24 Eylül 2011 Cumartesi

YAZIYORUM

Yazıyorum, çiziyorum, düşünüyorum. Kaç sayfa neler yazdım ben bile hatırlamıyorum artık.
Aylardır (hatta yıllar da oldu gibi)  bir yayınevi olsa da bassa şu yazdıklarımı diye sağa sola haberler salıyorum ama içime de sinmiyor açıkçası tam da anlatabildim mi acaba? (Anlatmakta mı gerekiyor onu bile bilmeden galiba).
Belki de şimdi bitti sonunda yazmak istediklerim.

Kısaca vardığım sonucu sizlerle paylaşmak gerekirse kırklarda aşk yok.
Meşk var. Eğlence var. Sevişmek var. Dertleşmek var. Ancak yaşamı her anlamda paylaşmak ve de aynı evin içinde iki kişi birlikte akıp gitmek yok.
İki aşık, seven insan olarak (veya ‘gibi’) başlayan ilişkilerde, aynı eve geçince, geçmesen bile durum derinleştikçe gerçek yüzler çıkıveriyorlar ortaya.
Yüzler? Yüzler aynı. Sevdiğin, aşık olduğun, güldüğün, eğlendiğin, dertleştiğin yüzler hep aynı. En fazla saçı daha uzun, daha kel, biraz daha çizgiler, sarkmalar. Tek fark buralarda.

Karakterler de aynı, kemikleşmiş alışkanlıklar da. Sertleşmiş nasır tutmuş anlayışsızlıklar, tolerans fakirlikleri de aynı.
Bencillikler. Savunma mekanizmaları. Kırklarına kadar hayatta daha az ezilmek, hayatta ve ayakta kalabilmek adına kabuklaştırılmış saldırı ve korunma refleksleri hep aynı.

Olmuyor. Olamıyor. Herkesin, hepimizin her yerinde, etrafında kaleler, kaleler.
Gerginiz. Gergin de kalmaya devam edeceğiz. Yumuşaklıklarımız erimiş gitmiş bir yerlerde. İnsanca hallerimizi, sevginin içinde ‘insan gibi insan’ olmak hallerimiz o denli gerilerde bir yerlerde kalmış ki, hep haklıyız. ‘Ben sana ne yaptım’ların arkasına sığanarak aklayıp paklıyoruz kendimizi. Sonra da oflayıp, pufluyoruz sabah akşam. Ve hep iddialıyız, ‘biz yumuşağız’ diye. Naif de. Ancak, ahh o sevdiğimiz var ya o… O hep sert, acımasız, zalim ve bir sürü bir şey daha bu anlamda.

Niyetlerse pek bir ala. Niyete, söze gelince dört dörtlüğüz. Analizde uzmanız. Çözüm önerilerimiz de hep cebimizde, hem de en baba noktalarda. Harekete gelince durum bir felaket. İyi niyetli tarafımız, sevgimiz, yalnızlığımız, paniklerimiz, ‘benim de artık kalıcı bir ailem’ olsun reflekslerimiz, ‘yaşlanınca elimi tutsun birisi’ telaşlarımızla atılan evlilik adımlarımızın sonuçlarıysa hep hüsran. Kırklarından sonra yapılan evliliklerin, hatta ilişkilerin bile hepsi karakterlerin savaşı (bitmez ve de tükenmez bu savaş) aslında. Eğer ki bir taraf alta yatmazsa, durum savaştan da öte, insanı eritip bitiren bir cehennem ateşi hatta.

Sonra tekrar en başa. En baştan da geriye. Zaten yorgun bedenlerin, ruhların, kalplerin yeniden kendi başlarına (veya bir ikinci kişiyle birlikte) yuva kurma çabaları.

Kırklarınızda aşık olun (ki olunmaz, olunur da adına aşk denmez, ‘şey’ denir). Kırklarınızda sevin. Kırklarınızda eğlenin. Kırklarınızda sevişin. Kırklarınızda gezin tozun, sevinin, üzülün, dertleşin, kazanın, kaybedin ancak sakın ve de sakın ha tamam budur diyerek, sevdiğinizle yaşamın tamamını paylaşmak hayallerine kapılmayın. Hayallere kapılsanız da bunu gerçeğe çevirmek için sakın kıpraşmayın.

Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş bayanlar ve beyler. Etmişiz ve de bulmuşuz. Buradan geriye dönüş yok. Belki bu gerçeği ben yeni fark ettim ve de heyecanlandım diye yazıyorum bu satırları. Belki de sizler çoktan biliyorsunuz da bana söyleyen, anlatan olmadı bugüne kadar. Belki de ben salak hala bitip tükenmez bir ümitle hayallerim gerçek olsun diye uğraşmaktan farkında değilim ikide bir gözüme sokulan tüyoları. Belki de kıçınızla gülüyorsunuz benim bu hallerime. Ve benim gibi ‘can çıkmadıkça ümit de yok olmamalı’ diye yaşamaya çalışanlara da.

Öyle veya böyle. Ben yeni uyandım.
Tam 49 yaşımda. Tam tamına bir gayriresmi ve de üç resmi evlilik yaptıktan sonra. Tam da artık faka basmam dediğim zamanlarımda. Öyle bir faka bastım ki, fak bile şaşırmıştır bu hallerime.
Yazmaya başladığımın bir yerlerinde ikinci karımdan boşandım önce, sonra hayatımda üçünce kez evlenme teklif ettim bir başka insana. Bu yazdıklarım bir gün basılıdığında üçünce kez evlenme teklif ettiğim insanla da (bu kafayla gidersek) muhtemelen ayrılmışızdır çoktan. Eğer bir mucize olmazsa (ki o mucize olmadı, boşandık tam elli yaşıma girerken).

Duyar gibi oluyorum beni tanıyanların konuşmalarını yine. Ezberledim artık.
-          Zor adamsın.
-          Sinirli adamsın.
-          Çok titizsin.
-          Bencilsin.
-          Kafanın dikine gidersin diye anlatırlar da anlatırlar artık yeniden beni. Bıkmadan usanmadan.
-          Hep çalışırsın.
-          Hep çalışırsın da, pek kazanamasın (kaybedersin demiyorlar nezaketten, bu kazanmak ve de kaybetmek konusunu da işleyeceğiz, az biraz sabredin. Bir sonraki kitaba kadar..)
-          İnsan beğenmezsin.
-          Fit olmazsın.
-          İnatçısın.
Susmazlar. Osun, busun, şusun.

Bunları diyenlerin de hayatlarına bakın, çoğu yalnız. Çoğu tek başına bir çıkış yolu arıyor hayatın içinde. Sevgilisi olanlar da fit olmuşluk hallerinde tavan yapmış durumdalar. Evli olanların da içleri mutsuz, ancak yaşlılar ölene, çocuklar büyüyene kadar mutluluk taklidi yapıyorlar kıçlarının şeklini almış kanapelerinde (problem kanapedeymiş gibi iki de bir evdeki mobilyaları değiştirirler, kıçlarını değiştireceklerine).  Benim için bu benzetmeleri yapanlar, bugüne kadar benimle yaşamanın zorluklarından yakınanlar, beni tenkit edenler;
-          Çok kolay insanlar.
-          Pamuk gibiler.
-          Hiç titiz değiller.
-          Paylaşımcılar.
-          Hiç hırsız değiller, tüm kazançlar helal (devleti ve ya çalıştığı şirketi soymak hırsızlığa girmez. Hırsızlık için cam, kapı, kasa falan kırmak gerek).
-          Toleransta tavan yapmışlar.
-          Söz dinlerler ve anlayışlılar.
-          Sevgi yumağı kalpleri pamuk gibi ruhlarıyla sarmaş dolaşlardır aslında.

Bir tek ben böyleyim.
Gerisi; ilişkileri içinde dört dörtlük insanlar.
Hepsi kıçımı yesinler.
Ve de hepiniz.

Ben ne bokum biliyorum hiç olmadı. Onlar ne bok olduklarını da bilmiyorlar üstüne üstlük ve hatta bilmek de istemiyorlar. Bilirlerse de korkularından ödleri moklarına karışıverir zaten. Ben hiç olmadı ‘böyle bir bokum’ diyorum ve de ‘ben’ gibi yüreğimle de yaşıyorum. Onların yürekleri bile olmadığından ne halt olduklarını bilseler de itiraf edemeyeceklerdir kendilerine bile. Belki uyumadan evvel akıllarından geçirecekler sadece ve de çok da duymak istemeden devamını uyutuverecekler kendilerini.

Ben tek başıma ettim bu haltları zaten. Hepsinin, herkesin yaşam çivilerini ben çıkardım yuvalarından.
Sadece geçmişimdeki değil, milyonlarca mutsuz artık yaşları kırklarda gezinen, elliye merdiven dayamış ablalarımızı ben ve benim gibi birkaç densiz bu hale getirdi zaten.
Ne adammışım ben be ve de ne adamlarmışız biz be..Breh breh…
Çoluk çocuk da okur falan diye yazmak istemiyorum içimden geçen son cümleyi.
Zarif olayım, zarifçe tekrar edeyim;
- Kıçımı yiyin benim.

Beceremediğimiz beyefendi ve hanımefendi olmak hallerimizin tek sorumlusu ben ve benim gibi birkaç adam değil mi?
Bir birinize ettiğiniz hakaretler de benim yüzümden.
Aptal saptal konular yüzünden kavgalarınız da benim yüzümden.
Kocalarınızın sizleri aldatması da benim yüzümden.
Bir alay hödükle de benim yüzümden yattınız kalktınız zaten.
Kadınlığınızın en yumuşak, en sevgi dolu tarafları da benim yüzümden eridi gitti değil mi?

Kariyer yapacaksınız diye de ben erkekleştirmişimdir mutlaka sizleri.
Her gün nefretle veya kızgınlıklarla andığınız eski kocalarınızla da ben evlendirmişimdir zamanında sizleri kesin.

Onların çocuklarınızı yeteri kadar sahiplenmemesinin de sorumlusu benimdir.
Sizler bu hallere gelince, sevgililerinizin, kocalarınızın altlarına yatarak olmayan akıllarını da iyice allak bullak eden çıtırları da ben organize etmişimdir.
Ne halt varsa tek sorumlusu benim ve benim gibi bir avuç insandır.
Sizler bir meleksiniz. Sizler ideal kadınlar ve erkeklersiniz.

Bütün bokluk benden ve benim gibi üç beş kendini bilmezden çıkmakta.
Kıçımı yiyiniz olur mu?
Bu gezegene bu kadar gerzek, bu kadar kendini ve haddini bilmez, bu kadar kompleksli, bu kadar insan üzme uzmanı, bu kadar sevgi ve anlayış fukarası, bu kadar gaddar, bu kadar saygısız, bu kadar bencil bir insan kuşağı daha gelmez ve gelemez.

Neden mi?
Onları yazmaya çalıştım zaten. Aklımın erdiği, dilimin döndüğü, kalemimim erdiği kadar. Eksik veya fazla.
Benden yaşca daha küçük bir iki insanın, sadece ve sadece bir iki insanın kırklı yaşlarına gelmeden evvel burunlarını boka sokmalarına engel olursa şu sayfalar bana yeter de artar bile.
Bizden nasılsa hayır yok artık sevgi ve de huzurdan yana kimseye.
Bizlerde kalp de kalmamış, ruh da.
Var diyenler de yalancının önde gidenleri.

Ahh özüm ahh…
Çocukken halının üstündeki desenleri yollar, köprüler, nehirler, vadiler, dağlar, denizler yaparak küçük arabamlarımla ve de misketlerimle oynadığım günlerimi özlüyorum son zamanlarda.
Sadece ve sadece bana ait olan hayallerimle baş başa yaşadığım yıllarımı.
‘Hayal’, ‘hayat’ ve ‘sevgi’ hırsızları, gaspçıları, arsızları ve tacirleri ile tanışmadan çok çook öncelerini yani…
Ve de hayal, hayat ve sevgi hırsızı, gaspçısı, arsızı ve de taciri olmadan çok çook öncelerimi yani...

Ahh özüm ahh..
Ahh sevgili ve en vefakar dostum ahh..
Hoş geldin diyebilmek ve de yeniden sarmaş dolaş olalım diye neler vermem elli yaşlarıma dalmadan önce.
Çabam da bu yönde zaten.
Olduğu kadarıyla…

Hiç yorum yok: