22 Eylül 2011 Perşembe

BENİM KÜÇÜK GEÇENLERDE DEDİ Kİ

-          Benim küçük geçenlerde dedi ki, ben bir kardeş istiyorum.
-          !!!!
-          Babamdan ama. Senin onunla yatıp uyuman lazım ama di mi?
-          !!!!!!!!!!
-          Uyur musun?
-          Ben babandan ayrılalı dört sene oldu yavrum, o olmaz işte.
-          İstiyorum ama ben..
-          Her istediğimiz olamıyor ama
-          Neden?

Bu soruyu hepimiz kaç kere soruyoruz kendimize.

Neden?
Neden olmamalı ve neden olamaz?: O güne kadar (boşanma lafını ettiğimiz güne kadar) nasıl sevebildik karımızı, kocamızı?. O güne kadar şartlar  iyi gözüküyordu da sonra ne oldu?. O güne kadar inanıyorduk kendimize ve karşımızdakine de bugün tam tersiyse durum, neden?. Bu ve bunun gibi onlarla soruyu biz kendimize sormasak da (veya sormuyormuş gibi  davransak da) çocuklarımız soruyor (veya er veya geç soracaklardı zaten) bize? İster sesli, ister içlerinden, ister rüyalarında.

Neden?
Nasıl bir hayvandır bu insanoğlu? Kendimizi iyicene kandırıp, çok mu iyi  kesmekteyiz  rollerimizi? O gün beraber olduğumuz kişiyi gerçekten seviyor ve de inanıyor muyuz ona? ve de gerçekten güveniyor muyuz ona?.

Yoksa gençliğin verdiği hayal gücü ve heyecanla düşlerimizdeki insan kalıbına mı oturtuyoruz onu?.
Cahil cüretkar olur sözü doğru mudur?.

Ne o gün cahildik, ne de bugün hiç de cahil değiliz bence. O gün cahilsek, o gün yanlış adımlar atmışsak o yaşların cahilliği ile elini tuttuğumuz insanlar da bizim için doğru insanlar değillermiş demek. Cahillikse eğer nedeni yapılan yanlış seçimlerin, aynı cahillik beraber olduğumuz insanda da mevcutmuş hem de en alasından demek.

‘Cahil ile cahile’ el ele hayal aleminde. Cahilliğe mazerette o zamanın yaşları, deneyimsizlikleri.

Pekiii, yaşlar ilerledi, cahillik dönemimiz bitti. Cahillik bitmekle kalmadı, üzerine yeni yeni ilişkilerimizle bir çok ve de pek çok da deneyimler de kazandık.
Ne oldu?, ne değişti?, yine kendimiz için doğru insanı bulamıyoruz. Nasıl bir cahilliktir ki bu, bu denli işleyebilmiş hücrelerimizin en ücra köşelerine kadar. Ve de hala izin vermekteyiz işlemesine de. Büyüyoruz, deneyimlerden geçiyoruz, gözlemliyoruz, kazıklar yiyoruz, kazıklar atıyoruz, kandırılıyoruz, kandırıyoruz yok anacım yok, ‘tık yok’.

Ulen bu kadar hatayı  iş hayatında yapsak bizi en ücra yerlerine sürerler dünyanın veya  anında atılırız işten veya anında batırırız işimizi.
Herkesin ağzında aynı terane, ‘Yine yanlış, yine yanlış, yine yanlış seçim’.
Bu kadar da saf olamayız, olmamalıyız da. De ki bu kadar safız, peki bizi ikide bir yiyip bitiren bu kadar cin akla ve ruha sahip insanlar nereden çıkıyorlar o zaman?. Onlar nereden almışlar ve de edinmişler bu akılları?. Kandırılıyorsanız eğer, bir kandıranınız da vardır mutlaka. Her yaşta kandırılıyorsanız, demek ki her yaşta cin akıllılar da mı var demektir bu?. Demek ki hepimiz top yekün hep cahil değilmişiz. Bir kısmımız hep cahilmiş, bir kısmımız da hep cinmiş demek. İyi de, nereye kadar bu cahillik hallerimiz yani.

Hadi, yirmilerde yersin zokayı, normaldir. Otuzlar, yememen lazım da, oldu diyelim yine, durma üstünde fazla artık halleri. Kırklarda ‘ne iş usta’ diye sormazlar mı adama, yani ‘madame’a. Bir kısmımız cin, bir kısmımız safsak, bu nasıl bir kısır döngüdür ki böyle, bir allahın kulu da karlı çıkamıyor bu işten?. Hadi biz kendimizi biliyoruz, iyi de cinlerin de durumu perişanlık. Gerçekten bu nasıl bir kısır döngüdür böyle?.

Zararın olduğu yerde mutlaka kar vardır. Kaybetmezsen kazanan olmaz. Kazanan varsa birileri de kaybediyordur. Bu sistemde herkes kaybediyor. Formüle, ilime bilime ters, ama gerçek işte. Herkes kaybediyor, kazanan yok ama…Tuhaf.

Bir kadın veya bir erkekle ömür boyu mutlu, mesut yaşayacağız diye bin tane kitabı hatmedip, ikibin tane araştırmayı yalayıp yutup, üç bin kazık yiyip, onbin tane de öğütün dillenmesi mi gerekmektedir?. Bilge mi olmak lazımdır bir ömrü bir kadınla, bir erkekle aynı yastıkta  gülümseyerek paylaşabilmek için?. Bilge olmadan yaşatamıyor muyuz kadınla erkeğin birlikteliğini aynı hanede?. 
Kalıcı, sevgi, anlayış ve hoş görü dolu, sadık, güvenen, güvenilen, inançlı, etik değerlerin önde gittiği bir ilişki yok mudur?. Varsa da neden o ilişkinin ortağı olamıyoruz biz bir türlü?. Neden bu hengameyi bizim kuşak başlattı ve yine neden bu denli inatçı ve inançlıyız devam da ettirmemeye her bir yeni ilişkiyi de?.

Nedir temelde bizleri şaşırtan, değiştiren ve bugünlere getiren ve güven dolu yarınların bugünden keyifle hissedilmesine engel olan?.
Neden beraber yaşlanamıyoruz?. Beraber yaşlanmamız için aşkla, sevgiyle bizlerin elinden tutan, yaşam ortağımız olmak için can atanların sevgisine karşı neden  bu denli (hem de fütursuzca) ve nasıl bu kadar saygısız olabiliyoruz?. Bizim aşık olduklarımız mı bizimle yaşlanmak istemiyorlar?, yoksa bize aşık olanlarla biz mi yaşlanmak istemiyoruz?.
Yoksa tüm niyetlere ve de laf salatası konuşmalara rağmen aslında ve zaten kimse birbirleriyle yaşlanmak da mı istemiyor?.

Yıllar önce sadece onlarla, bilemedin yüzlerce, şimdilerde  yüzbinlerce, milyonlarca, yarın öbür gün belki de milyarlarca çocuk neden anne ve babasının  uyuduğu odanın duvarlarına komşu yataklarda sevgi ve güven içinde dalıp gitmiyorlar en huzurlu uykularına?. Bizler çok mu kötü insanlarız? ‘Kader’ deyip, ‘kısmet’ deyip, ‘şans’ deyip beraber olduğumuz insanların arkasından boklar atıp, yaramazlıklarımızın, vurdumduymazlıklarımızın, saygısızlıklarımızın, elde var birlerimizin, salaklıklarımızın arkasına mı sığınıyoruz yıllardır?. Bizler meleksek, ayrıldıklarımız şeytan mıydı?. Kandırdılar mı bizi?. Yarımız kandırıldıysak diğer yarımız neden gerek duydu kandırmaya?. Bu dünyada yaşayan insanların yarısı melek? Diğer yarısı gerçekten şeytan mı?. Ve şeytanlar melekleri sürekli kazıklıyorlarsa bizim kuşağın tamamı salak meleklerden mi oluşmakta?.

Bu dediğime bir allahın kulu inanır mı?.
Yoksa gözümüzü karartan aşk mı?.

Aşk ne bir kere?.
Psikolojik bir dengesizlik mi?.
Gerekli mi?.
Neden aşık olmak isteriz?. Neden bu kadar aşka düşkün bu kuşak olmuşuz biz?.
Bilinç altımızdan gelen bir dürtümüdür aşk?.

O kişiyi görünce mi aşık oluruz, yoksa aşık olmak istediğimizde karşımıza çıkan en ulaşılmaza mı yönlenmektedir ihtiraslarımız?. ‘En olmaz’ mı kırbaçlar ‘elde etme’ arzumuzu?. O nasıl bir sarılmadır, o nasıl bir öpüşmedir, o nasıl bir tensel cazibedir ki bizi titretir ve içimiz akar ve yıkar gideriz her şeyi.
Ve, ve evet bir gün yine aynı kişiyi öptüğümüzde, tenimiz değdiğinde neden artık titremez ve akmaz içimiz?. Bu kadar mı ucuzdur aşkımız?, Aşkımız bu kadar ucuz değilse, biz mi bu kadar basit ve çiğ insanlarız?.
Bir o kadar da ucuz.

Bir çocuğun ‘babamla sevişip bir kardeş yapar mısın’ sözü bu kadar mı imkansızlığı temsil etmektedir?. Sen değil miydin zamanında o erkekle sevişip bu çocuğu yapan, şimdi neden sevişemezsin?. Hangi gerekçen daha çok geçerlidir yaşamında bu çocuğun?. Zamanında o insanla sevişip bu sevgili bebeği doğurman mı? Yoksa şimdilerde dillendirdiğin ‘diğer’ nedenlerin mi?.
Bu kadar basit mi her şey?.

Önce kendi hayatınla ve sonrasında milyonlarca çocuğun yaşamıyla dalga geçmek için nereden bulmaktayız ve de bulmaktasın bu cesareti?. Bu ne mene, ne şiddetli bir bencilliktir ki, sevgimizi de, hoş görümüzü de eritmiş yok etmiştir ve etmektedir de gün be gün.

Bence bu kadar derin değil altta yatan gerçekler. Felsefesini yapmak bile gerekmiyor. Gerçek olan şu ki, dini baskılar, utanma hissi, aile ve toplum baskıları, kendine güvenden yoksunluk, korkaklık, illa da ‘aile olacağım’ hırsı, inat, ekonomik nedenlerin dışında eğer işin içinde çok nadir de  gözükse adına ‘ömür boyu mutlak sevgi’ dediğimiz duygu yoksa karşılıklı, insan hayvanının dişisi de ve erkeği de tüm yaşamları boyu aynı kişi ile birlikte yaşayamıyorlar artık. Milyonlarca yıl nasıl yaşayamamışlarsa, bugün de yaşayamıyorlar.

Bu çağın insanları olarak, nasıl ki tüm yaşantımız boyu her gün aynı yemeği yiyemiyorsak, nasıl ki tüm yaşantımız boyu aynı yerde oturamıyorsak, nasıl ki tüm yaşantımız boyu sadece bir işi sürekli yapmıyorsak, nasıl ki tüm yaşantımız boyu sadece bir kişi ile sohbet etmiyorsak, nasıl ki tüm yaşantımız boyu sadece tek bir giysi ile örtünemiyorsak, nasıl ki tüm yaşantımız boyu hep aynı yöne bakmıyorsak, nasıl ki tüm yaşantımız boyu tek bir iklimde yaşamayı yeğlemiyorsak, daha buna ilave edeceğimiz onlarla ‘tek bir’ varken, nasıl bekleyebiliriz kendimizden ömrümüz boyu sadece ‘tek bir insanla’ yaşamayı, sevmeyi, sevişmeyi. Bu durumu ilk çakan galiba bizim kuşak oldu. Ya da bizim kuşakta patladı balon veya son damla bizim zamanlarda taşırdı bardağı.

Biraz komik olmaz mı?. Her bir şeyi bu denli çeşitlendirerek yaşayan ve yaşamayı tercih eden ve yaşamayı seven insanoğlu hayvanının, tüm ömrü boyunca tek bir insanla yaşamasını beklemek biraz fazla saflık veya at gözlüğü ile hayata bakmak olmaz mı?.

Biz insanız. Aslında üstünde kafa yormamıza neden bir problem de yok. Milyonlarca yıldır da yoktu, durum değişti o kadar. Şimdilerde kalabalıklaştık, etrafımızdaki insanların sayısı kat be kat arttı ve biz de alternatifleri gördükçe canımız istiyor, içimiz çekiyor. Daha da kalabalıklaşınca daha da çekecek canımız ve içimiz. Bu duyguları ve dürtüleri ile mücadele etmekten yorulanlar eşini ve/veya başını alıp gidip dağlara, ovalara yerleşecekler.Yani asıllarına rücu edecekler. Yani kabuğuna çekilerek.

Bu duygular ve dürtülerle yaşamayı sevenler, alışanlar ve keyifli bulanlar da kalabalıklar içinde yaşamaya devam edecekler şehirlerde. Onlar da asıllarına rücu etmiş olacak bir yerde. Paylaşarak.

Genler bölünüyor sanki. Hangisi daha baskınsa her bir bireyde, baskın olan diğerini kuyruğuna takıp çekip gidiyor istediği yöne doğru. Bir kısmı doğaya, dağa, ovaya göçenlerle oralarda, diğer kısmı da şehir hayatının içinde buralarda kendi yollarını bulacaklar önümüzdeki onlu ve de yüzlü yıllarda.

‘Aynı’ bedenlerde yuvalanmayacak ve yaşamayacaklar birbirinden ‘ayrı’ genler bundan sonrasında. Ya o, ya bu olacak. Zaten ya oydu, ya da bu. Son bir iki yüzyılda altüst oldu sistemin içinde bize göre doğru olan tarafla ilgili inatçı tutumumuz.

Çomak sokunca ince ince tekerine, devamında metabolizması altüst oldu insanın ‘yaşamak istediği hayata yönlenme’ kararlığının.

Atom parçalanıyor belki de. ‘Değişiklik dürtüleri (çoklu)’ ile ‘sadakat duygularını (tekli)’ dengede yürütemeyen insanoğlu ‘din, dil, ırk, bayrak, kültür’ farkı gözetmeden bölünüyor galiba.

Çünkü milyonlarca yıldır genlerle gelen yoğun alışkanlıklara kanunda, dinde, etik değerlerde, sosyal kurallarda direnemedi. On dakikada kaynattığınız suyu da, on dakikada soğutamazsınız zaten. Ekolojik dengelere de, eşyanın tabiatına da aykırı. Sen istediğin kadar din getir, kanun koy, etik de, metik de. Kendin çalar kendin oynarsın. İnsan hayvanı da ‘bildiğini bildiği gibi  okumaya’ devam eder. Arada bir kısa birkaç yüzyıllık molalar verse de.

Neden?.
Hayvanız biz de ondan.
-          Neden annen boşandığı babanla tekrar sevişmez biliyor musun ey çocuk? Akıllı bir hayvan olduğu için.
-          Neden annenle baban evliyken sevişti zamanında biliyor musun ey çocuk? Aklının yanı sıra duyguları da olan bir hayvan olduğu için.
-         
Bu kadar basit çocuk. Bu kadar basit.
Senin nedenler üzerinde kafa patlatarak sıkılmanı, daralmanı gerektirecek bir durumda yok anlayacağın.

Ancak, bizler için, biz anneler ve babalar için üzülecek bir tek tarafı var ki bu durumların, başkalarını bilmem ama beni hat safhada perişan ediyor çocuk. Bu ‘had safha da’ üzüntüme neden de ‘senin üzülüyor’ olman çocuk. Sadece bu üzüntüm yüzünden ölüp gidebilirim şu an, hemen hem de.

Duygum ve aklım varsa, ben duygulu ve akıllı bir hayvansam, seni üzmemeliydim, gerekçesi ne olursa olsun çocuk. İster genler, ister aşk, ister ihtiras, ister o ve bu.

Ben bir gün çok yaşlanarak dahi ölsem, son nefesime kadar sen bir çocuksun ve çocuğumsun benim için ve üzülmene, üzülmüş olmana dayanmak çok zor.
Hele senin ömür boyu üzülme ihtimalin olan nedenin ortağı, kaynağı olmak çok çok daha zor.

Neden biliyor musun?
Ben bir insanım ve sen benim yavrumsun.
Canımdan çok sevdiğim yavrum.

Özür diliyorum çocuk.

Önce kendi adıma, sonrada bana ister katılırlar, ister katılmazlar tüm yaşıtlarım  ve bu bokluğu başlatmış ve ilk defa bir salgın hastalık gibi  bu topraklar üstünde yayılmasına neden olmuş ve tüm bu halleri de ilk defa ‘çok olağan bir durum zannetmiş’ boşanmış, boşanmasa da beraber yaşanılan evlerdeki yaşamı sizlere zehir etmiş kuşağımda ki tüm babalar ve anneler adına;
‘Özür diliyorum’ çocuk

Ve benden sana kocaman bir öğüt,
‘bizim sizlere yaşattıklarımızı sende sakın ama sakın kendi çocuklarına yaşatma’ olur mu. Çünkü senin ‘aklın’ var, çünkü senin ‘duyguların’ var. En en önemlisi bedelini çok ağır ödediğin acı mı acı deneyimlerin var.

Yapıp edip sonra da özür dilemek üzüntüyü hiç mi hiç hafifletmiyor çocuk.
Yine de, oldu ki bir gün boşandın, o gün o saniye özür dile hiç olmadı.
Kabul görse de görmese de.

Bekleme benim gibi üstünden yılların, hatta bir ömrün geçmesini. Ama unutma, eğer ki boşanırsan anne ve baba olarak bir gün, bir ‘sen’ daha yaratırsın ve de bırakırsın arkanda. Sakın unutma çocuk.

Hiç kimse haklı değil çocuk, hiç birimiz. Kadınıyla, erkeğiyle, en anne, en baba hallerimizle, hiç birimiz haklı değiliz.
Bir tek haklı var;
O da sensin ‘çocuk’.

Yüreğimle, ruhumla, her şeyimle ‘Özür diliyorum’.

Dilemek istemeyenler, duygularını bencillikleri ile eritmişler, bitmez tükenmez nedenleriyle kendilerini hep haklı görenler, tüm sorumsuzlar ve tüm boş vermişler ve tüm becerememişler ve tüm aşık olmuşlar adına da;
‘tüm boşanmış’ ailelerin ve de ‘evli dahi olsalar evdeki hayatı zehir zemberek olmuş’ ailelerin çocuklarından,
Ve de,
‘hep beraber tek bir masa başında ‘birlikte’ yemek yiyip, ‘birlikte’ gülüp eğlendiğimiz, ‘birlikte’ sohbetler ettiğimiz, aynı çatı altında yıllarca ‘birlikte’ hayatı paylaştığımız ve birlikte uyuduğumuz bizim (diğer) çocuklarımızdan’
ve canlarım, yavrularım, kızlarımdan;
‘Özür diliyorum’ gözlerimde yaşlarla.

Hiçbir yaranızı bu saatten sonra sarmaya gücüm yetmeyeceğini bilsem de özür dileyebiliyorum.
Ve tekrar ediyorum ki  ve rica ediyorum ki, aklınıza ve duygularınıza sahip çıkın ve,
‘bizim sizlere yaşattıklarımızı sizler de sakın ama sakın kendi çocuklarınıza yaşatmayın’ olur mu.

Sakın ama.
Yaşadığın ve yaşayacağın tüm keyiflerin içine sıçacak kadar boktan bir duygu bu çünkü.

Böyle bir duygu olduğunu bilin ancak tatmamak adına her şeyinizle direnin evliliklerinizin içinde karınızla, kocanızla el ele, kavgasız gürültüsüz, saygıyla çocuklar, yarının çok sevgili genç anne ve babaları.

Direnemediğiniz yerde de beni arayın, bana gelin hemen. Hiç çekinmeden. Gece veya gündüz, her an hemen gelin haber bile vermeden.
Ben size anlatırım neler olacağını bundan sonra hayatınızda, hem de tek tek, hem de boşanmaya karar verdiğiniz ilk andan taa en sonuna kadar. Bir film seyrettirir gibi hem de.

Sadece bir tanenizi dahi evinizin kapısından içeriye geri döndürürsem ve sadece bir evladın bu sıkıntıları çekmesine engel olabilirsem, bizim ailede çoluk çocuk hep beraber çekilen tüm sıkıntıların hiç olmadı bir anlamı olur bir gün bir başka hanede.

Hiç olmadı birilerine faydası oldu derim yaşatılanların, yaşadıklarımın ve yaşattıklarımın ölmeden evvel.
Bana zırnık kadar faydası olmadı çünkü…
Bana olmadı, kimseye de olmamış.
Anlatıyorlar bol bol, dinliyorum bol bol.
Görüyorum da ayrıca bol bol…

İstediğiniz kadar evlenin boşanın.
Kime ne.

Ama  çocuk yapmadan evvel iyi bakın karınızın, kocanızın gözlerinin içine. Sizler perişan oldunuz yeterince, başka bebeleri de siz perişan etmeyin sakın.
Aman sakın…

Aman yavrularım, aman Gülüm, aman Ufaklık, aman Akselus, aman İpek, aman Ekin, aman Emir.

Aman çocuklar. Sakın haa…

Hiç yorum yok: