
Sonra diyor Cebrail, patron bir kükreyecek, tam kükreyecek diyor bu sefer.
Bu sefer çok kızgınmış artık.
Ya,
Alır sökerim kalplerini, ne aşk kalır ve sevgi diyormuş.
Ben o kalbi onlara ikide bir ona buna şuna aşık olsunlar diye vermedim de diyormuş.
Ben o kalpleri onun bunun için çarçur etsinler diye yerleştirmedim yüreklerine diyormuş.
Ya da,
Uzatmam son kullanma tarihini gezegenin, ne insan kalır, ne börtü böcek diyormuş.
İki kişi kalsa elimde yine, bir kadın bir erkek bana yeter diyormuş.
Benim vaktim bol, istediğimi yapar bozar yine yaparım diyormuş.
Aklının almadığı,
İnsanların bol vakitleri de yok ya,
Ne akla hizmet o aşk bu aşk derken ömürlerini tüketip gidiyorlar, sonra da eller gözler havada yakarıp, kapıma gelip,
Aşk, aşk diyorlar da, diyormuş.
Biraz daha oturdum, kalktım.
Çıkışa kadar Nesrin geçirdi beni. Melih’i bekliyormuş heyecanla.
Bulur Azrail onu hemen dedim, merak etme.
Hayvan herif, aldatıyor hepimizi dedi.
Nereye arazi olduysa bu sefer, karısı, metres hep birlikte arıyorlarmış, Azrail dahil, bulamamışlar. Melih’e bak…
Nesrin yine de mutluydu.
Melih’i sonunda ayıracak ya, karıdan, metresten, orospu Yonca’dan.
Üst çekmeden, külot sutyen falan istedi, bir de kremlerini ve makyaj malzemeleriyle, sakarinini.
Bir daha gelişime getireceğim.
Şeker kız Nesrin.
Ne gündü ama.
Patrona helal olsun.
Milyonlarca senedir bunca insanın aşk işleri bile yeter adamı bitirmeye.
Hala ayakta ya, gerçekten helal olsun.
Bunca kadının, bunca aşk derdine rağmen hem de.
İnsanı seviyor.
Sevmese,
Kadını yaratmazdı bir kere.
Hele,
Aşkı, hiç.
Söyleniyor, söyleniyor ama,
Gülümsüyordu da gevrek gevrek sanki giderken,
Eğlenip, hafiften dalgasını mı geçiyor,
Yoksa,
Babacan bir gülüş müydü,
Tam anlayamadım.
Akşam oldu yine.
Ortalık hareketlenir, hafta sonuna da giriyoruz,
Kalkmaya başlamıştır,
Eller, gözler gökyüzüne.
Kalpler de kıpraşmaya.
Sabaha kadar fazla mesai.
Hem aşağıda,
Hem yukarıda.

- Ana sayfanın sağ tarafında 'KIRıKLAR KIRıKLAR' İLK BÖLÜMLER başlığı altında yayınlanmış diğer bölümlerini okuyabilirsiniz.

23.12.2011
‘Karı’ diye çıktığımızda yolda, ‘karı’ oldu bir dönem sonra ‘kız’.
Erkeğiz ya, biz de kızı, yeniden ‘karı’ yapacağız diye, pür telaş başlayınca faaliyetlere,
‘Eve kız atmak’ deyimi o zamanlarda oturdu kaldı bizim alemde, bıyıklar daha yeni terlemişken.
‘Attın mı kızı eve?’
‘Attım’.
Vay bee…
Nasıl atıyorsun usta kızı eve?
Saçında mı sürüyorsun?
Ümit gazımı veriyorsun gönlüne gönlüne, geleceğe dair?
Önce tanısan, tanışsan, sevsen falan?
Şöyle duyguların üstünde kıvrak danslar yapıp,
Çelsen aklını, gönlünü kızında, sonra,
Hani, kendiliğinden olursa olsa bu yatak işleri.
Yok,
Önce eve atmak lazım kızı. Napcan sevmeyi, gönül mönül almayı.
Dans etmek erkekçe mi? Diye, tam da tartışırken..
At eve önce, sonra seversin.
Erkekliğini koy ortaya bi bakalım önce.
Ne kadar erkeksin, ölçer biçerler zamanla.
Raporu, kırk sene sonra yazıp veriyorlar bu arada, hani bilesin.
Neyse,
Kızda gelir tıpış tıpış bu arada.
İlk geliş, hadi saflık.
İkinci? Olabilir, insanoğlu, vardır bir zafiyet.
Ya üçüncü ve sonrası?
Eve mi atılıyorsun?
Evin üstüne mi atlıyorsun?
Diye de sormazlar mı kıza…
Sormazlar. Kızların ki sayılmaz.
E böyle olunca durum,
Sevmeden, gönüllerle ilişkiler kurmadan,
Ruhla, gönülle, beden arasında ahengi yakalamayı öğrenemeden,
Yatak işlerinin senkronize keyif kısmı ve çoşkusu,
Eriyip gitti galiba,
Evlere doğru gidilen yollarda.
Halbuki;
Üsküdar’a gider iken zamanında alırmış bir yağmur.
Gözler mahmurmuş.
Mendili de buldun mu,
İçine de lokum.
Hani, ola ki sever seni diye.
Severde, varır diye.
Varırda, kavuşursun diye.
Kavuşursunda, eller tutuşur diye.
Tutuşunca, öpüşürsün diye.
Öpüşülünce, yatağa uzanırsın diye.
Uzanılınca da,
Belki,
O da belki,
Sevişilir diye.
Vay babam vay.
Heyecana bak.
Kim tutar o kadınla erkeği ondan sonra.
Şimdi,
Önce, önden,
Sevişiliyor.
Baştan.
Sonrasında duruma göre ya gözler mahmur,
Sabahın köründe,
Ya da herkes yoluna, sepeti koluna.
Erkekler adam gibi olma ihtimallerini,
Kadınların kırklara doğru ve de sonrasında,
Ağızlarından düşürmedikleri ‘adam gibi adam’lıklarını,
Kızları eve atarken tek tek,
Yitirmiş olabilirler,
Mi,
Acaba erkekler taa o zamanlarda?
Ve de kızlarda, duruma çanak tutup,
Evlere atıla atıla,
Mendili düşüren zarif, latif kadınca, yumuşak hallerini?
Hani, olası.
Kızlar ‘adam gibi adam’ aranırken,
Erkeklerde ‘kadın gibi kadın’ bakınıyorlar da.
‘İnsan gibi insan’a ne oldu peki? Falan diye derken,
Demeğe kalmadı,
Aşktan ümit kesilince,
Lafa bak,
Seks partnır, doğdu yıllar evvel bir güneş gibi,
İçimize.
İhtiyaç molası.
Tam cuk oturdu. Süresi de en fazla, on beş dakika. Ki, bazen inmen, binmen beş dakika,
Arabadan.
Vaay…,
Güzeel, yerinde çözüm.
İngilizcesi de var,
Fak badi.
Türklerin bir kısmı, fack badi diyor.
İnterneyşınıl soluşıns, törkiş hend meyd hallerimize,
Ruhlarla gönüllerin,
Gönüllerle bedenlerin,
Senkronizasyonunda çuvallama hali tavan yapıyor.
İyi de,
Şirketler ekip çalışması diye seminerler düzenlemiyor mu?
Ekip çalışmasından doğan sinerjinin,
Ve yardımlaşmanın,
Ve de paylaşımın,
Ve de eksiği kendi içinde tamamlamanın,
Başarıya giden yol olduğuna dair?
Yess ki ne yess...
Kadınla erkek ekip çalışmasında,
Uzmanlaştıkça birlikte,
Ruhla gönül, gönülle beden,
Bireyselleşiyor zaar.
Ruhum sende.
Gönlüm onda, şunda.
Sohbetim de bir başkasında.
Bedenim de anonim.
Haa,
Anladım,
Ekip çalışması yine.
Üç beş kişiden bir yavuklu hazzı.
O üç beş kişide kendi içlerinde üç beş kişiyle ekip.
Ehh, demek ki,
Bir ruh,
Bir gönül,
Bir beden onlarla kişiyle,
Besleniyor.
Bakıyorum etrafıma,
Herkes çoşmuş,
Aşklar,
Sevgiler,
Seksler.
Nasıl yani? Diyorum.
Etüt edince nedeni görüyorum.
Ehh, kadınlı erkekli hepsi okumuş çocuklar bunlar,
Üstüne seminerler, kurslar, eğitimler,
De,
Üstüne üstüne bindirince,
Alta yatacak hali yok ya,
Üste çıkıp,
Başarıdan başarıya,
Koşuyor insanlar.
Bende bu sinerji nereden geliyor diyordum,
Şimdi oldu bak.
Aferim.
Okuyunca oluyor.
Çalışınca oluyor.
Altlardan başlayıp, çıkabildiğin kadar üstlere çıktıkça,
İyi bir ekiple,
Her bir yerin,
Bir güzel doyuyor.
Artık,
‘Kızlar evlere oğlan atıyor’,
Ve de,
Aynı anda,
‘Adam gibi adam’
Testi de yapıyor.
Adam çıkmayan,
Terfi ediyor,
Yerli malıysa seks partnır,
Yersiz malıysa,
Fak badi,
Oluyor.



- Ana sayfanın sağ tarafında 'KIRıKLAR KIRıKLAR' İLK BÖLÜMLER başlığı altında yayınlanmış diğer bölümlerini okuyabilirsiniz.

22.12.2011
Bir sahne vardır, filmlerde, reklamlarda bazen.
Kadın ve erkek, nedense hep üç çocuk, güneşli bir günde, yem yeşil çimenlerde yuvarlanıp oynarlar, neşe, mutluluk, sağlık, sevgi fışkırır hepsinden.
Hepsi de sarışındır (nedense). Saçlar lüle lüle kızlarda, pembe elbiseler, melek misali, erkek çocuklar şirin mi şirin afacanlardır.
Deniz kenarı bile olabilir ev.
Bahçe büyük, çiçekler fışır fışır.
Bir de, bir veya iki köpek.
Köpeklerden biri uzun tüylü, kocaman, rengi bej.
Diğeri küçük, tam bir fırlama it, renk gri kırçıllı.
Çocuklar çığlık çığlığa oynarlar köpeklerle.
Anne baba mutlu mesut bakışıp, sarılırlar,
Kadın başını koyar büyük bir mutlulukla erkeğin omuzuna.
Ancak bu sahne filmlerde de, reklamlarda da kısa sürer.
Sonrasında geçeriz filmin esas konusuna,
Veya reklamın bize satmaya çalıştığı ürüne.
Bizde durum farklı.
Biz önce filmin esas konusunu yaşıyoruz, baştan yani,
Veya bize kakalamaya çalıştıkları,
Veya kendimizi kakaladığımız ürün ve ürünlerle geçiriyoruz önce ilk yıllarımızı,
Sonrasında,
Bahtına artık, yeşil çimen, sarışın erkek, üç çocuk olur olmaz, çabalıyoruz.
Genelde de olmaz,
Olanda da, aşı tutmaz.
Bizde tam aksi,
Filmin zıttı durum.
Filmin daha başlarında,
Ya kocan gider ya karın,
Peşinden de ufak ufak çocuklar da belki,
Sonrasında sevgililer,
Sonun başındaysa,
Gidenlerin yerine,
Köpek gelir.
Olmadı kedi.
Hatta travmaların şiddetlerine göre,
Bir iki köpek, birkaç kedi.
Var olanlar;
Bir kadın.
Ve bir veya birkaç köpek.
Ve kedi.
Olmayanlar;
Çimenlerde yuvarlanan çocuklar yok artık ortalıkta,
Ha, bir de o sarışın adam.
Adam oluyor aralarda,
Da, fragman mahiyetinde.
Bir sonraki filmden evvelin habercisi gibi.
Film aynı aslında neredeyse.
Aynı da,
Kurgu tersten.
Kaç bin kadın var böyle yaşayan?
Veya on bin? Yüz bin?
Orta yaşın genci.
Gencin orta yaşlısı.
Erkek var mı erkek etrafta peki?
Yok.
Nerede çimenlerde çocuklarla yuvarlanan erkek?
Atta gitti.
Gelecek mi?
I ıııh…
Peki, sonra ne oldu da oldu başka erkek olamadı çimenlerde yuvarlanacak?
Oldu da,
Onlar da gitti.
Geldi,
Biraz kaldı,
Gitti.
Gitmeyeni de yolladık, su dökmeden ardından.
Köpek gitmez ama.
Kediyi kapıdan kov, bacadan girer.
Binlerce kadın,
Yorganının üstünde kedisiyle, köpeğiyle,
Uyuyor.
Yorganın altında yalnız.
Yalnız olmayanlar da var.
Erkekle uyuyan.
Onlar daha da yalnız.
Yorgan üstü,
Kedi, köpek.
Yorgan altı,
Yalnızlık.
Yorgan üstü sevgi, sıcaklık,
Yorgan altı, ürperme mi?
Gönüllerde, ruhlarda…
Sadakat aranıyor,
Mu?
Sadakatin sıcaklığı?
Sevginin ılık ılık akışı içlere?
İstediğin zaman okşa.
İstediğin zaman sev.
Mırıl mırıl,
Gırıl gırıl.
Ortaya karışık der gibi,
Yorgan altı horul horul yerine,
Yorgan üstü gırıl gırıl, mırıl mırıl.
Var,
Yeni menümüzde.
Suşi gibi bir şey.
Ona nasıl alıştıysak, caponmuşuz gibi,
Buna da,
Alışırız.
Sanki,
Hiç çift olarak yaşamamış gibi.
El yordamıyla yaşayan topluma,
Ne versen yiyor.
Güzeller güzeli fıstık kadınlar,
Yeni tatlar yaratıyor.
Ağzı yanıklar,
Bakıp, bakıp yalanıyor.
Herkesin ağız tadı bozulurken,
Kediler,
Köpekler,
Yediği önünde, yemediği ardında,
Babalar gibi hayat yaşıyor.
İnsanların aç gözlülükleri,
Doyumsuzlukları,
Tatminsizlikleri,
Hıyarlıkları,
Hiç olmadı,
Hayvanlara
Yarıyor.
İyi de bakarsan,
On seneden fazla,
Yarenlik ediyor.
Gelen,
Gideni,
Aratmıyor,
Mu?
Yorgan savaşı da,
Bitiyor,
O kesin.
Ama
Nedense,
Yataklar çift kişilik,
Yastık sayısı iki,
Nevresimler,
Hala
Çift yastık kılıflı
Satın alınıyor,
Hala.
Demek ki,
Ümit,
Her şeye rağmen,
Hiç bitmiyor.
İdeal olan,
Yaşanmadan,
Film bitsin,
İstenmiyor.
Kediyle, köpek,
Yeni sahibini bekliyor.
Mırıl mırıl,
Gırıl gırıl.

21.12.2011
‘Karı’ fenadır, iyi bir şey değildir.
‘Karı’ya benzemesin diye özenle yetiştirilen erkeklerden kadınlara ve millete ne gibi faydalar gelmiştir acaba?
Gülmekse, hele kahkahayla, hele kalabalıklar içinde bir erkeğin, erkekliğinin başına gelebilecek en büyük faciadır denmişti.
Ağlama tarafınınsa, lafı bile edilmemelidir.
‘Karı gibi gülme’.
‘Karı gibi ağlama’.
‘Erkek adam ağlamaz’.
‘Aklı fikri zevzeklikte, zevzek zevzek gülüp duruyor her şeye’
Diye diye, taa çocukluktan başladı kuşaklar boyu ebeveynler erkek çocuklarının beyinlerini yıkamaya.
Kahkahadan uzaklaştırmaya,
‘Karı’yı ölçü gösterip,
Erkekliğin tarifine yönelik sınırları çekmeye,
Ağlamayı da, utanç vesilesi yapmaya.
Kadını da ‘karı’ yapmanın ilk adımlarına.
Ehh, bu laflarla büyütülen erkek çocuklar da arkadaşlarını seçerken uydular tariflere, parametrelere tabii ki.
Olduk sana milletçe erkek.
‘Karı’ gibi gülmeyen.
Kadını, ‘karı’ yapan.
Karısı olmayan kadınlara, ‘karı’ diyen.
‘Karı’ deyip, kadını aşağı çekmeye çalışan.
Kadınları ‘karı’layarak hallerini küçümseyen erkeklerin tamamı;
Kadından doğuyor, ‘karı’ya varıyor,
Kadından kaçıyor,
‘Karı’ kovalıyor, ‘karı’ meraklısıyım diyor,
Kadınlara aşık oluyor,
‘Karı’larla sevişmek için elli bin takla atıyor..
İnsanca hallerde kadın,
Erkek erkeğe de, başlıyor lafa, ‘Karı gibi….’ diye.
Erkek görüntüsüne sahip her erkek, erkek özelliklerini insan özellikleri ile de harmanlayıp, ruhunda, içinde taşıyor mu acaba?
Hayır,
Bence.
Biliyor da taşımadığını. Taşıyamadığını.
İnsan olmak zor.
Erkeklik kolay.
O yüzden bıyık, biçimsiz.
Olmadı pis sakal, şekilsiz.
Olmadı oturuş, yamuk yumuk.
Hareketler sert, kontrolsüz.
O yüzden dövüyor, kırıyor, döküyor,
O yüzden sapına kadar da bencil,
Çaresiz.
Erkek erkek oldu sanıyor kendini, böyleyken.
Görüntüde.
Şovla göz boyamaca.
Şırınga edilen tanıma uygun.
Kostümlü prova.
Yerse.
Yiyen de çıkıyor.
Matrak bir durum.
Erkek gibi gülmeyi nasıl öğrenecek erkekler?
Aklına gülmek gelirse.
Erkek, erkek gibi nasıl güler kursları var mı?
Ben duymadım varsa da.
Varsa da, öğretmenleri kadındır kesin.
Ben, ‘ben gibi’ gülsem diyorum, kendim gibi?
Olur, nasıl gülersen gül, ama ‘karı’ gibi gülme,
Diyor erkekler.
Örnek toplamak lazım.
‘Karı’ gibi gülmeye örnek çok, her yerde.
Kadınlar gülüyor, hem de çok.
Gevrek gevrek, kahkahalarla gülen erkek bulursam,
Bolcana,
Taklit edeceğim, yok ama.
Erkek adam ağlamaz da var sahi.
Bir tek,
‘Karıl’ar mı ağlar demek.
Ben içlenince, bir kadın tedarik edeyim hemen, o ağlasın.
Ben erkeğim ağlayamam.
Erkek adam gülmez cıvık, cıvık.
Sus, gülme emri. Çocuk, genç cıvık olur.
Ama olma, ciddi ol.
Ola ki, ciddi olamadın, cıvıklaşmadan ciddi gül bari.
Erkek gibi gül bari.
Ona da peki.
Sustuk, gülmüyoruz.
Ağlamak yassak,
Zevzeklik de yok.
Zevzek zevzek gülmek, zevzek zevzek ‘karı’ gibi gülmek, hiç mi hiç yok.
Demek ben,
Kadınlar gibi gülüp,
Erkek halimle üstüne üstlük bir de ağlayıp,
Zevzeklik de yaparsam,
Halim duman.
Erkeklikten atıldık.
Anaa…
Böyle büyütürsen birkaç kuşağı,
Gülme, ağlama işlerini ‘karı’laştırmadan,
Zevzeklik de yapmadan,
Yaşar gidersin,
Höt höt.
Erkek erkek ama.
Suratsız, sevimsiz erkek.
‘Karı’ gibi gülmeyen erkek.
‘Karı’ gibi ağlamayan erkek.
Zevzeklik yapmayan erkek.
Tatsız, tuzsuz bir erkek.
Erkek milletiz biz.
Erkek millet olalım diye,
Kadınlı erkekli uğraştılar, birkaç kuşak.
E, uğraşınca oluyor.
Olunca, gülmeyen erkekler yönetiyor şimdilerde bizi.
Bravo kadınlara da.
Kadınların da katkılarıyla, erkek erkek bir millet yetiştirdik.
Sonra,
Sevimsiz, suratsız, tatsız, tuzsuz erkeklere de fit oldu kadınlar bir güzel.
Ülke de fit oldu, mecbur.
Al sana erkek.
Hem de ne erkek,
Baba erkek,
Erkek gibi erkek.
İster koca yap,
Ki yaptın.
İster sevgili,
Ki yaptın.
Oturt yanına ciddi ciddi,
Ki oturttun.
Al koynuna,
Ki aldın.
Okuttun, bakan olsun, başbakan olsun da istedin,
Ki oldu.
Sonra,
Yetmedi,
El ele verip ‘en erkek’lerle,
Çocuklar yetiştirdin,
‘Karı’ gibi gülmeyen,
‘Karı’ gibi ağlamayan.
Yeni bitme ‘en erkek’lerle,
Devam edelim yola,
Diye.
Alıştık nasılsa.
Zamanında,
Biri,
Çıkıp da;
‘Kadınlar,
Şahane ağlar,
Şahane güler.
Erkek olmanın yolları,
Önce,
Kadınlardan geçer.
Kadın seven,
Kadına aşık erkek,
Kadınlar gibi de ağlar,
Kadınlar gibi de güler.
Kadın gibi ağlayan,
Kadın gibi gülen erkek,
Erkekliğini es geçip,
İnsan olur,
Kadın sever.
Kadınlar,
‘Karı’ gibi ağlayan’,
‘Karı’ gibi gülen’,
Erkek sever’.
Demeliydi,
Ki,
Demedi.
Ki,
Mal bu.
Sokakta da,
Ailede de,
Mecliste de…

- Ana sayfanın sağ tarafında 'KIRıKLAR KIRıKLAR' İLK BÖLÜMLER başlığı altında yayınlanmış diğer bölümlerini okuyabilirsiniz.

20.12.2011

19.12.2011
Ciddi anlamda neşe sıkıntısı var piyasada.
Neşeyle beraber şiddetli miktarda kahkaha,
Özellikle sevinç ve renk sıkıntısı da var.
Gönülden, coşkulu rengarenk cıvıltılı kakara kikiri sıkıntısıysa, had safhada.
Bunun yanı sıra, filozof sayısındaysa patlama yaşıyoruz millet olarak.
Kadınlı, erkekli hepimiz filozof olduk.
İnsanların içini sıkan olay ve durumların sayıları ve şiddeti,
İçini ferahlatan ve içini yıkayanlara nazaran gittikçe fazlalaşıyor her halde.
Kimimizde iş güç sıkıntısı.
Kimimizde para pul.
Kimimizde aşk.
Kimimizde kavuşamamak sevdiğine.
Kimimizde gelecek kaygısı.
Kimimizde haylaz çocuk.
Kimimizde sağlık.
Say say bitmiyor.
İnsanların, toplumun yüzü ruhsarı karardı.
Gözlerde ki ışıltı azaldı.
Çevremizde kahkahalarıyla sinirimizi bozan insanlar bile yok.
Kim bilir ne güzel şeyler oluyordur bir yerlerde.
Bizim bi haber olduğumuz.
Umarım bizim haberimiz olmuyordur,
Ve gerçek anlamda güzel bir şeyler oluyordur bir yerlerde.
Bizim buralarda olmuyor ama.
Gazetelerde olmuyor.
Televizyonlarda olmuyor.
Eş dost akraba evlerinde olmuyor.
İş yerlerinde olmuyor.
Olan güzel şeylerin sayısı da, şiddeti de üç beş aylık, üç beş senelik gazı veremiyor neşemize.
Ataklar yapıyor insanlar her yerlerini umutlarla doldurarak,
Umutlarla çıkılan yollarda,
Gerçekler umulanları silip süpürüyor.
Bir medet umuyor insanlar,
Tutunacak dal,
Hayatını değiştirecek mucizeyi bekliyorlar.
Mutlu insan yüzü maskesi üretmek geliyor içimden.
Çeşit çeşit yüzler.
Her bir maskenin yüzü inanılmaz bir mutluluk ifadesiyle bezenmiş olacak.
Takıyorum maskeleri insanların yüzlerine.
Salıyorum sokaklara,
Bende karışıyorum aralarına, içim açılıyor baktıkça,
Ruhum şenleniyor.
Onlarında tabii ki.
Herkesin mutlu mesut gezdiği sokaklar, iş yerleri, otobüsler, trenler, uçaklar, restoranlar düşünsenize…
Herkes mutlu.
Kahkahalar dan yıkılıyor ortalık.
Şakalar gırla.
Her yer renkli.
Rengarenk, üstler başlar, evler, arabalar, her yer.
Siyah, koyu kahve ve lacivert renk giysilerin, ayakkabıların kullanılmasını yasaklasalar, çıplak kalacak millet.
Evden adımını atamaz dışarı kimse.
Herkes siyah, olmadı lacivert, olmadı koyu kahve.
Fıstık yeşiline ne oldu?
Ya, gök mavisine?
Pembeye ne oldu pembeye?
Işıl ışıl canım sarıya, turuncuya ne oldu?
Turkuaz boyanın üretimini mi yasakladılar?
Tatlı bir eflatunla, erguvan rengi hafızalardan mı silindi?
Neyin peşine düştük de, neler bizlerin aklını başından aldı da,
Neler yaptık, ne suçlar işledik de,
Siyaha mahkum ettiler bizi,
Veya mahkum ettik kendimizi.
Ömür boyumu bu mahkumiyet cezası? Yoksa kısa süreli mi?
Önce içimiz mi karardı ve sonrasında siyah giyer, siyah kuşanır olduk?
Yoksa siyah giye kuşana mı kararttık içimizi,
Ve kahkahalardan mahrum ettik kendimizi.
Her eve bir filozof düşer oldu şimdilerde.
Gerçek anlamda;
Ruhunu sıkıntılardan arındırmayı becerenler,
Sıkıntıları hayatın gerçekleri olarak görüp eritip yok edenler,
Yaşamın özüne inerek, hayatın güzelliklerini fark edenler,
Kendi kurguladığımız hayatın getirdiği can sıkıcı durumları güzelliklerle alt edenler,
Var olanla yetinerek mutlu olmayı bilenler,
Gerçek anlamda bunları becerenler nerede?
Varsa da, nasıl ayırt edeceğiz onları kalabalıklar içinde?
Siyahlar, lacivertler, koyu kahvelerin içinde yaşamaya devam ettikleri müddetçe.
Pembelere, turunculara, gök mavilerine, sarılara, fıstık yeşillerine, turkuazlara, eflatunlara bürünmezlerse,
Nasıl göreceğiz ve fark edeceğiz onları ?
‘Bak oluyor, biz artık siyaha mahkum değiliz’ diyenleri nasıl ayırt edecek kalabalıklar, sıradan insanlar ?
Körlerin sağırları ağarladığı gibi, filozoflarda filozofları ağarlıyor sanki.
Göz görür, kulak duyar.
Renklenmedikçe kalabalıklar arasında,
Rengarenk bir kahkaha patlatamıyorsan sokaklarda,
Ne yaparsan yap,
Siyaha mahkum kalabalıklar içinde,
Bir fertsin sende.
Sanalda yazar, sanalda çizersin,
Sanala çizer, sanala yazarsın.
‘Farkındayım, fark ettim’ diye kendi kedine konuşa konuşa,
Giyer kuşanır siyahları,
Karışırsın kalabalıkların içine.
‘Neşe sıkıntısı var piyasada.
Neşe ve kahkaha,
Sevinç ve renk,
Gönülden, coşkulu rengarenk cıvıltılı kakara kikiri sıkıntısı var’.
Eskiden renk, sevinç, neşe zenginliği vardı piyasada,
Kahkahalardan geçilmezdi ortalık,
Hayatlar çok zengindi,
Yaşamların içinde ki her nevi yokluklara rağmen.
Bırakın her evi, bir millete bir filozof bile düşmezdi o zamanlar.
Şimdilerdeyse ne renk kaldı, ne neşe, ne sevinç,
Hayatımızda.
Yaşamlarımıza satın aldığımız, edindiğimiz her nevi zenginliklere rağmen.
Onun yerine,
Yazan, çizen, anlatan,
Siyahlara bürünmüş,
Renksiz, neşesiz, sevinçsiz,
Kahkaha fukarası,
Bol bol filozofumuz oldu ama.
Milletçek filozof olduk.
Veya,
Filozof bir millet oldu.
Ne fark eder,
Renk ve kahkaha olmadıkça.

Hiç yorum yok: