30 Eylül 2011 Cuma

EKİM 2011 GÜNLÜK YAZILAR ARŞİVİ

31.10.2011

‘Günümü yaşayalım, anımı’ derken pazar  gününü yedik bitirdik. Kenyalı çalışmaz ama Türk olunca işin içinde olmazı olur ederiz çalıştırırız, dar ederiz Kenyalıya da pazar gününü. Yerse…
Anlayacağınız, ‘İnsanlık sanatı’na kazık atık bugün zengin olacağız diye.
İnsanlar tuhaf. Kimi Kenyalılar Türklere neredeyse hayran, hem de okumuş, aklı başında takımından. Bazı sektörlerde bizleri çok başarılı görüp övüyorlar. Bir ara biri o kadar övdü ki, arkama döndüm baktım acaba hakikaten bize mi söylüyor bu lafları diye. Bir iki kuşaktır başka  birilerini öve öve, övülmeye daha alışamadık zaar.
Bizde öyle değil miydik, övmez miydik zamanında?
-          Şekerim İtalyanlar biliyor vallahi işini, neler aldım neler kendime
-          Sen ne diyorsun, alınca Alman markası alacaksın.
-          Hasını İngilizler yapar, şaşma sen
-          Japon, Japon, adamlar aşmışlar
-          Amerikan malı benimkisi, otuz senedir kullanıyorum tık demedi
Ve benzeri, birilerini öven laflarla büyüdü bizim kuşak. Türk malı tü kaka. Neyi alsan elinde kalıyor. Aldın  mı kıyacaksın paraya, gavur malı alacaksın. Yani gavur derken, dinsizler ve de müslüman harici insanlardan bahsediliyor (TDK. Sözlük). Demek ki, hem Türk hem de müslümansan hiç ümit yok ürettiğin malın kalitesinde.
Demeye kalmadı, kıyın kıyın, ince ince, çaktırmadan malın önce iç pazarımızda, sonra dış pazarlarda da kabul görenini üretmekle kalmadık, yetmedi üstüne övgüler gelmeye başladı. Ha diyeceksin ki, ‘gele gele Kenyalıdan mı geliyor övgüler’, orada dur. Kenyalının önünde Avrupalıda dizilmiş, Amerikalısı da. Adamlar Türk olsun diyor. Anaa!
Ana yaa…
Nasıl ki, insan çocuğunun büyüdüğünü fark etmez, birileri görürde bir gün, ‘aman da aman ne kadar büyümüşler maaşallah’der, bizimde durumumuz böyle bence. Biz ne durumlara geldik dünya pazarında pek fark etmiyoruz içinde yaşadığımız için.
Eskilerin tabiriyle ‘gavur’un pabucu dama atılmaya başlamış, yani hem Türk, hem de müslüman olmayanların ve  dinsizlerin (TDK Sözlük). Pabuçlar dama atılmadan evvel, Türklükleriyle, müslümanlıklarıyla övünen bizler, çatır çatır ‘gavur’ dediğimiz, müslüman olmamasını, dinsizliğini küçümsendiğimiz  insanların mallarını da kapışıyorduk ama. Başka,şimdi de kapışıyor çakma zenginler, o da ayrı hikaye.
Birbirimizi yemekten, birbirimizle uğraşmaktan, birbirimizi bok çukuruna sokma telaşımızdan ‘nerelerden nereye geldik, her bir farklı dinden, her bir farklı kültürden millet olarak’ ya farkında değiliz, ya da farkındayız ama kendimizi birazda olsa şımartamıyoruz. Her bir şımartmadan ‘diğer taraf’ta kendine pay çıkarır, ‘bizim taraf’ta  altta kalır telaşı paçamızdan aşağıya çekiyor, bir türlü doğru düzgün, gururla kabartamıyoruz göğsümüzü.
Biz kendi içimizde ‘bizim taraf’, ‘diğer taraf’ diye cebelleşirken, Kenyalı ‘tek bir’ taraf görüyor karşısında, tarafın adı da ‘Türk’.
‘Türk’se iyisini yapar, iyisini bilir.
Evet, iyisini yaparız, iyisini de biliriz. En iyisini bilmeye biliriz, ancak bildiklerimizle dünya standartlarını yakaladık, hatta üstüne de çıktık bazı konularda. Anamız ağladı hep beraber bu günleri görene kadar.
Şu ‘bizim taraf’, ‘diğer taraf’ işini bir kenara koyup, ‘tek taraf’ olmanın yollarını da bulmak lazım artık. 
‘Arkadaşlar bırakın birbirinizle uğraşmayı, bırakın artık her konuda karşılıklı gelip itişip kakışmayı, her türlü olumsuzluğa rağmen yırtmanın kıyısına kadar geldik, bırakın felaket telallığını, ha gayret hadi hep beraber bir omuz daha verdik mi kıvıracağız bu işi’ diye elime megafonu alıp yurdun en yüksek dağının en yüksek tepesinden bağırmak geliyor içimden.
Türkiye’de Türk olmanın gururunu yaşamam için şans tanımıyor bana Türkler.
‘Türk’ler oturmuş, ‘Türk’e ‘Türk’ demeli miyiz, dememeliyiz diye  tartışıyorlar.
Ben pazarlama işinde uzmanım. Anlamam siyasetten miyasetten.
Uzman kişi olarak diyorum ki, marka oturdu artık. Marka Afrika’da bile oturmuş.
Markanın adı ‘Türk’.
Nasıl ki bu saatten sonra ‘Coca Cola’ ‘Moca Mola’ olamaz, olmak istese de olamaz, bundan kelli
‘Türk’te ‘Mürk’ olamaz. İstesen de olamaz, istemesen de.
Marka oturmuşta, markanın sahipleri duruma vakıf değil.
Kenya’da beni ‘Türk’ diye çağırıyorlar.
İyide yapıyorlar.
Ülkemde doğru düzgün şişiremediğim göğsümü buralarda şişirtiyorlar bana.
‘Bizim taraf’ ‘diğer taraf’ diye bir yerlerini yırtanlarında sonu gelecek, son evreye girdik.
Markaların gücü siyaset üstüdür. Siyasetçiler ölür gider bir gün, markalar hep yaşar ama. Önemli olan markayı başkasına kaptırmamak. Dayağını  biz yedik, pastayı başkalarına  yedirmemek gerekir bu saatten sonra.
Önce ölümüne 4 sene, sonrada üstüne 88 senedir uğraşıyoruz be  kardeşim. Başka marka yaratmak isteyenler, 88 değil, 888 sene uğraşsalar olmaz bu iş bu saatten sonra. Beyhude çabalar bunlar.
Borumu bu…

*********************************************************************************************
30.10.2011


‘İç ferahlatıcı akıllara’ mola bu Pazar.
Nedeni şu ki, Kenya’dayım. ‘Kenya’da olman neyi değiştirir ki’ demeyin, buralardan oralara iç ferahlatıcı akıllar vermek hiç de gelmiyor içimden.
‘Ne geliyor içinden derseniz’, içimden gelen ‘acaba Afrika ormanlarına dalsam ve de kaybolsam mı bir süre ortalıklardan’ nevi duygular.
Pazar günü burada insan kısmı çalışmaz. Cebinde bir şilini olanda çalışmaz, milyon şilini olanda. Servis sektöründe olanlar hariç her yerde olduğu gibi.
Cumartesi akşamına doğru eğlence başlar. Evde, kulüplerde, partiler, evlerin önünde, evlerin içinde, her yerde eğlenir insanlar. Beni en tavlayan yönüyse cebinde bir şilini olanla bir milyon şilini olan bir arada, kahkahalar ata ata eğlenirler hem de.
Geçen sene bir akşam o kadar çok güldüm ki, hem de pizacının birinde, herhalde ortaokul lise dönemimden beri bu kadar uzun, kesintisiz, sinirler boşalırcasına gülmemişimdir hiç. Gülüyorlar. Fakirler, gülüyorlar. Zenginler, gülüyorlar. Ölümler oluyor, yine gülüyorlar. Takmıyorlar kafaya.
Diyorlar ki muzun içinde bir madde beyine insanları mutlu edecek, boş vermiş kılacak bir madde salıveriyormuş. Aferim muza. Yaşasın muz diyor insan ister istemez.
Zengin olmak bir sanattır. Zengin olmanın ‘sadece’ parayla  ölçüldüğü bizim nevi toplumlarda ki zenginliğin  kıvamı tatsız. Nereye nasıl harcayacağını etraftan gözüyle, hatta gözünün ucuyla çala çala yakalıyor bizde yeni zenginlerin büyük çoğunluğu neyi nasıl yapmaları gerektiğini. Hırsızlığı da zengin olma sanatından nasibini  almamışlardan yapıyor ki, iyice feci bir durum alıyor hal ve gidişleri.
Para zor iş. Sorumluluğu ağırdır paranın doğru kıvamda, doğru zamanda, doğru keyiflere harcanması adına. Bir nevi sanattır para harcamanın şekli şemali.
Kenya’da bu işler kolay. Gözle hırsızlık yapmaya kalkışacağın ‘çakma zenginler’ yok etrafta, hele kuşaklar boyundan gelen zengin hiç yok. O yüzden lüks ev, lüks araba, lüks yemek, lüks giysiyi kaptın mı oldu sana zengin hayatı. Hayat zengin oldu da, alışkanlıklar ve de davranışlar yüz yıllardır süre gelen hallerde.
O hallerde insanları eşit kılıyor konu sohbetse, eğlenmekse. Zengin, fakir, yaşlı, genç, kadın, erkek farkı kalkıyor ortadan. Eskiden olduğu gibi. Kabilede ki gibi.
Kenya’ya ilk geldiğimde otuz kırk sene evvelinin Türkiye’si demiştim kendi kendime. Meğerse 'beni' de otuz kırk sene evvelinin Türkiye’sinde ki hallerime taşıyacakmış buraları. Eskisi gibi sohbetler burada. Kahkahalarda eskisi gibi. Ne kadar sertleşmiş, kemikleşmişte olsan ipin ucunu kaçırıyorsun. Haylaz oluveriyorsun  yeniden.
Unutuveriyorsun dertleri, sıkıntıları.
Ya muzdan oluyor hakikaten ne oluyorsa, ya da çok bıkkınlaşmışım sabah akşam aptal saptal başı kıçı belli olmayan akılsızlıkların bedelleri karşılığı sevimsiz haberlerle dolu bir ortamda yaşamaktan.
Fakirlikse, bir milyon kişi Nairobi’de tenekeli mahallede yaşıyor. Tropikal yağmurla balçık olmuş yollarda yürüyor, altlarından sular akıyor teneke evlerin, pencerede cam ceplerinde bir kuruş para yok. Ama üstler başlar düzgün. Erkekler havalı. Kadınlarda o balçıkların içinden topuklularla çıkıyor caddelere.
Ağlayan yok, tartışan kavga eden hiç görmedim. Sertleşirsen küsüyorlar. Trafik kaos, ama korna sesi sıfır. Dert çok, çok ama.Dert çok da derdi takan yok. Takmayınca derdi, dert de eriyip gidiveriyor yaşamın içinde bir yerler de...
Ne oluyorsa muzdan oluyormuşa falan inanmıyorum. Ne oluyorsa insanların bir birlerini insan görmesinden oluyor. Ha birde insanların ölümü iyi tanımasından oluyor. Ölümle yaşam arasında ki ince  çizgi üstünde binlerce yıldır iç içe yaşamaktan oluyor.
Günü, anı yakalamanın ne kadar kıymetli olduğunun bilinmesinden oluyor.
Pazar günü Kenya’da kimse çalışmaz. Onlara kalsa Pazar haricide çalışmayacaklar ya, kıyak çekiyorlar iş hayatına diğer günlerde. Gelecekle ilgili kaygıların bu günleri çaldığını iyi biliyorlar çünkü. Geleceğe varmanın garantisi olmadığını da biliyorlar.
Zenginle fakirin aynı sohbetlerden geldiğini, aynı kahkahaları attığını da iyi biliyorlar.
En çok; insanı iyi biliyorlar, ağacı otu börtü böceği, hayvanları da iyi biliyorlar.
Bildiklerinden geriye kalanlarla da  insan olunamadığını çok çok iyi biliyorlar.
Telaşsız, olan dertleri takmadan, günün anın kıymetini bilerek geçiriyorlar pazarlarını. Biraz ibadet, biraz da yarenlikle, gevşek gevşek. Pazartesi sabahları gelmeden, düşmeden akıllarına.
Dertlerinize dalıp gitmeden, telaşsız, sevecen, pazartesi sabahını aklınıza getirmeden, yüzünüzde 'gülümse'me, 'kahkahalar'la geçsin pazarınız.
Becermezsiniz, buyurunuz  geliniz Kenya’ya. Göz hırsızlığıyla iki dakika da kaparsınız nasıl olması gerektiğini.
'İnsan olma' sanatını, 'zengin olma sanatına' tercih ediyorsanız ve de meraklıysanız tabii ki…

********************************************************************************************
CUMHURİYET BAYRAMI YAZISI 29.10.2011


Cumhur’la Egemen;
Cumhur;
Halk, Topluluk, Kalabalık, Küçük taneli yabani üzüm,  Kimi tarikatlarca ilahiye verilen ad,
Cumhuriyet;
Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi.
Halkın egemenliği kendi elinde tuttuğu devlet biçimi.
Türk  Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük
Nereden nereye…
Sen ‘cumhur’dan başla önce, halktan, topluluktan, kalabalıktan, küçük taneli yabani üzümlerden, kimi tarikatlarca ilahiye verilen ad falan derken, başka işin gücün, sanki hayatın bin tane keyfi eğlencesi de yokmuş gibi sonra kalk işi’ Cumhuriye’te getir ‘cumhur’dan,  yetmezmiş gibi üstüne  ‘Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi’ni uygulayacağım diye de ömrünün tamamını büyük mücadeleler içinde geçir hem de hayatın pahasına hem de hayatını hiçe sayarak.
Hem de senden gayri tüm kafalar yüz yıl öncesindeyken.
Hem de egemenliği yüz yıllarca ne duymuş, ne bilmiş, ne de talep etmiş, ne de hissetmiş insanlara anlata anlata.
Hem de, halkın, kalabalığın kendisinin temsil edilmesiyle ilgili bireye faydaların insan gibi yaşamak adına ne kadar gerekli olduğunun bilinmediği, anlaşılma ihtimalinin de olmadığı zamanda.
Hem de her bir tarafın banaz, yobaz, cahil, cühela insanlarla sarılmışken.
Hem de yaşadığın topraklar,benim  vatanım demek istediğin köyler, kasabalar, şehirler başka başka devletler tarafından işgal edilmişken.
Hem de halkın, kalabalığın millet olsak da egemenliğimizi de kendi ellerimize alsak diye arzu ve heyecan duymadığı, hissetmediği zamanda
Breh breh…
Bundan tam yüz yıl evvel tüm bunları hayal edeceksin, için için hedefler koyacaksın kendi kendine, planlar programlar stratejiler belirleyeceksin hem de her an değişen durumlara karşı alternatifli bir birlerini destekleyen ve güçlendiren, sonra da hedefe ulaşıp, devleti kurup, ‘cumhur’unda sonuna bir ‘iyet’ ekleyip, ‘Cumhuriyet’i yazacaksın en tepeye.
Breh breh…
Tam kaç kişiyiz bilmiyorum. Diyelim ki 70 milyon. Yetmiş milyon bir araya gelsek bir adam, tek bir adam kadar olamadık, hala da olamıyoruz.
‘O’ adam kadar olsaydık biraz, hani ucundan kıyısından biraz, bugün bu hallere gelmezdik.
Millet olduğumuzu hissetmek için depremleri, acıları, travmaları beklemezdik.
Cumhuriyetin, milletin egemenliği olduğu gerçeğiyle yaşar, ‘Egemen’ ne demek iyi öğrenir, egemenliğini yitirdiğin zaman ‘Cumhuriyet’inde  ‘iyet’ini kaybedip ‘cumhur’a, yani ‘Halka, Topluluğa, Kalabalığa, Küçük taneli yabani üzümlere,  Kimi tarikatlarca ilahiye verilen ad’ lar noktasına geri döneceği gerçeğini de iyi bilirdik.
Egemen;
1. Yönetimini hiçbir kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan, hükümran, hâkim: Egemen devlet.
2. mec. Sözünü geçiren, üstünlük kazanan.
Buyruk ve hüküm sahibi, buyruğunu yürüten, bağımlı olmayan
Türk  Dil  Kurumu Büyük Türkçe Sözlük
Zamanında çıkmışız yola açık alınlarla da, sonra olan bitenleri yine açık alınlarımızın yazgısı zannetmişiz zaar...
Cumhurdan, Cumhuriyete geçtik. Millet olup egemen kılamadık kendimizi.
Bunları ben uydurmuyorum.
Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğü diyor.
Bir de Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini yazanlar diyor.
Birde deprem oldu geçen hafta.
Ben uydurmuyorum bunları.
Yüz sene evvelki kafaya bak, sonra da bizlerin bugün ki kafasına.
Breh breh…
Sabahtan beri Türk Dil Kurumunun Büyük Türkçe Sözlüğünden Cumhur’un, Cumhuriyet’in, Egemen’in manasını okuyorum.
Birde yüz sene evvel için için kendi kendine hayaller kurup, hedefler belirlemiş, sonrada hedefine ulaşmış 'O' adamı düşünüyorum.
Cumhuriyet çocuğu olarak vazifelerimi ve vazifelerimizi bugüne kadar eksikli yerine getirdiğim ve getirdiğimiz  için kendimden ve sizlerden utanıyor, kendime ve sizlere kınama cezası veriyorum. Toparlamazsam kendim, toparlamazsanız kendinizİ seneye uzaklaştırma veririm, hiç acımam ona göre.
‘O’ adamı, o gün 'O' adama inanları ve de verilen büyük mücadeleyi sevgi, saygı ve şükranla anarak kutlayacaksak kutlayalım.  
Dün geceden beri 'O' adamı düşünüyorum. Nerelerden ne imkansızlardan geçti ne olmazları aştı kim bilir. ‘O’ aştığına göre bende aşarım, bizlerde aşarız diye de düşünüyorum. Ve de içim sevinç içinde ‘O’ adamın defalarca elini sıkıp, öpüp ‘O’nu kutluyorum ve birde ‘Egemen’i yüz yıl evvel çok iyi bilmiş, anlamış, hissetmiş ve de ‘egemenlik’ uğruna o günden taa bugüne kadar şehit düşmüş her bir insanımızı, yaralar almış her bir gazimizi kutluyorum tek tek. O kadar.
Yoksa bugünlerin  kutlanacak  hiçbir tarafı kalmadı.
Zaten kutlatmadı da ‘Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri’.
Böyle başa böyle tarak…

********************************************************************************************
29.10.2011

Çalışmıyorsun bugün. Koca veya sevgili kesin çalışıyor. Çalışmasa da çalışırmışçasına çıkıp gidiyor evden sabahın geç saatlerinde. Akşama dönecek.
Salona geçtim. Etrafa bakınıyorum. Sanki yeni bir şey görecek gibi. Yağmur. Kasvet. Loş. Sessiz. Mutfağa döndüm. Mutfak daha iyi. Küçük mekanlar insana yalnızlık hissi vermez.
Birilerini mi arasam? Önden kahve, çay da olur. Gecelik, sabahlıkta (sahi sabahlık kaldı mı hala?) veya sabahlık gibi  bir şey. Çocuklar uyuyor. Akşam kaçta geldiler duymamışsın. Konuşmak lazım. Olmuyor böyle sabahlara kadar.
İkinci kahve veya çay, telefon elde. Karşıda işi varmış bir arkadaşının, beraber geçelim mi dedi, olmaz dedin. Diğeri öğlen yemek yiyelim deyince hah bu oldu işte.Sevindi.
Zaten şey almam lazım o yüzden şey mall a gitmem de lazım. Erken çıkarsam evden yemek öncesi alırım. Demeye kalmadı telefon çaldı. Soruyor bir arkadaşın ne yapıyorsun diye? Yemeğe çıkacağım dedin diğeriyle, sende gelsene. Yok, siz yiyin dedi. Akşamüstü gelsenize bana? A aa, olur, laflarız. Sevindi.
Ne oldu oğlanın okulu? Cevap moral bozucu.
Giysi dolabının önü. Kapaklar açık. Giyecek bir şey kalmamış doğru düzgün. Bulundu bir şeyler. Duş, fön, biraz makyaj. Manikür zamanı gelmiş. Pedikür felaket, aşağılara bakmıyoruz hiç.
Akşama yemek yok. Dışarıda yeriz. Kocaya veya sevgiliye telefon. Yok olmaz yiyemezmişiz. Akşam yayılmak istiyor. Yarın yermişiz belki. Belki. Öğlen. İyi de yemek yok akşam. Kız da gelmiyor bugün.
Çocuklardan biri kalktı. Yüz göz şiş. Kaçta geldin akşam? Bilmem geldim işte. Görüyorum geldiğini, ne bu sabahlara kadar. Cevap bile vermedi, banyoya doğru süründü.
Araba, camda buğu. Bekledi. Bir ileri bir geri bir ileri bir geri, çıktı yola.
Trafik yoğun, hava yağmurlu olunca böyle. Valeye verdi arabayı. Merdivenlerden üst kata çıkarken, a aa, indirim başlamış şey markada. Girdi. İki parça bir şey aldı. Sevindi.
Bir arkadaşını gördü, o da bir diğer arkadaşı ile buluşacakmış. Kocası veya sevgilisi seyahate gitmiş. Akşam bende kal demiş. Gelsenize, biz de yukarıda yemek yiyeceğiz. Kahveye yetişiriz dedi. İyi, laflarız, özlemiş,  sevindi.
Yemek yendi iki kişi. Sonra arkadaşları da kahveye katıldı. Oldular dört. Bir arkadaşlarını gördüler, kızıyla beraber bir şey almaya gelmiş. Kız dediğin kocaman kadın oldu. Onlara göre kız hala. Oldular mı altı. Kız güldürdü onları. Fırlamanın teki. Sohbet, gürültü patırtı. Çok güldüler bir ara. Sevindi.
Kalktılar. Arkadaşından ayrıldı. Arkadaşı bir arkadaşıyla buluşacakmış, ama şeye uğrayıp şey alması lazımmış önce. Vale arabayı getirdi. Trafik rezalet. Yağmur. Pastaneye uğradı, öylesine tadımlık. Dura kalka girdi arkadaşının sitesine. A aa, bir arkadaşı da gelmiş görmemişti uzun zamandır. Biri ile çıkıyor aylardır, kayboldu ortalıktan. Üçü kahve içtiler. Arkadaşı sonunda çok düzgün bir adamla çıkıyor. Çok mutlu. Sevindi.
Yolda bir arkadaşının boşandığı kocasını gördü. Fil gibi olmuş. Beter olsun dedi, en çok buna sevindi.
Altıyı geçiyor saat. Evini özledi. Ayaklarını uzatıp kitap okumayı. Müzik de dinlemedi ne kadar zamandır. Akşam yemek yok. Telefon. Ümit yok. Sinirlenmiş trafiğe zaten. Çin söyleriz deyince, hem de nasıl sevindi. Çin, ne kadardır yememişti. Sevindi.
Bir iki lambayı yaktı. Soyundu, ayaklar soğuk, buz. Çorap. Kilomu aldı son sıralar? Kaçırdı ipin ucunu geçen hafta. Sıcacıklar giyildi. Kanepe. Kitap. Bir ara uyuyakaldı. Rüya bile gördü. Güneyde. Deniz kenarında. Biri var yanında. Bir erkek. Ama yüzü yok erkeğin. El eleler. Çok da mutlu. Utandı. Kocadan veya sevgiliden. Yinede güzel rüyaydı. Sevindi.
Kapı açıldı. Koca veya sevgili geldi. Hava zifir. Gün bitti. Akşam başlıyor. Bir cumartesi günü daha bitti. Akşamı da biter birazdan. Sipariş verecek. Çin. Sevindi.
Seviyor evini. Kocasını veya sevgilisini de. Pazar gününü beraber geçirecekler nasılsa. Bir yerlere gider miyiz yarın?Bilmem, gideriz herhalde. Ben sabah spora gideceğim, sinemaya gideriz sonra belki dedi. Belki. Ne kadardır gitmediler birlikte sinemaya. Olsun, Çin var akşam. Sevindi.
Yok, bu son sevindi çok oldu, ona daha evvel sevinmişti zaten, hem de birkaç kez.
Cumartesi kadınları çok kolay seviniyor.
Nüfusun çoğu kadın gibi cumartesilerin gündüzlerinde bir yerlerde.
Alışveriş, yemek, kahve, şarapta hatta, çocuklar, arkadaşlar, laflama, sohbet, internette hatta.
Sonrasında üstüne bir koca veya sevgili? Varsa, var gibiyse.
Yoksa da sorun değil. Erken yatarsın, Pazar sabahları erkenden kalkmak güzeldir.
Cumartesi kadınları çok kolay sevindiriliyor.
Erkeksiz.
********************************************************************************************
28.10.2011

Kime sorsam ‘deli ediyor veya ediyorlar beni bazen’ diyor.’ E sende dellenme, sakin ol, alttan al, sakin sakin konuş’ diyorum, demeye kalmıyorum çok sık da olmasa, kendimi dellenirken buluyorum.
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Bir kere bir zaman sonra kontrol edemiyorsun. Aslında kontrol etmemen de lazım. Kendileri kendi başlarına becerebilmeli. İyi de, olmuyor işte, insan galiba kendi beceremediğini, kendi yanlışlarını, kendi eksiklerini, ‘eski kendisi’nin değil de, ‘yeni kendisinin’ düzeyinde olmasını istiyor her şeyi.
İyi de, sen bu düzeye gelene kadar beceremediklerin olmadı mı? Oldu. Bir sürü yanlış yaptın ve de hala bir sürü olmasa da yanlışlar yapmaya devam ediyor musun? Evet. Kendi eksikliklerini (o da fark etmişsen) daha yeni yeni fark ettin mi? Ona da evet.
E ee, ne halt etmeye delleniyorsun. Sanki sen sütten çıkmış ak kaşık, onlarda bir alay ağzı açık ayran budalası. Sen sanki hatasız evliya, onlarda o şu bu…
İşin tuhafı herkes haklı. Objektif baktığında haksızı bulamıyorsun. Delleniyorsun ama dellendiklerin aslında senin eksiklerin, aktaramadığın veya eksikli aktardığın. Belki de aynı lisanı kullanmayı da beceremedin. Ha diyeceksin ki sende, ‘iyi de o asıl benim lisanımı kullanmalı filmin esas kızıyla oğlanı bizleriz’.
Onlarda diyecek ki, ‘sana öyle geliyorum şekerim, filmin yeni esas kızlarıyla oğlanları bizleriz’.
Bu konuşmanın bir yerlerinde mutlaka dellenmeye başlarsın yine. Sen dellenmesen onlar dellenir, sonuç aynı kapıya çıkar.
O zaman ayrılacaksın. Ayrılmak mı? Dellenmeyi geçtin, gerçekten delirdin galiba, insan bu denli sevdiğinden ayrılamaz ki. İnsan bir an düşünmeden canını vereceklerinden mümkün değil ayrılamaz. Dellen melen ayol insan üç beş gün görmüyor, özlemin allahı gönlüne ruhuna düşüyor. Üç beş günü geçtim, üstüne bir de ayrılık. Yok artık…
‘Tırnağa diyorsun ki etten ayrıl’. Mümkün değil, olacak şeylerden konuşalım.
İyide, bu karşılıklı dellenmeler de fena yaralıyor insanı. Üzül dur sonra kendi başına. Hem de ne üzülmeler…
Zaten birde bazen sokuluşları var ama koltuğunun altına, ama bakışlarıyla eriyip bitiyorsun be kardeşim.
Ben çok gurur duyuyorum mesela onlara bakınca. Ama eksikleriyle, ama fazlalarıyla, ama bir karış dilleriyle, ama yanlışlarıyla, ama olmazları olur zannettikleri halleriyle.
Sevgi gururla iyice harmanlanıp coşuyor da yıllar geçtikçe. Dellenmelerinde dozu ve üslubu da…
Sevgi gururla coştukça daha da çok tekrar ediyorsun ‘ iyi ki yapmışım, iyi ki doğurmuşum bu veletleri’.
İyi ki doğmuşlar gerçekten. İyi ki de bizim çocuklarımız olarak gelmişler dünyamıza.
Dellene melene ben çok seviyorum çocuklarımı. Hatta bazen sizinde çocukları.
Hem de çok çok. Sizlerde eminim çok seviyorsunuzdur.
İyi ki doğmuşlar benim çocuklarım olarak, iyi ki de beni seçmişler ‘dellendirilecek baba’ olarak.
Geçenlerde bir arkadaşım ‘bekliyorum doğursunlar, sütten kesilir kesilmez alacağım torunları yanıma, bunlar mümkün değil büyütemezler’ dedi.
Ben katılmadım ona. Bir gün gelecek içmeyi beceremeyeceğim sütü bana içirecek insana güvenmeyeceğimde kime güveneceğim. Onlar önce kendilerine güvensinler, sonra da güvenilecek insanlar olsunlar diye uğraşmadık mı bin yıldır.
Değil mi ki torunlara bakamayacaklar.
Bu torun işini de düşündükçe yine delleniyorum kendi kendime. Bu dellenme işinin nedeninde  adresi şaşırıyor da olabilirim. Karar verdim bir daha çeki düzen vereceğim kendime. Filmin doğru zamanında çekilmek lazım esas kızlarla oğlanlar olmaktan galiba. Onlara doğru düzgün konuşmayı öğretirken biz doğru düzgün konuşmayı unuttuk galiba. Kararım kesindir, çalışacağım bu durumumun üstünde.
Yine de için için delleniyorum kendi kendime bu torun işinde. Allahım diyorum ‘sen bana onların torunları büyütme hallerine karışmama ve de müdahale etmeme gücü ver’ diyorum ha bire ve de şimdiden.
Bizim çocukların minyatür boy (boy girl fark etmez) olanlarını verirler de yakında bizim çocuklar kucağımıza. Görmeye başladım nineleri, dedeleri. Komiklerde. Bizim alıştığımız formatta değil yeni nineler, dedeler. Dövmeli, küpeli, saçları uzun ruhu yirmilerde takılı kalmış dedelerle, bir içim su çıtır deli çatlak nineler (dövmelide tabiî ki).
Hey allahım, her şey bitti, bir dede olmadığımız kalmıştı.
Hadi hayırlısı.
Bana müsaade, ben Kenya’ya uçarken bir daha ‘hiç mi hiç dellenmeyen baba’ olma dersime gireceğim içlerimde bir yerde.
Vizeleri verirsem, finalden kesin yırtarım.
Dellenmeyen babalığı geçemezsem, dellenmeyen dede olma ihtimalim sıfır.
Gerçekten hadi hayırlısı. Bitmez bu dersler. Tam da bitti derken…
Önemli Not: Ne kadar okursan oku, ne kadar öğrenirsen öğren, dersler hiç bitmiyor ve de bitmemeli.
‘Kızım’ sana söylüyorum ‘kızım’ sen anla manasına (da) yani…
********************************************************************************************
27.10.2011

Boş kafa. Kafa boş. Boş bakış. Bakış boş. Boş söz. Söz boş.
Bugün ve son günlerde oradan oraya seke seke sonunda olan oldu. Kafada sözler boş boş bakıyor etrafa.
Ev sonra iş,  aile sonra iş, yaşlılar sonra iş, çocuklar sonra iş, aşk sonra iş, seks sonra iş, arkadaşlar sonra  iş, sohbet sonra iş, para sonra iş, program sonra iş, seyahat sonra iş, gezme sonra iş, tozma sonra  iş, sevgi sonra  iş, kahkahalar sonra  iş, ağlaşmalar sonra  iş, avarelik sonra iş…
Bir iş, bir diğeri. Bir iş, bir diğeri. Ama aralarda hep iş. Aslında aralarda yerleşen ev, aile, yaşlılar, çocuklar, aşk, seks, arkadaşlar, sohbet, para, program, seyahat, gezme, tozma, sevgi, kahkahalar, ağlaşmalar, avarelik  hep olmalı da, aralarda ‘iş’ olmalı.
Hayatın esası aralara sıkışırken hayatın aracı işin esası oluyor bazen. Bazen?
Bayıldığım laflardan biridir; ‘bir gün çekip gideceğim oraya, ne iş ne güç hayatın tadını çıkaracağım’. Oldu, gözlerim doldu.
-          E git hadi.
-          Gidicem gidicem, şeyi de bitireyim.
-          Ömrünü mü?
-          Yook be, o şeyleri şey edeyim ondan sonra gideceğim kesin.
-          Keseyim.
-          Neyi?
-          Kesin dedin ya.
-          Yok yaa, yani kesin derken garanti gibi anlamında
-          Haa anladım, ne zaman gideceksin?
-          Şeyi bitirince.
-          Anladım, ben gitmeyeceğim.
-          A aaa, neden gitmeyeceksin sen de git bence, bak ben nasıl gidiyorum, sende de git, sen ne zaman gideceksin?
-          Şeyi bitirince.
-          Kesin mi?
-          Kesin, ben kes deyince kesersiniz.
‘O  şey’ hiçbir zaman bitmez. Bitmeyecektir. Kesin.
‘Ev, aile, yaşlılar, çocuklar, aşk, seks, arkadaşlar, sohbet, para, program, seyahat, gezme, tozma, sevgi, kahkahalar, ağlaşmalar, avarelikler’ biter bir gün dört kolluya binince,  ‘O şey’ bitmez ama.
Ömür biter ‘O şey’ bitmez.
Şeytan diyor ki, nedense bu nevi fikirler de şeytandan çıkar hep, melek melektir ya, ondan çıkmamalı. Ne diyorduk, şeytan diyor ki ‘bırak bitirme o şeyi ve peşinden gelecek diğer şeyleri’ bas git anasını satayım ‘Eve, aileye, yaşlılara, çocuklara, aşka, sekse, arkadaşlara, sohbetlere, programlara, seyahatlere, gezmelere, tozmalara, sevgilere, kahkahalara, ağlaşmalara, avareliklere’.
Bütün bunları şeytan diyor ama. Melekler de ‘kal bitir o şeyi ve de diğer şeyleri’ diyor zaar.
Hani melekler iyiydiler de, şeytanlar kötüydü? Bize öyle öğretmediler mi?
Bir şu gözü çıkası şeytanın dediklerine bak, bir de dünya iyisi meleklerin yaptırdıklarına.
Melekler şeytanlık peşinde galiba.
İş iş iş diye diye, para para para diye diye, şeytana uymamak lazım diye diye, meleklerin sözlerini dinleye dinleye, ne ev, ne  aile, ne yaşlılar, ne çocuklar, ne aşk, ne seks, ne arkadaşlar, ne sohbetler, ne programlar, ne seyahatler, ne  gezmeler, ne  tozmalar, ne  sevgiler, ne  kahkahalar, ne ağlaşmalar, ne avarelikler’ kalıyor.
Aralarda ‘gülümseyeceğiz’ diye filmin tamamında yaşattıklarımıza bak kendimize.
‘Gülümsemeyi’ özledim çok, içten ve sıcacık, bugün böyle.
Boş kafa.  Boş bakış.
Şeytan diyor ki, git yakaladığın ilk meleği ….
Boş söz.
********************************************************************************************
26.10.2011

'ŞEHİR ÇOCUKLARI' son bölüm

Hani iki şeyle dalga geçmemeyi öğrenememişsen durumun iyi değildir toplum içinde.
Biri aşk, diğeri din.
İkisini de yok sayarsan, küçümsersen biçer geçer seni gözünün yaşına bakmadan.
İkisi de ruhla ilgili. İkisi de akıldan uzak. ikisi de gönüllerde yapıyor yuvasını.
Hiç kimseyle tartışamazsın aşkını, dinini dedik ya akıldan uzaktır çünkü. Kimsenin aşkını, dinini değiştiremezsin o istemezse, dedik ya gönül işi, ruh işi.
Çakma aşklarla, çakma din düşkünleri konu harici tabii ki.
Bizim ‘varlıktan gelen şehir çocuklar’ı aşk işini iyi çözdüler aralarında. Aşk günlük hayatlarının içindeydi,  doğdukları günden bu günlere gelene kadar  yaşadıkları üç büyük şehrin on on beş semtinde ve yazlıklarda.
Din işinde çuvalladılar ancak 'varlıktan gelen şehir  çocukları'. Anlatılanlar ve öğrendikleri işe yaramadı, dozlar, üsluplar,  uymadı iki yapı arasında. Aşkın içine alamadılar dini pek. Dini içine almak eğitim işi, alışma işi, zaman ayırıp organize olma işi olduğundan yaşam biçimleri akamadı dine pek. Aşk dine akarken yavaş yavaş, din aşkın içine kaynayamadı.
 Aşkın,  insana  aşkın yüksek dozlarda yaşanmadığı toplumlarda, ruhlar ve de gönüller düştükleri boşluğu (ki aşık olmadan, sevmeden yaşayamaz insan evladı) dinle doldururlar.
İnsan evladının gönlü hep dolu yaşamalıdır. Başka türlü beslenemez ruhlar. Ya aşkla beslersin ruhları ya dinle ya da ikisi birden.
Kadın erkek ilişkilerinde serbesti yoksa aşkta yerini dine bırakır gönüllerde.
Aşkın da dinin de tarihleri eski mi eski. İkisi de var genlerde. İkisi de çok bildik, çok alışılmış.
'Yokluktan gelen göçmen çocukları' dine olan tutkuları ile geldiler bizim şehirlerin semtlerine,  yüzlerce yıldır var olan yaşamlarını taşıdılar yanlarında gelirken.
Yanlarında getirdikleri dinin içine aşkı da taşıdılar azıcık da olsa,  buralarda yaşamaya başladıklarında.
Aşk iki kişi ister. Organizasyon gerektirmez. Din tek kişiliktir de, ancak kalabalıklarla da paylaşılır, bu da organizasyon ister.
Organize yaşamayı, kendi kurallarını öncelerde  topluma mal edip, devamında toplum kuralı olmuş hallerin içinde birey olmak alışkanlığı ve becerisiyle  ama ticaret, ama siyaset, ama sosyal yaşam içinde kolaylıkla organize oldu din sevdalıları.
Neredeyse hayatlarının hiç bir diliminde toplum içinde organize olmak zorunda kalmamış aşk sevdalıları da sıkışıp kaldılar bir köşede karşılaştıkları gücün direnciyle.
Sonuç; bu coğrafi bölgede yüz yıllarca çoğunluk olmasına karşın azınlık muamelesi gören din sevdalıları iktidar oldular çoğunluğu temsil ederek.
Sonuz; bu coğrafi bölgede azınlığı temsil etmesine rağmen yüz yıla yakındır iktidarı çoğunlukmuşçasına elinden tutan aşk sevdalıları da olması gereken yerlerine geri döndüler ve azınlık kadar temsil edilmeye başladılar ülke yönetiminde.
'Varlıktan gelen şehir çocukları'nın inleye inleye sordukları ilk üç 'in' sorunun bana göre cevaplarını verdim bu ana kadar yazdıklarımla.
Gelelim son soruya 'ne olacak bu ülkenin hali?'
Cevap geliyor;
Din sevdası ile aşk sevdası harmanlanacak bir kuşak sonra. Çünkü din sevdalılarının çocukları, torunları bizim semtlerde doğuyor, büyüyor artık.
Ve hiç bir insan evladı ‘aşk sevdasının’ cazibesine karşı koyamaz.
Ve de aşk tanrının yansımasıdır ruhlara.
Ve aşk insanı uzlaşmacı yapar, sakinleştirir ve de kalender de yapar ve de kalbini yumuşatır ve de hırsları eritir ve de sabırlı kılar insanı zaman içinde. Böyle yaşamak da müthiş bir konfordur hayatin içinde.
Ve insan evladı konforlu yaşamın cazibesine direnemez.
Bekleyin görün. Gördükçe de bekleyeceksiniz.
Ayırmayın, ayırırsanız 'ayrı' düşersiniz.
İki ayrı yapıdan geldik tesadüfen cumhuriyet ilan edildiğinde yaşadığımız köyler, kasabalar, şehirler, semtler yüzünden.
Simdi tek bir köy, kasaba, şehir oluyoruz.
Doğrusu da budur. Yüzyıl evvel olması gereken oluyor. ‘Emir demiri kesemiyor’ her zaman. Toplumlarında ekolojik yapısı vardır. Toplum millet olmak için ‘emir’ den çok, ‘ekolojik’ yapısını takip eder her canlı organizma gibi.
Yüz yıla yakın süreden sonra bırakılınca toplum kendi haline, maalesef acılı oluyor, sancılı oluyor. Su akıyor yolunu bulmak için acıların, kavga gürültülerin içinde
Tuzaklara düşmemek lazım.
Sanki deprem oldu da hep birlikte bakmadan kimsin, nesin, nereden geldin demeden birlikte hareket eder gibi.
Hoş buldun demeyi beceremezsen, hoş bulmaz birileri de seni.
Ayrı düşünsen de, aykırı olsan da, 'ayrı' düşme.
Sonra mezarlarında zıplatırsın yüz yılın başında da ortalarında da, bugünlerde de şehit düşenleri mezarlarında. Gazileri de acılara boğarsın.
Aşkla dinle dalga geçilmez.
İkisi de yırtıcı olur küçümsersen, biçer geçer acımadan.
Bakmaz gözünün yaşına.

********************************************************************************
25.10.2011

Erkekler Okumasın HİÇ..

Yirmili yaşların başlarında sevgiyle, aşkla, arzu, istekle evlendiler.
Yirmili yaşlarının başlarında anne oldular. Bazıları çalışmaya başladı, hatta çoğu evlenir evlenmez.
Karı, koca elele, dizdize, gönül gönüle, ten tene.
Çalışma hayatı başladı. Sevgi, aşk çoşkulu. Çocuk ekstra mutluluk. Hayaller, hedefler.
Heyecan var her şeyde, hareketli yaşam, seks, arkadaşlar, dostlar. Çoşkulu herşey.
Karı, koca elele hayatın, evin, yatağın içinde. Kavga yok. Tartışmalar öpücükle bitiyor. Kalabalıklarda yan yana, diz dize oturuluyor. Kadın diğer kadınlara mutluluğunu anlatıyor.

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister. Biraz da şımarmak ister.

Yıllar geçiyor.

Alışılıyor zamanla beraber yaşamaya. Sevgi var. Aşk? Aşk bazen var bazen yok değil de, vakit yok gibi. Herkesin kendi huyları pıtır pıtır oluşuyor, belki de var olanlar çıkıyor ortaya. Çalışma hayatı devam, para, pul, araba, ev peşindeyiz, seks, arkadaşlar, dostlar, oturuyor hayat bir yerlere. Kavga arada bir. Bir iki güne düzeliyor aralar. Seyahatler, tatiller de heyecanlı, sevgi dolu. Baş başa. Kalabalıklarda yan yana bazen, bazen de az uzakta oturuluyor. Kadın diğer kadınlara hem mutluluğunu hem evliliğini anlatıyor.
Karı, koca yanyana hayatın, evin, yatağın içinde.

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister. Biraz da şımarmak ister.

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister.

Yıllar geçiyor.

Çocuklar büyüyor. Alışkanlıklara alışılmaya da başlanıyor. Huylar bazen huysuzluklara dönüşüyor. Erkek alıyor başını gidiyor, iş, iş, iş. Erkek dominant, sinirliymiş bu adam. Babalık da. Annelik ön plana çıkıyor. Çalışılıyor ofislerde, koşturuluyor sokaklarda, okullarda da. Sevgi? Dostluk, arkadaşlık kıvamında. Sekste her şey belli, sıralaması bile. Aşk? Filmlerde, romanlarda bazen de gerçek gönüllerde. Bazen sanki aşk gibi anlar. Önceden programlanmışcasına. Kanepede uyuya kalınıyor arada. Genelde sarılarak birbirine. Kavga oluyor. Suratlar asık günlerce. En yakın arkadaşla dertleşmeler. Seyahatler, tatiller keyifli. Güzel bee…Ne olacak ki bundan fazla…Bazen baş başa, bazen arkadaşlarla. Kalabalıklarda bazen tüm akşam herkes kendi sohbetini yapıyor diğer birileri ile. Kadınlar bir birlerine evliliklerini ve yapmak istediklerini anlatıyor.
Karı, koca bir arada hayatın, evin, yatağın içinde.

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister. Biraz da şımarmak ister.

Yıllar geçiyor.

Çocuklar ergen irisi. Alışılmış alışkanlıklar biraz acıyıtor. Huysuzluklar eriyor, tepki yok karşılıklı fazla. Tepkisizliğe alışılıyor yavaş yavaş. Baba hali devam. Erkek dominant, neden sinirli bu adam böyle? Annelik ağırlıkta. Çalışılıyor ofislerde. Geç geliniyor evlere. Ayrı ayrı. Mesajlarla haberleşmeler. Ev alındı galiba. Araba değiştiriliyor. Daha sosyalliğe akış o sıralar. Rutin hobiler, spor falanlara bol bol davetler de katılıyor. Kanepede ha bire uyuya kalınıyor. Ayrı kanepelerde. Para problemleri var, alışık değiliz, alışma dönemi. Sevgi? Sevmez mi insan bunca sene sonra, sorumu bu. Aşk? Filmlerde bile yok. Belki kitaplarda. Kavgalar sert. Ortalığın yumuşaması hafta veya haftalar. Seyahatler, tatiller genelde arkadaşlarla. Kalabalıklara ayrı ayrı da gidiliyor. Hatta ayrı ayrı dönülüyor. Beraber de dönülse sessizlik eve kadar. Bazen kıskançlık dellenmeleri. Kadınlar bir birlerine yapmak istedikleri için sabırsızlandıklarını, hayat geçiyor diye anlatıyorlar.
Karı, koca gibi mi? Kardeş arkadaş gibi mi? Seks hariç, kardeş, arkadaş gibi.

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister. Biraz da şımarmak ister.

Yıllar geçiyor.

Çocuklar ortaya çıktılar artık. Okullar ya bitti, ya bitmek üzere. Huysuzluklar yok. Var da normalize oldu. Sesli tepkiler, tepkisizliğe, sessizliğe bırakıyor yerini. Baba hali devam. Erkek eskisi gibi dominant değil, alıştık sinirine. Annelik ödevleri, görevleri azalıyor. Boşamı çıkıyor anne acaba? Çalışma hayatı devam. Ne zaman bırakılacak iş hayatı konuşmaları. Haftasonu evi alınmalı veya aldık bile. Araba iki adet. Sosyallik halimiz devam ancak daha seçiciyiz. Arkadaşlar, dostlar azaldı. Seçiciyiz. Galiba herkesin yolları ayrılıyor başka yöne. Zaten boşananlar da çoğaldı. Sevgi? Alışkanlığa, kurulan düzene. Bir de bildiğin, yıllarca denenmişe yönelik. Aşk? O ne o?..Seks, iyi durumda. İyi seksi hatırlayan var mı? Yok, o yüzden tüm seksler iyi. Uykusu gelen uyuyor. Ama kanepede, ama yatakta. Para problemleri oluyor. Haddimizi mi aştık? Küçültsek mi giderleri? Veya başka bir evde para azmış, yeni arkadaşlar, yeni sosyal hayatlar. Tekne hayatı var arada. Kalabalıklarda yan yana haline geri dönüş. Genelde etraftakiler beğenilmiyor. Seyahatlere, tatillere bazen ayrı ayrı da çıkılıyor. Veya arkadaşlarla hep. Kalabalıklara bazen tek katılınıyor. Diğerinin işi var. Kadınlar yapmak istediklerini neden bir türlü yapamadıklarını sorguluyorlar hep beraber.
Karı, koca sanki tek yumurta ikizi. Tek fark arada sevişiyorlar. Arada?..

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister. Biraz da şımarmak ister.

Yıllar geçiyor.

Çocuklar evden bile gitmiş olabilir. Veya evde de olsalar yoklar. Huysuzluk hiç yok. İletişim kadın erkek hallerinden çok sıkı dostlar kıvamında. Baba hali devam. Babanın dominantlığı falan kalmamış. Sinirini de takan yok zaten. Annelik hali neredeyse hiç yok, annelikten çok, hizmet sektörü gibi, anneye ihtiyaç mı yok yoksa? Çalışma hayatı devam. Bıkkınlık var. Bugün yarın işi bırakmak istiyoruz. Haftasonu evine neredeyse gidilmiyor. Bu sene olmadı telaşlardan, gidemedik sohbeti. Sosyallik hali daha az. Az ama kaliteli!. Haftasonu evinde mi yaşasak şehirden uzaklaşıp? Arabalar dört çeker gibi. Parada sıkı problemler var kimimizde. Veya iyice azmış para. Tekne mi alsak? Sevgi? ..? Aşk?...? Seks? Seks artık süper, sevişmediğin sürece. Ortak hobiler var. Hobiler ve de arada iki kelime sohbet ilişkinin tamamı gibi. Tatiller daha az. Arada bir, arkadaşlarla. O da keyifler çekerse. Kalite iyice ön planda. Her şeyin iyisi olacak. Sevgi? Vefa demek, birlikte yaşlanmak demek. Aşk? Aşk gençlere özgü, geçti bizlerden artık. Seyahatler genelde hobi kökenli veya davetlere endeksli. Kadınlar bir araya gelince eğleniyorlar. Çoğunun keyfi yerine gelmeye başladı. Dert sohbeti yok. Genelde yapmak istediklerini yapıyorlar.
Karı, koca kanka. Sevişen kankalar arada sırada. Arada sırada?

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister. Biraz da şımarmak ister.

Yıllar geçiyor.

Bunların hepsi, bazıları mutlaka yaşanıyor.
Ama evli, ama anne, ama bekar, ama çalışan, ama çalışmayan, ama patron, ama büyük büyük patron, ama yirmili yaşlarda, ama otuzlu, ama kırklı, ama ellili, ama teyze, ama hala, ama abla;

Kadın hep sevilmek ister, aşk ister, ilgi ister. Biraz da şımarmak ister.

Kadın hep sevilmezse, kadın aşkı yaşamazsa, kadın biraz da şımarmazsa,
Kadın hep yalnız hisseder kendini,

Ama evli, ama anne, ama bekar, ama çalışan, ama çalışmayan, ama patron, ama büyük büyük patron, ama yirmili yaşlarda, ama otuzlu, ama kırklı, ama ellili, ama teyze, ama hala, ama abla…

Ama belli etmez HİÇ.

********************************************************************************************
24.10.2011


PAZAR SABAHI ERKEKLERİ

Bu pazar öğleye doğru kendi semtim içinde uzun bir yürüyüşe çıktım. Uzun yürüyüşümün bir yerinde pastane, kafe arası bir yerde çay içmek içinde mola verdim.
Bu nevi yerler yan yana çarşı içinde. Hafta içi çalışanlarla dolup taşıyor, pazar günleri de oldukça sakin, bazı yerler kapalı hatta.
Etrafa, insanlara bakıyorum, hafta sonu, pazar sabahı ofis ağırlıklı bu bölgede ne işleri var acaba diye. Bir iki çift var, bir iki de iki kadın birlikte gelmişler farklı yaş gruplarından, üç kişilik birkaç bir grup insan daha ve yazıya konu olan erkekler.
Saydım tam yedi erkek tek başına pazar sabahında (pazar öğlen vakti sabah sayılır) oturmuşlar çay kahve içiyorlar, ağırlıklı gazete okuyorlar, bulmaca çözen var, laptopuna gömülmüş de var bir iki.
Anaa dedim, ödedim çayın parasını hızla ve yürüyüş mesafesi bütün kafeleri ve pastaneleri turladım hemen. İddiasız, insanların pazar günleri pek de rağbet etmedikleri yerleri.
Sonuç, ilk oturduğum yerde ki ile tıpa tıp aynı kalabalıktan yana, oturanların yarısı  erkek. Tek başına onlarla erkekler.
Yaşlar 40 yaş üstüyle 50’liler civarında.
Kılık kıyafetler, lüks değil ama oldukça düzgün. Özenmişler sanki. Şık spor ayakkabılar falan ayaklarda. Adamların kendiler de düzgün gibi. Ortak özelliklerden biride hiç biri tıraş olmamış.
Pazar sabahı ne işi var bu kadar yalnız adamın yalnız yalnız tek başına buralarda?
Benim tahminim hepsi bekar. Evlisi de vardır mutlaka, kaçmıştır evden bir bahaneyle. Büyük çoğunluğu temsil eden bekar kısmının yatacak kalkacak bir tane kadını da vardır mutlaka. O işin en kolay tarafı bizim şehirde.
Hepsinin, tamamının hayatlarını paylaştığı, onları seven, onların da sevdiği kadınları yok galiba. Belki de  pazar günü tıraş olmamak, özensizlikte  bu yüzden.
Kadınlar da var etrafta yalnız ama tek tük. Onlar hepten özensizler, üst baş dahil ne buldularsa giyip çıkmışlar sokağa. Saçlar yataktan kalktıkları hale yakın neredeyse. Tek tük kadınların hal ve gidişatı erkeklerden beter. Bir fark dahavar, hepsi kitap okuyor. Erkeklerin içinde kitap okuyan vardı belki de, ben göremedim.
Boşanmalar, ayrılıklar  sonucu gelinen noktada ikinci faza geçildi galiba.
Kadınlar bekar mekar kadın kadına da olsa, içlerinde sevgili, aşık falan olmasa da kendi sosyal çevrelerini oluşturdular galiba.
Kadınlar erkeksiz de yaşayabiliyorlar keyifler içinde, en sosyal halleriyle galiba.
Erkeklerse yalnızlaşıyorlar ve keyifsizleşiyorlar yıllar geçtikçe ve yaşlar ilerledikçe galiba.
Zamanında, bugünler de bile olabilir, sosyalleşmeyi seksin için de bulan erkeklerle, yine yaşlar ilerledikçe seksi sevginin, aşkın içinde arayan kadınların pazar sabahları farklı geçmeye başladı galiba.
Yatağına aldığı kadını koluna takıp çıkmıyor, çıkmak istemiyor galiba sayısı gittikçe artan bir kısım erkekler.
Koluna takmadığı, takamayacağı, takmak istemediği erkekle de yatağa gitmeyen kadınların sayısıda gittikçe artıyor galiba.
Kadınlar pazar sabahlarının tadını çıkarırken, bazı erkekler günü eritip maç saatini bekliyorlar galiba.
Yaşlar ilerledikçe bakalım daha nelere şahit olacağız.
O kadar evlilik, bir o kadar boşanma, üstüne içinde sevginin, aşkın pek de yer almadığı anlık ‘aldım verdim’ ilişkilerden geçen bizim kuşak bu güne kadar  hayatında, ruhunda yaşadığı büyük depremlerden gelen dalga dalga tsunamiler ve de artçılarla yeniden sarsılıyor sanki. Hayatların içinde yer alan yaşam şekilleri yeniden yapılanıyor sanki.
Boşanmalardan sonra pazar sabahlarını bir zaman yalnız geçiren kadınlar geçen yıllar ve yeni yaşamları  içinde kadın kadına da olsa en sosyal halleriyle yalnızlığa veda ediyorlar galiba bu günün, bu yaşların  pazar sabahlarında.
Boşanmalardan sonra ama o ama bu kadınla pazar sabahlarını yalnız yaşamamış erkeklerde de yaşlar ellilerine gelince, bu günün pazar sabahları yalnız geçmeye başladı galiba.
Zamanında sevgiyi, aşkı, dostluğu, arkadaşlığı  sırt üstü düşüren seks, şimdilerde sırt üstü düşmeye başladı galiba geçen yıllar ve yaşlar ve de yeni tercihler ve açlıklar karşısında.
E ee, ‘Ne koyarsan tabağa o geliyor kaşığa’. Bu durum 'galiba' değil. O günler de tabaklarımıza koyduklarımız geliyor bu günlerde kaşıklarımıza. Bu gün koyduklarımız da yarınlarda gelecek kaşığımıza.
Galiba değil bu dediklerim,' tabak kaşık' meselesi kesin olan tarafı hayatın.
Kesin olan tarafı kendi gözlerimle gördüm, hem de bu tatlı serin insanın içini ısıtan güneşli pazar sabahında.
Dileklerim hepimiz için;
‘Tüm pazar sabahlarımız yüzümüzde ‘mutlu bir gülümsemeyle’ ve ‘sevgiyle’ dolsun, ama kadın kadına, ama erkek erkeğe, ama arkadaş arkadaşa, ama karı koca, ama sevgili, ama aşık, ama ailecek.
Not: Bir o kadar  kadın da evlerinde veya bir yerlerde bir bu kadar yalnızlar mıydı acaba bu Pazar sabahında bilmiyorum. Bunun cevabı da sizlerde saklı.
*********************************************************************************
23.10.2011

Pazar gününüzü güzel geçirmeniz için; ‘İç Ferahlatıcı Akıllar ’ 4

Boşanan kadınların bir kısmının facebook’da geçirdikleri vakitlere baktığım zaman aklıma dahiyane bir fikir geldi.
Neden kadınlar diyecek olursanız facebook’da vakit geçiren erkek oranının oldukça düşük olması, kadınlar üstünde yoğunlaşmama neden oldu.

Neden bir kadın vaktinin büyük bir kısmını veya bir kısmını facebook’da geçirir?
Muhtelif cevaplar,
Facebook’la ortaklık ve/veya gelir paylaşımı esasına göre anlaşması var.
Facebook’da sosyalleşmek durumundan memnun.
Facebook’da kendini kalabalığa ifade ettiği zaman iç huzuru yaşıyor.
Çocuklar büyümüş ya da evdeler ama kendi hayatlarını yaşıyorlar, ya da kendi evlerine geçmişler, yani her halükarda kuşlar yuvadan uçmuş.
Hayatlarında cinsel tercihlerine de bağlı olarak sevecek veya aşık oldukları ve/veya   onları seven veya aşık olmuş  bir erkek veya kadın yok.
Ya da göz göze, diz dize, ten tene, gönül gönüle, söz söze, el ele birileriyle yaşamak istemiyorlar veya bu durumları bir sebepten sevmiyorlar. Diyelim ki seviyorlar da hayat, aşk, yaş, sevgi şartları onların hareketliliğini tercihleri yönünde kısıtlıyor. Hani diyelim ki...

Gelelim bu durumda içimizi ferahlatacak akla.
Bu akıl sadece kadınlar için.
Mr. Facebook diye bir adam yaratıyorum bu akşam. Bu adam dört dörtlük her yönde ve her anlamda.

Mr. Facebook;
Kadınların her mesajına mutlaka sevgi dolu, sevecen, romantik cevaplar verecek.
Mr. Facebook ayrıca,  kadınlara yine sevgi dolu, sevecen, romantik mesajlar atacak. Yetmedi resimler, videolar, o farm bu farmla ilgili ihtiyaçları karşılamakla da kalmayıp, okeye dördüncü olup, tavla briç de oynayacak.
Mr. Facebook evlerine, iş yerlerinde her nevi sınırsız hizmeti verecek. Hizmetin nevi kadin tarafından belirlenecek.
Yetmez, bitmesi Mr. Facebook kadınlarla, ister aşk, ister sevgi, ister X koca veya sevgili, ister çocuklar, ister seks gibi konularda günü gelince dinleyecek anlatılanları, günü gelince akıllar, fikirler sunacak.
Kısaca Mr. Facebook filmin esas çocuğu olacak.

Mr. Facebook ama evde, ama işte, ama yatakta, ama sosyal ortamda, ama her nevi keyif ve beklentide dört dörtlük hazır askerimiz artık.
Mr. Facebook'u istiyor ve arzu ediyor ve de hayatınızın geriye kalan kısmını sizinle geçirsin istiyorsanız yapmanız gereken şey çok basit ve kolay.
Bu mesajin altina 'like' ediveriyorsunuz, hatta 'yorum' dahi yazarak sadece Mr. Facebook'unuza kavuşuyorsunuz.
Hizmetimiz bir süre için sadece siz sevgili Facebook kadınları için ücretsizdir. İlk yüz kadına da ömür boyu ücretsiz hizmet vereceğimizi taahhüt ederim. Ayrıca, Mr. Facebook'un beş yıl veya bin adet (her nevi amaçla) her nevi kullanım karşılığı da garantimiz altındadır.

Bu aklımla bin yaşayacağımı biliyorum.
Hayır dualarınızla artık dünya ahret yerim cennettir, aksi söylenemez zaten.
Kulunuz daha ne yapabilir ki sizler için?
Artık bu haftasonunu ve de gelecek yıllarınızı iç ferahlığıyla geçirebilirsiniz.

Çok Önemli Not: Mr. Facebook'a  feysi, fufu, fubi, fuki, faki, boki ve istediğiniz isimleri de takabilir, isimlerle de çağırabilirsiniz. Daha ne yapsın kulunuz sizin için...
Umarım sizlerin de yüreklerinize sular serpmiş oldum akıllarım ve ileri görüşlerimle.
Bazı insanlar benim gibi akıllı ve ileri görüşlü doğuyor, ne güzel.
İç ferahlatıcı akıllarım sayesinde sizlerin de pazarlarınız çok güzel bile geçebilir artık.

Mutluyum, sevinçliyim.
Ne güzel..

********************************************************************************************
22.10.2011

‘Şehir Çocukları’ Bölüm 5

‘YOKLUKTAN GELEN GÖÇMEN ÇOCUKLARI’ NELERİ YAPMADILAR NELERİ,
 YAPTILAR 2

Okullar bitti. Çoğu master, doktora peşinden koşmadan daldılar iş, çalışma hayatının içine.
Bitirdikleri bölümlerin karşılığı mesleklerde çalışmaktı hedefleri, kimi buldu bu şansı kimi bulamadı.

Çoğu devlet memuru oldu. Az bir kısmı özel sektöre girdi, çok az bir kısmı da kendi işlerine başladı.
Kendi işlerine başladı derken şirketler falan kurulmadı. Üniversitelerde okurken ekmek parası adına başladıkları işlere yöneldiler.
Kimi inşaatlarda çalıştı. Kimi tekstil işlerine, bir kısmı kılık kiyafet işlerine girdi. Tekstil derken, al sat. Zamanla ikinci üçüncü el birkaç makine, bodrumlarda üretimler kıytı köşelerde.
Bir kısmı dükkanlar da açtı işporta tezgahlarından kazandıkları paralarla kıytı köşelerde.
Nalburiye işine girenler oldu. Kum, çakıl, kiremit, çimento, demir işine girenler.
Okurken bakkal dükkanlarında çalışanlar kendi bakkallarını açmaya başladılar kıytı köşelerde.
Öğretmenlik okullarını bitirenlerin bir kısmı özel dershanelere girdiler öğretmen olarak.
Tornacılarda çalışanlar tornacı atölyeleri açtı.
Marangozhanelerde çalışanlar iskemle, masa üretmeye başladı.
Oto galeri açtı kimileri. Otomobil tamirhanesi açanlar, oto yedek malzemesi satanlar da oldu.
Bir çoğu muhasebe ofislerine girdi, muhasebeci olarak.
Hukuk mezunlarının hedefleri hakim, savcı olmaktı.
Kimisinin de hep kaymakam, vali olmaktı hedefleri.
Okul hayatı sırasında bulaşık yıkayanlar, garsonluk yapanlar çay bahçeleri, pideciler, büfeler açtılar kıytı köşelerde.
Ayakkabıcılarda çalışanlar da oldu, çanta işinde de.
Kimisi kuyumcu yanına girdi.
Kimisi belediyelere işçi, memur.
Kimisi kaldırımların yenilenmesi ihalelerinde koşturdu.
Elektrik malzemeleri satan dükkanlar açanlar yine kıytı köşelerde.
Boya badana işleri yaptılar adını bilmediğimiz semtlerde, sokaklarda.
Kumaş toptancısında çalışmaya başladı kimisi.
Her nevi işportacılık iyi para getirdiği için köşe kapmaca oynamaya başladılar zabıtalarla.
Simit sattılar, poğaça satanlar da var. Su satan, mendil, ciklet satanlar var.

Üniversileri bitirmiş büyük bir çoğunluk ne iş olursa elinden gelen girdiler o işlere. Ne iş buldularsa ekmek paralarını kazanacak gündüz demediler gece demediler başladılar çalışmaya.
Ha bire çalışıyorlardı.

Bizlerin, üç şehrin on beş yirmi semtinden uzak, epey uzak semtlerinde, üç büyük şehirden uzak, epey uzak şehirlerde, kasabalarda.
Avuç içi kadar evlerde anne, baba, dede, nine, abla, enişte, ağbi, yenge, yeğenler bir arada yaşadılar avuç içi kadar evlerde.
Ruhsatı, iskanı olmayan evlerde. Yolu, otobüs bile gitmeyen semtlerde.
Herkesin çalıştığı, tek bir tencerenin kaynadığı, herkesin aynı kasaya çalıştığı evlerde.

Bugünlerin Cumhurbaşkanları, Başbakanları, Bakanları, Genel Müdürleri, Valileri, Sanayiciler, Tüccarları, her nevi meslekten işinin erbabları, politikacıları, ülkenin yeni yöneticileri, ülkenin yeni iktidarı yola çıkıyorlardı artık.
Hem de olmazı, imkansızı ‘oldurmak’ üzere çıktıkları köylerinden, kasabalarından, kıytı köşe semtlerinden.

Para yoksa eğlence de yok. Eğlence yoksa boşa geçen vakitler de yok. Tek eğlence televizyon. Tek eğlence siyaset, tek eğlence dernekler. Koruma dernekleri. O kasabanın, bu kasabanın, o köyün, bu şehrin koruma derneklerinde.
Tek sosyallik il, ilçe parti teşkilatları.
Tek sosyallik koruma dernekleri.

‘Var’ olmak, ‘birey’ olabilmek için geldikleri şehirde, bir arada hareket eden, kendi içlerinde gittikçe kalabalıklaşan, kalabalıklaştıkça bir arada hareket etmeyi, organize olmayı öğrenen cemiyetler, cemaatlar, partililer, partidenler olmaya başladılar.

Hemen evlendiler de. Hemen çocukları da olmaya başladı.
Düğünler oldu. Elde avuçta ne varsa harcandı düğünlerde. Evler imece usulu kuruldu. Aileden herkes nesi varsa nesi yoksa koydu her bir evin kurulması için.
Dayanışma had safhalarda.
Sadece aile, akraba içinde mi? yok, komşular da aileden sayılıyordu destek gerektiği zaman.
Zaten aynı ‘memleket’ten olanlar, aynı semtlere, aynı sokaklara toplandılar. Aynı ‘memleket’ten olmak demek aileden olmak demekti.

‘Milletin efendisi’ önce kendi efendisi olmak için çıkmıştı yola ‘kıytı köşe’ semtlerde, sokaklarda, küçük şehirlerde, kasabalarda.
Onları kabul etmeyenler oldu. Onlarda kendi semtlerini, kendi sokaklarını kurmaya başladılar.
‘Kendinin efendisi’ olmadan, ‘milletin efendisi’ olmayacağını anlamıştı çoğunluk.
Bağımsızlık savaşını kazanmış çoğunluğun tamamı, birey olarak bağımsızlık savaşı vermeye başlamışlardı artık.

Haklarını istiyorlardı. Cumhuriyet kurulduğu yıllarda tesadüfen köylerde, kasabalarda, küçük şehirlerde, kenar semtlerde unutulmuş, itelenmiş, yok sayılmış ‘çoğunluğun’çocukları, torunları ‘hak’larını geri almak için topluca çalışmaya başlamışlardı. Milletin efendisi, millete efendi olmak için donanıyordu elele.
Kıytı köşelerde, sessizce.

Tam da o sıralarda, aynı anlarda ‘varlıktan gelen şehir çocukları’ okullarını bitirmiş hayata, cicili bicili işlerine dalmış, hayatın keyiflerini çıkarmaya başlamıştı gürültü patırtı içinde.
‘Yokluktan gelen göçmen çocukları’ysa, sessizce çalışıyorlardı ‘varlıktan gelen şehir çocukları’nın beğenmediği işlerde, ‘kıytı köşe’ semtlerde, kasabalarda, küçük şehirlerde.
‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ kazandıkları paraları ve iş harici zamanlarını hayatın keyiflerine harcarken.
‘Yokluktan gelen göçmen çocukları’ kazandıkları paraları işlerini büyütmeye, iş harici zamanlarını da siyasete, dernek çalışmalarına, cumhuriyet kurulduğundan itibaren memleketlerinde yok sayılmış ‘kendi’ insanlarına harcıyorlardı.

Bilgi, sermaye, misyon, ideolojiler ülkenin kıytı köşelerine akıtılıyordu, kıytı köşelerden gelenler tarafından.
Hedefler belirlenmişti. Hedef varılması için yol planları yapılıyordu.
İşleri zor değildi.
Rakip yoktu çünkü.
Artık güç ellerine geçiyordu ve katlanarak büyüyordu güçleri bir araya gelmeleri çoğaldıkça.

Bağımsızlık savaşından alışıktı ve biliyordu, dedeleri, babaları omuz omuza verilince savaşın kazanılacağını.
Anneler, nineler biliyorlardı doğru lojistik ve destekle cephedekilerin nasıl büyük başarılar kazanabileceğini.

‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ bayramlarda tatillere çıkarlarken, onlar ailelerinin etrafında toplanıyorlardı.
‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ iş çıkışı, iş harici zamanlarda kafelerde, barlarda, restoranlarda bir araya gelerek, arkadaş evlerinde king oynarak, hafta sonu tatillerinde geçirirken zamanlarını,
‘Yokluktan gelen göçmen çocukları’ il, ilçe parti örgütlerinde, derneklerde çalışıyorlardı ‘tam da’ aynı zamanlarda, aynı saatlerde.
Sessizce.

Belkide hiç sessiz falan da değildiler.
Ancak ‘varlıktan gelen şehir çocukları’nın gürültü ve patırtısından belki de duyulmuyordu sesleri o zamanlar.
Belki de hiç de sessiz değildiler…
Her neyse, sonuç itibariyle üç büyük şehrin on beş yirmi semtinden ve de on on beş yazlığından duyulmuyordu sesleri o zamanlar bu kesin.

Duyulsaydı bugün bizim semtlerde yaşayan kimse sormazdı;
-          Ne oldu da bu ülkede sermaye el değiştirdi?
-          Ne oldu da bu ülkede siyasi yapı kökten değişti?
-          Ne oldu da her alanda kendimiz ve kendi çevremiz gücünü yitirdi?
-          Ne olacak bu ülkenin hali?
diye.

YARIN ‘ŞEHİR ÇOCUKLARI' SON BÖLÜM

************************************************************************
21.10.2011

‘Şehir Çocukları’ Bölüm 4
‘YOKLUKTAN GELEN GÖÇMEN ÇOCUKLARI’ NELERİ YAPMADILAR, NELERİ YAPTILAR 1
Neleri yapmadılar biliyor musunuz? ‘Varlıktan Gelen Şehir Çocukları’nın yaptıklarının neredeyse tamamını yapmadılar.
Nerede ve ne zaman bir araya geldi ilk defa ‘varlıktan gelen şehir çocukları’yla, ‘yokluktan gelen göçmen çocukları’? üniversitelerde.
İki farklı yapının birleştiği ilk nokta özel ve seçkin ilkokullar ve liseler olamazdı tabii ki. Nerede o paralar, pullar ‘çoğunluk’ta. Parası pulu olan giriyor o okullara bir tek, yani ‘azınlık’lar.
Üniversite derken o zaman özel üniversite yok ülkede. Puanı yeten giriyor istediği devlet  üniversitesine. Puanı tutturdun mu, üç büyük şehrin on beş yirmi semtinden de gelip giriyorsun, küçük şehirlerden, kasabalardan, köylerden de.
Üniversitelerde de paylaştıkları tek mekan sınıflar, amfiler. Bazen de kantinler. Bazen de bazı sosyal kulüpler okul içinde. Kantinler derken her yapının toplandığı farklı kantinler vardı genelde okullarda. Sosyete kantini bile denirdi bazı kantinlere. Bahçede toplanıldığında uzaktan fark ederdiniz ‘varlıktan gelen şehir çocukları’ hangileri, ‘yokluktan gelen göçmen çocukları’ hangiler.
Nasıl kaynaşılacak ki…Ne kültür, ne konuşulan konular, ne cepteki paralar, ne üst baş hiçbir şey aynı değil ki. Aynı olan tek şey iki farklı yapının aynı ülke sınırları içinde doğmuş olmaları.
Ben çocuk ve gençken, ilkokul, lise döneminde ‘sizin memleket’ neresi diye bir soru yoktu. Her sınıfta az miktarda çocuk ‘bir yerliydi’. O bir yerden çocuklar da, yaşadıkları şehirlerin varlıktan gelen çocukları. Geriye kalan herkes bildiğimiz ‘bizim’ semtlerin çocukları.
Ancak, üniversitede durum netleşti. Üç büyük şehrin on beş yirmi semtinden gelen azınlıkla, ‘diğer yerler’den, ‘bir yerler’den gelen çoğunluğun ne gibi farklı hayatlardan, ailelerden geldiği çok netti artık. ‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ gençliklerinde gelen heyecanlarla hayatın keyifleri üzerine yoğunlaşırken, ‘yokluktan gelen şehir çocukları’ sanki hiç genç olmamışlar, sanki hep olgunlarmış, olgun doğmuşlar gibi siyasete, derneklere, sosyal kulüplere yoğunlaştılar. Dersleri de çoğunluk azınlığa nazaran çok daha ciddiye alıyordu. Çoğunluğun okumaktan başka bir şansı yoktu çünkü. Azınlığın da yoktu aslında ama istisnalar hariç onlar biraz daha gevşekti.
Çoğunluk bir tek derslerini okumuyordu, eline geçerse her şeyi okuyorlardı. Derneklere gidiyorlardı, sosyal her nevi harekete de katılıyorlardı. Çoğunluk okumak için okul zamanları hariç ne iş olursa olsun çalışıyorlardı da. Ama açık açık gizlemeden ya da gizli gizli. Para lazımdı, çok gerekliydi. Gezmek tozmak için değil, karnını doyurmak, okumaya devam edebilmek için çok lazımdı para.
Parasız pulsuz sadece beynini, aklını kullanarak yapılacak her şeye saldırıyorlardı. Kendileri ‘var’ etmek istiyorlardı. Şehri görmüşlerdi. Şehrin imkanlarını görmüşlerdi. Para ve güce sahip insanların yaşam standartlarını görmüşlerdi artık. Çoğunluk azınlığın yaşadığı hayata ulaşmak adına hedefe kitlenmişlerdi artık. Taa otuz kırk sene evvel.
Cumhuriyetin cahil kalmış, fakir kalmış, hiç ilgi alaka görmemiş, neredeyse hiç eğitim almamış,  bu ülkenin bağımsızlık savaşında en çok sayıda şehidi vermiş, gazi olmuş, unutulmuş, yok sayılmış ‘çoğunluk’ kuşağından olma ve doğma ilk kuşak artık ‘azınlık’la aynı sokaklarda yürüyor, aynı okullarda okuyordu.
Çoğunluk, yani ‘yokluktan gelme göçmen çocukları’ sadece üniversitede okudukları dersleri öğrenmiyordu. Çoğunluk bir araya gelip birlikte çalışarak organize olmayı, 24 saat 7 gün çalışmayı, aynı anda birkaç işi birden hem de ‘en pratik’ ‘en kurnaz’ usullerle yapmayı, azınlıkların yaşadığı hayatın ne demek olduğunu, birbirlerine destek olmayı, birbirlerine destek olurlarsa işlerin daha da kolay yürüdüğünü, taşı iyi sıkarsan içinden su çıktığını da öğreniyorlardı.
En ama en önemlisi bundan tam otuz kırk sene evvel çoğunluk, bu ülkede bir araya gelirlerse gerçekten ‘çoğunluğu’ temsil ettiklerini, ‘çoğunluğun da’ gücü temsil ettiğini öğreniyorlardı farkında olarak veya olmayarak.
‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ farkında değildiler olan bitenden ve bir gün olacaklardan ve de doğal olarak biteceklerden.
Bir gün;
               -          Ne oldu da bu ülkede sermaye el değiştirdi?
-          Ne oldu da bu ülkede siyasi yapı kökten değişti?
-          Ne oldu da her alanda kendimiz ve kendi çevremiz gücünü yitirdi?
-          Ne olacak bu ülkenin hali?

Sorularını sormalarına neden olacak gelişmelere ait tohumların yanı başlarında atıldığından habersiz hem okuyarak,  hem de hayatın keyfini çıkararak geçiriyorlardı öğrencilik yıllarını.
‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ kanlarını gençlikten gelen heyecanlarla kaynatarak okul, ders harici zamanlarını hayatın keyiflerine adarken , ‘yokluktan gelen göçmen çocukları’ başlarını önlerine eğmiş sadece çalışıyorlardı. Sessizce çalışıyorlardı.
Sessizce, başlarını önlerine eğip sadece çalışıyorlardı.
Anne babalarının, kardeşlerinin, amca oğullarının, eniştelerin, amcaların, dayıların, teyze kızlarının, komşuların, mahallenin, köyün desteklerini alarak arkalarına sadece çalışıyorlardı.
Bu kadar kalabalığa rağmen sessizce.
Yarın;
YOKLUKTAN GELEN GÖÇMEN ÇOCUKLARI’ NELERİ YAPMADILAR, NELERİ YAPTILAR 2
**********************************************************************************

20.10.2011

‘Şehir Çocukları’ Bölüm 3

NELERİ YAPMADI ‘VARLIKTAN GELEN ŞEHİR ÇOCUKLARI’
Bu yazıyı çok sert bulabilirsiniz. Çok sert bulursanız çok sevineceğim.

Neler yapmadı derken diye yazmaya başladığım sırada haberlerden geldi yine insanın içini kavuran haber, 24 şehit daha. Dün 8, 3’ü sivil ve çocuk.
Son sözümdü, ama ilk sözüm olmak zorunda kaldı.

Öncelikle şehit düşmediler ‘varlıktan gelen şehir çocukları’. Çok az sayıda şehit düşen var, hatta yok belki de bizlerin büyüdüğü, yaşadığı semtlerden. Bakın listelere üç büyük şehrin toplasan 15, 20 semtinden neredeyse hiç şehit yok. Konuşan çok ama. Ahlam kesen binlerle. Evine, göğsüne, balkonuna, facebook profiline, arabasına bayrak asan çok ama. Göğsüne bayrak asan çok da, evladını, kanını canını, yavrusunu, aslanını, koçunu, bir tanesini şehit verip de, bayrağı böğrüne, yanan ciğerlerine asan yok ama ‘bizim semtlerde’, ‘varlıktan gelen şehir çocukları’nın semtlerinde.

Önce kendimi en başa yazıp, her türlü imkanı varken, hem türlü eğitimin allahını yapmışken, her nevi görgü ve terbiye almışken, her nevi vakte, nakte ve enerjiye sahipken, cumhuriyetin ilk eğitimli, aydın ve yarı aydın kuşağı anne babalardan doğmuşken, siyasetin içinde büyümüşken;

  • Büyüdükleri, yaşadıkları üç büyük şehrin on beş yirmi semtinden ve on on beş yazlığından başka bu ülkede hiçbir köy, kasabayı, şehri merak edip de (özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde) gezip görüp oradaki insanların yaşamlarını, hayat şartlarını, evlerini barklarını, okullarını, işlerini güçlerini, sevinçlerini, üzüntülerini, sıkıntılarını merak etmeyen,
  • Siyasetin en ateşli döneminde büyümelerine ve eğitim almalarına rağmen, siyaset, ülke yönetiminde söz sahibi olmak adına kıçını kıpırdatmayan veya kıpırdatırmışcasına roller takınan,
  • Ülkenin siyasi geçmişine dair doğru dürüst bilgilenmeyip, ülkenin geleceğine dair de hiçbir misyona sahip olmayan, olan misyonlarda da ülkenin yönetimi ve geleceği için çalışmayan, vakit ayırmayan, mazeretlere sığınan,
  • Kazandığı paraların tamamını kendisine ait olduğuna inanıp, çalabildiği, kaçırabildiği kadar vergi kaçıran, devleti soymayı iş edinen, devleti soyarken aslında milletini soyduğunun bilincinde olmayan, on yılda toplasan arabasının değeri kadar vergi vermeyen, kayıt dışı, düşük ücretle bordroladığı insanları çalıştıran,
  • Okuduğu özel ve seçkin okullardan aldığı diplomaların getirisini sadece ve sadece kendi kişisel ve aile harcamalarında kullanmasının bir hak olduğuna inanan ve kullanan, bu ülkede kendi menfaatine hizmet etmeyen tek bir çiviyi çakmayan,
  • Kıçı sıkıştığı zaman ‘bu devletin düzeni’ üzerinde atan, tutan, hakaretler eden, sıra milli maça gelince her golden ve galibiyetten sonra yerinde zıp zıp zıplayan,
  • Sosyalizm, komünizmden korkan, milliyetçiliği milletine düşkünlüğü öcü yapan, dinine düşkün insanları küçümseyen, beğenmeyen,
  • Otuz senedir var olan savaşı önce hiç bilmeyen, sonra bilirmiş gibi yapan, sonra bilen, sonra da ne zaman bu ülke onlarla şehit verirken popülarist duygularla oturduğu yerde göz yaşı döküp, kendini olan bitenden sorumlu tutmayan, olan bitenin sorumlusunun sapına kadar ‘kendisi olduğuna’ inanmayan, kabul etmeyen,
  • Meclise seçilen milletvekillerini televizyonda seyredip ‘bunlar mı bizi yönetecek’ nevi yorumlar yapıp, kendine layık görmediği milletvekillerinin yerine ‘kendine layık’ göreceği milletvekilleri için ne zaman ki kendi tabiriyle ‘dinciler’ başa geçince sandığa gidip oy verip, otuz kırk senedir yapmadıklarını, yapamadıklarını bir oyla halledeceğini zanneden,
  • Ülkenin neredeyse tamamı yıllar ve yıllar boyu açlık sınırında yaşarken, evine, üstüne başına, arabasına, elektrikli aletlerine, ayakkabısına, çantasına, mobilyasına, donuna, sütyenine, sigarısına, çakmağına, yediğine, içtiğine marka beğenmeyen, hatta daha da ileri gidip bavullar çantalar dolusu eşyayı yurt dışından taşıyan,
  • Bacak kadar çocuklarına bu ülkenin asgari ücretinin kat be katı her nevi alışverişi yapan,
  • Yurtdışını öve öve bitiremeyen, yurt dışında ki ‘in’ köyleri kasabaları ezbere sayarken, yurt içinde evinin elli kilometre ilerisinde yer alan on köyden birinin adını bile bilmeyen,
  • Bu ülkenin çok büyük bir kesiminde kadınlar çocuklar köle olmuşken, cafelerde, restoranlarda, barlarda sabah kahvelerinde, öğle yemeklerinde kadın kadına toplaşıp günlük sıradan halleri ile ilgili sohbetler eden, dedikodular yapan,
  • Çocuklarına, millet olmak ne demek, geri kalmış bir ülkenin sıradan vatandaşlarının ‘vatandaşlık’, ‘yurttaşlık’ ödev ve sorumlulukları nelerdir diye öğretmeyen, göstermeyen, öğrettiklerinin takipcçisi olmayan,
  • Çocuklarının ceplerine bu ülkenin çoğunluğunda 4 kişilik bir ailenin geçimini sağlayacak paraları kat be kat koyan ve çocukların da bu durumun normal zannetmesine neden olan,
  • Yurt içi ve yurt dışı özel okullara çocuklarını sokmak için sidik yarışına giren, o okulları bitiren çocuklarını da her nevi torpil ve tanıdık desteği ile çocuğun da beğeneceği, kendisinin de ‘kendine’ çok layık göreceği işlere sokan, diğer işleri ve o işlerde çalışanları küçümseyip yok sayan,
  • Çocuğuna askerliği için torpil yapıp en rahat, konforlu yerlerde ve görevlerde askerlik yaptıran,
  • Kendi imkanları, paraları cebinde fazlası ile varken devletin imkanlarından pay almak için saçı başı dağıtan, beleşe yemek yiyen, hamudu ile rüşveti cebine atıp, ekonomik ölçülerde sınıf atlayan, devletin ödediği en yüksek maaşlara sahipken ordu evlerinde üç beş liraya mükellef karını doyuran, bizleri, annelerimiz babalarımız ve çocuklarımızı yetiştirmek için hayatını vakf etmiş öğretmenlerin işportacılık bile yaparak çocuk yetiştirmek için verdikleri olağan üstü çabayı desteklemeyen, görmemezliğe gelen,
  • Bu ülkenin ve cumhuriyetin kurulmasına neden olan bağımsızlık savaşında savaşmış çoğunluğa rahmet okumadan, bu ülkenin bağımsızlığının getirilerini kendine kullanıp da ‘mutlu azınlık’ içinde kalmak ve çakma ‘sosyete’ olmak için can hıraş çabalar sarf eden,
  • Daha dün 8 (sekiz), bugün 24 (yirmidört) şehit verdiğimiz savaş alanlarında kendi çocukları askerlik yapmasın diye, evine, balkonuna, göğsüne, arabasına taktığı bayraktan bile utanmadan ona buna yaltaklanan,
  • Ve ‘kendini’ yukarıda yazılan ve de canım çok sıkkın olmasa sayfalar boyu yazabileceklerimin ‘hiç birini’ veya ‘tek birini’ bile kabul etmeyen, bu grubun içinde yer almadığına inanan ve de kabul etmeyen, iplemeyen, ipler gibi gözüken, iplese de hala kıçını kıpırdatıp da ülkesi ve milleti için ekstradan çaba sarf etmeyen, bu ülke için;

              -          Ne oldu da bu ülkede sermaye el değiştirdi?
-          Ne oldu da bu ülkede siyasi yapı kökten değişti?
-          Ne oldu da her alanda kendimiz ve kendi çevremiz gücünü yitirdi?
-          Ne olacak bu ülkenin hali?
Sorularını ağzına ciklet yaparken ve de bu milletin binlerce çocuğu patır patır devrilip şehit düşerken, ‘bayram tatilinde’ nereye gitsek diye programlar yapan, milletin çocuklarının patır patır devrildiği yerlerden uzak duran, adını bile bilmeyen, oraları ‘oralar’ diye adlandırarak yanından bile geçmeyen,

Önce kendim, sonra bu ülke için ekstradan kıçını kıpırdatmamış kendi kuşağım, ağbilerim ve ablalarıma benim tabirimle ‘varlıktan gelmiş şehir çocukları’na, kabalığım için özür dileyerek;
…..  olun gidin gidiyorum. Başka da bir şey demek gelmiyor içimden.
Gerçekten ….. olun gidin. Ya başka bir ülkeye gidin, ya da çıkmayın evlerinizden, iş yerlerinizden. Ya da allah aşkına, lütfen konuşmayın ahkam kesmeyin oturduğunuz yerlerden. Çünkü hakkınız yok. Çünkü bu hakkı kaybettiniz ‘haydi eller havaya’ yaparken. Ayrıca ‘ama ama biz de çok çektik edebiyatı da’ yapmayın lütfen.
Ne olamadıysa bu ülkede benim ve sizlerin yüzünden olamadı.
Mazaret yok. Kabullenin. Belki bu kabullenir de, başınızı öne eyer ve de ömrünüzün kalan ikinci yarısında bu ülkeden aldıklarınızın bir kısmını geri verirsiniz.
Hiç umudum yok ama belki olur.
Sizler, yani bu ülkenin azınlığından doğmuş ‘varlıktan gelen şehir çocukları’nın içinden geliyorum ben.
Öz eleştiriyi yaparken ‘öz’e ineceksin ki, eleştiri ‘öz’ olsun.

Yarın bakın bakalım sizin yapamadıklarınızı, beğenmediğiniz, yok ve hiçe saydığınız, küçümsediğiniz çoğunluk nasıl yapmış hatta üstüne fazladan neler neler de yapmış.

Yarın; ‘YOKLUKTAN GELEN GÖÇMEN ÇOCUKLAR’ NELERİ YAPMADILAR, NELERİ DE YAPTILAR.

*********************************************************************************
19.10.2011

'Şehir Çocukları' Bölüm 2


‘Şehir çocukları’ ile ilgili ilk bölümde bilerek ve kasıtlı olarak laf salatası yaptık biraz. Şimdi artık netleşiyoruz. Makası açtık, kesmeye başlayacağız aheste aheste.
Konumuz; ‘Varlıktan gelen şehir çocukları’nın büyük bir kısmı son zamanlarda ‘Neden? ‘Neden?’ ‘Neden?’ diye inleye inleye soruyorlar, özellikle on yılda olup bitenler karşısında. Bende inleyerek sordukları bu 'in' soruların cevaplarını yazıyorum burada.
Sorular;
-          Ne oldu da bu ülkede sermaye el değiştirdi?
-          Ne oldu da bu ülkede siyasi yapı kökten değişti?
-          Ne oldu da her alanda kendimiz ve kendi çevremiz gücünü yitirdi?
-          Ne olacak bu ülkenin hali?
Sorular bunlar genel olarak. Cevaplar geliyor tek tek.
Önce ‘varlıktan gelen şehir çocukları’ ve de aileleri hakkında;
‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ bu soruları sorarken öncelikle dokundukları bir taraf var ki, inanılır gibi değil. Satır arasında ‘el değiştirdi’ sözü gerçekten inanılır gibi değil. Buradaki ince nokta, elin değişmesi yönünde değil. İnce nokta bu ülkede kendi elleri ve de diğer eller diye iki ayrı eller grubu olduğunu ortaya koyuyorlar çekinmeden, hatta itiraf ediyorlar (aşağı yukarı yüz yıla yakın bir süre sonra).  Akıl alacak gibi değil ama almak zorunda. O yüzden yazıyorum bunları. Akıl alacak hale getirmek gerekiyor durumu. Çünkü artık gerçekten aklımızı başımıza toplamamız gerekiyor. ‘Varlıktan gelen şehir çocuğu’ dahi olsan toparlaman gerekiyor aklını.
‘Varlıktan gelen şehir çocukları’ diyor ve demek istiyor ki;  son on yıla kadar ‘kendi ellerinde’ olan sermaye, siyaset, güç ‘diğer ele’ geçmiş ve de ‘diğer ellerle’ gidilen yoldan, varılacak noktadan da ürküyorlar ve de endişe içindeler. Demek ki, el değiştirmese değerler, bu ülkede sadece kendilerine ait ‘eller’ olduğuna inanacaklar bu güne kadar olduğu gibi. Vah ki ne vah. Aslında yazmazdım bunları da, artık bu denli bencilliğe, haksızlığa, akılsızlığa daha fazla tahammül edemedim. Yıllardır susuyorum ancak ben de insanım sonuç itibariyle. Veya olurum belki zaman içinde.
Kısaca, bu ülkenin sermayesini, siyasetini, gücünü cumhuriyet kurulduğundan beri elinde tuttuğunu iddia etmiş oluyorlar önce, sonra da ‘diğer ellere’ kaptırmanın da üzüntüsü, endişesi içinde kıvranıyorlar. Kim bu kıvrananlar? ‘Varlıktan gelen şehir çocukları’. Kim sermayenin, siyasetin, gücün yeni patronları? ‘Yokluktan gelen şehir çocukları’.
Demek ki bu ülke cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bölünmüş hallerdeymiş. Bunu anlıyoruz ‘el değiştirme’ kavramından. Bölünürken eşit bölünememişler ancak. Bir taraf azınlık olmasına rağmen sermayenin, siyasetin, gücün patronu olurken, diğer taraf çoğunluk olmasına rağmen kaderiyle baş başa, sadece azınlığa hizmet etmek adına yaşamış demek.
Biz bölünmeyi siyasette, ideolojide aradık hep. Yanlış yere odaklanmışız. Küçük bir zümre hangi siyasi görüşte olursa olsun, hangi ideolojinin peşinden koşarsa koşsun zamanında koparmış kendini diğer çoğunluktan. Görünen bu. Çünkü sağcısı, solcusu, liberali aynı soruları soruyor. Demek ki kendi içlerinde bütünlermiş. Aynı kazandan paylaşıyorlarmış aşlarını. Kazan ellerinden gidince ‘anaa’ oldular aşağı yukarı yüz yıl sonra. Anası, danası yok. Gerçeği hap gibi yutacaksınız.
KIRILMA NOKTASI 1;
NELERİ YAPMADI ‘CUMHURİYETİN EĞİTİMLİ, AYDIN VE YARI AYDIN KUŞAĞI’;
Bu soruları soran ‘varlıktan gelen şehir çocukları’na demek ki anne babaları, ebeveynleri iyi anlatamamış millet olmayı, iyi anlatamamış ‘diğer el’ diye başka ellerin de olmadığını.
Ya bilmiş de anlatmayı becerememiş, ya da acaba bilmemiş mi neyin ne olduğunu?
Önce anne babaları alıyoruz tahtaya. Hakkımdır, hakkımızdır istediğimi alırım tahtaya. Daha bizler dahil kimleri alacağım görün bakın. Bir günde gelmedik biz noktalara.
Soruyoruz onlara;
-          Ey anne babalar, sizler cumhuriyet kuşağının ilk eğitimli, aydın ve yarı aydın kuşağı olarak, sadece kendinize, ailenize çalışmaktan ve de harcamaktan öte neler yaptınız bu ülke için? Ve bu ülkede her yönde yokluk içinde yaşayan insanlar ve de onların yaşam alanları için? Siz birey olarak yapamadıysanız örgütlenerek yaptınız mı? Sizler, cumhuriyetin ilk eğitimli, aydın ve yarı aydın kuşağı olarak siyasette aktif roller alarak bu ülke yine her anlamda top yekün kalkınsın diye çalışma saatleriniz haricinde çaba sarf ettiniz mi? Ve tüm bunları cumhuriyetin ilk eğitimli, aydın ve yarı aydınları olarak yapmak zorunda, hem de çok zorunda olduğunuzun bilinci içinde miydiniz?
Sorumuz, uzun ancak bir o kadar net.
Cevabı ben verebilirim onlar adına (istisnalar hariç), cevap geliyor;
-          HİÇ ve HAYIR.
Otur, sıfır. Hiç çalışmamışsın dersini.
Pekii, sizin yapmadığınızı bizler yani ‘varlıktan gelen şehir çocukları’ yapabilir miydik? Cevap geliyor;
-          EVET
Yaptık mı? Cevap;
-          HAYIR
Sana da yapmadıkların için sıfır da, sen oturma. Seninle işim bitmedi. Yaşlıları oturttum hürmetten, onlarla da işim bitmedi bu arada…
Sizin yapmadığınızı, bizler de yapmayınca ne oldu? Cevap geliyor;
-          KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİ OLUYOR.
Nokta. Son. Soruyordunuz ya, cevaplar geliyor demiştim.
Köylü de öyle poturlu, şalvarlı falan değil, bitti o günler. Köylü de değil zaten. Eskiden köylüydü, şimdi şehirli. Olduğu, olabildiği kadar, ama bal gibi oldu bence.
Neden anne babalarımız cumhuriyetin ilk eğitimli, aydın ve de yarı aydın kuşağı olmalarına rağmen durumu idrak edemediler ve de sadece kendileri için çalışmaktan öte ülke ve millet adına sorumluluklar ve de görevler üstlenmediler?
Neden sadece sabah akşam Atatürk’çü olduklarını ifade ettiler de, Atatürk gibi çalışmadılar can siperane?
Bugünlerde sorulan soruların cevaplarını, bugünlerde yaşananların kırılma noktasına ait nedenleri o günlerde arayacaksınız önce.
Balkonuna bayrak asmak, yakaya rozet takmak, kendi şehirlerindeki caddeleri elinde bayraklarla arşınlamak, sadece namuslu ve de çokcana sadece kendine, ailesine çalışmak ve de iyi kalpli insanlar olmak yetmez eğer ki cumhuriyetin eğitimli ve de aydın ve de yarı aydın ilk kuşağıysan. Ülken için de çalışman lazımdı. Milletin için de, yani zamanında omuz omuza bağımsızlık için savaştığın şimdi ‘diğer eller’ diye adlandırdığın insanlar için de çalışman lazımdı ve de en önemlisi bizlere, yani ‘varlıktan gelen şehir çocukları’nı da bu çalışmaların içine taa en bebe hallerinde katman lazımdı.
Yaşamın bu ülkedeki 15, 20 adet büyük şehirlerin merkezlerinde var olan semtlerden ve yine 10, 15 yazlık tatil yerlerinden oluşmadığını önce anlatman sonra da elimizden tutup, ‘diğer eller’in yaşadığı şehirlere, kasabalara, köylere götürüp, bilgini, görgünü, varlığını, imkanlarını ve en önemlisi cumhuriyetin eğitimli, aydın ve yarı aydınlıktan gelen mirasını o insanlarla paylaşmayı öğretmen, bu mirası hem bize, hem de o insanlara bırakman lazımdı.
Bağımsızlığın tadını azınlık bir grup insan olarak çıkarmaman lazımdı.
Bağımsızlığın sana değil, tüm millete ait olduğu bilincinde olman lazımdı.
Bağımsızlığın getirdiği imkanları tüm millete yaymak için mücadele etmen lazımdı.
Ve de en önemlisi, ama en önemlisi, tam da cumhuriyet kurulduğu yıllarda sen tesadüfen büyük şehirlerde doğdun diye, köylerde, kasabalarda, küçük şehirlerde yaşayan insanları yok saymaman ve de küçümsememen lazımdı.
Bütün bu saydıklarımı bizlere öğretmen, göstermen, aktarman lazımdı.
Senin ceddin de ama Rumeli’den, ama Kafkaslar’dan, ama Ege’den, ama Arabistan’dan, ama Balkanlar’dan ama mutlaka ya küçük bir şehirden, kasabadan,  köyden gelmiş zamanında hiç mi hiç unutmaman, bizlerin de unutmamasını sağlaman lazımdı.
Senin ceddinin şansı, cumhuriyet kurulduğunda tesadüfen şehirde olmasıydı o kadar. Bu bir hak değildi. Tesadüftü.
‘Diğer eller’inde şansızlığı cumhuriyet kurulduğunda tesadüfen köyde olmasıydı. Bu bir haksızlık olmamalıydı, çünkü bu da bir tesadüftü.
Senin durumun malum, elindeki şansı iyi kullanamadın ülken ve milletin adına. Kullansaydın bu soruları sormazdı senden olma ‘varlıktan gelen şehir çocukları’. Kullansaydın, sermaye, siyaset, güç elden ele gezmez, tüm millete ait olurdu ilk yıllardan itibaren.
Şimdi sor soruları sabah akşam, duy endişeleri sabah akşam. El ele olmak şansın vardı. ‘Diğer eller’ elinin tam yanı başında duruyordu. Bu şansı sen akla çeviresin,  iyiye ve doğruya kullanasın diye önce bağımsızlığını kazandırdı bu millet sana, sonra da en seçkin okullarda okuttu. Öğrendiklerini öğrenme imkanı olmayanlarla paylaş diye verildi şanstan gelen bu akıl ve eğitim sana. Bol bol gezesin, tozasın arada bir de ‘ben Atatürk’çüyüm’ diye konuşasın diye değil. Çalışasın tabii ki önce kendin ve ailen için, ancak sonrasında mutlaka ülken, milletin içinde çalışmalısın diye şanstan gelen bu akıl, eğitim kondu önüne.
Sermayeni paylaşmazsan bir gün elinden alırlar. Siyasette aktif olmazsan, yöneten değil yönetilen olmaya fit olursun. Gücünü evinden sokaklara, başka yerlere aktarmazsan, gücünü diğer güçlerle çoğaltmazsan kendi çöplüğünde horoz bile kalamazsın. Bilgini, eğitimini paylaşmazsan, aktarmazsan birilerine kendin çalar kendin oynarsın. Olan bitene de fit olursun.
Bizlere faydalı birçok şeyler anlattı, öğretti anne babalarımız yani cumhuriyetin eğitimli, aydın ilk kuşağı, ancak yukarıda yazdıklarımla ilgili ne anlattı, ne öğretti, ne de yol gösterdi.
Bizler de, 15, 20 semtin, bir o kadar da yazlık yerlerin ‘varlıktan gelen şehir çocukları’da yuvarlana yuvarlana geldik bu günlere.
Bir ara bir kıpırtı oldu. 68’ kuşağı kıpraştılar, hatta kıpraşırken ölüp gittiler de ideolojileri uğruna o kadar. Ölüp gitmeyenler de evlerine çekildiler veya para pul, güç sahibi insanlar oldular. Bu tarafına girmeyeceğim konunun. Onlar, yani 68’ kuşağı kendileri kessinler kendi faturalarını. Olmaz a, bakarsın kesecekleri tutar bir gün.
Biz sonraki yazıda;
NELERİ YAPMADI ‘VARLIKTAN GELEN ŞEHİR ÇOCUKLARI’?‘
**********************************************************************************

18.10.2011

'Şehir Çocukları' 1. Bölüm

Ben ‘şehir çocukları’nın iki ayrı yapıdan geldiği görüşündeyim.

Yapılardan birini; genel nüfus içindeki oranı cumhuriyetin ilk gününden beri azınlık olan, içine kendimi de kattığım ‘varlıktan gelen şehir çocukları’ diye adlandırıyorum.

Ben varlıklı bir aileden gelmedim, ancak yine de benim geldiğim ailenin varlığı karşılığı çocukluğum ve gençliğimde yaşadığım, bana yaşatılan hayata bakınca, bu ülkede azınlık bir gurubun içinde yer aldığım aşikar. 1970’li senelerin başlarında, hatta 1960’larda kolejde okuyan insanlar o günün şartlarında azınlık sayılmalıdır kesinlikle. Anne babaların, çoğu her ne kadar dişinden tırnağından arttırdıklarıyla ödeseler de kolej paralarını, yine de azınlıksın ve varlıklısın genelle, çoğunlukla karşılaştırdığın zaman. Ve hatta çoğumuzun anne babasının da çocukluk ve gençlik yaşamları yokluklarla geçmiş olmasına rağmen. Onların çektiklerinden 'bizler de çekmeyelim' diye de uğraşmaları ve bizlere verdikleri imkanlarla, bizleri ister istemez ‘varlıktan gelen şehir çocukları’ sınıfına sokmuştur.

Ve de bizlere çalışmadan kazanmanın mümkün olmadığını da anlattı ailelerimiz. Ama okulda, ama iş hayatında, ama hayatın her diliminde. Bizler de anlatılanı uygulamaya çalışıktık, var olanları çok da  riske atmamaya gayret ederek. Bir anlamda sıfır noktasından başlamadık hayata. Var olanın üstüne ilave etmeye çalıştık. Edebildik edemedik, her neyse o sonuç, başlangıçta çıktığımız nokta buydu. Var olanın üstüne ilave ettiğimiz her bir başarı, var olanın üstüne ilave ettiğimiz her bir kuruş bizleri motive ederken, var olandan eksilen her bir kuruş da bizlerin ruhlarında neler yaşattı her birimiz biliyoruz.

Diğer yapıda yer alan çocukları da; ‘yokluktan gelen göçmen çocukları’ diye adlandırıyorum. Hepimiz gayet iyi biliyoruz hangi ve nasıl yokluklardan geldiklerini, tekrarlamaya gerek yok. Aslında, onların da anne babaları dişinden tırnağından arttırdıkları ile büyütüp okuttular çocuklarını. Ancak onların anne ve babalarının dişleri ve tırnakları neredeyse yoktu, bu nedenle ‘yokluktan gelen göçmen çocukları’ göçmen kuşlar gibi geldikleri bizim şehirlerde veya göçmen anne babaların çocukları olarak doğdukları yine bizim şehirlerde okurken çalışmaktan başka hiçbir şansları yokken başladılar hayatlarına. Ve çalışmak  kavramını taa ilkokul çağlarından itibaren kazandılar mecburen.

Her yönde çalışmadan ve de risk almadan, başarının ve kazancının elde edilemeyeceğini onlara aileleri anlatmış olsa da, olmasa da, onlar yaşarken öğrenmek zorunda kaldılar neyin ne olduğunu. Avantajları kaybedecek bir şeyleri olmamasıydı, kırılacak gururlarından öte. Zaten olmayan varlıklarını da kaybetmek gibi bir telaşları da yoktu. Ve de kazandıkları her bir başarı, her bir kuruş sıfır noktasının üstüne ilave olarak müthiş de motive etti onları. Var olan aileden gelen varlıkları olmadığı için kayıplar da söz konusu değildi zaten. Olmayanı kaybedemezsiniz.

Gelelim konumuzun esasına. ‘Neden? ‘Neden?’ ‘Neden?’ diye inleye inleye sorulan 'in' sorunun cevaplarına.

Önce geçmişe dönmemiz şart. Geçmiş derken, yüz yılın başlarına.

Cumhuriyetin kurulduğu yıllara dönüp baktığınız zaman ilk kurulan meclis fevkalade geniş ve farklı kimlikleri temsil eden bir yelpazeyi barındırıyordu içinde.
Ancak bu fevkalade geniş bir yelpaze o günün şartlarında büyük küçük hiç fark etmez, tüm şehirlerin yine sadece azınlıklarına ulaşabiliyorlardı. Temsilcilerin kendileri azınlık oldukları ve azınlıklarla yaşadıkları için, genel yani çoğunluk bi haberdi olan bitenden.
Asıl esas olan büyük kitle seyrederken (ne ola ki kıvamında) olanı biteni ve de hayatta kalma mücadelesi verirken, küçük kitle yürüdü gitti, fırladı rampasından ve de ilerledi arkasına bakmadan.
İşte bugün geldiğimiz noktada ‘Neden?’ diye sorulan sorunun cevabıyla ilgili ilk adımlar o günlerde atıldı cumhuriyetin ilk yıllarında.

Çoğunluk azınlık omuz omuza vatanı kurtarmış, savaşmış, ölmüş, yaralanmış, her türlü çabayı göstermişti bağımsızlık adına. Bağımsızlık kazanılınca da azınlık hemen görev başına geçti. Azınlık hemen okullara hücum etti. Azınlık hemen ticarete, siyasete atıldı. Peki, çoğunluk ne yaptı? Hiç. Neden? Asıl sorulması gereken soru budur. Çoğunluk neden ‘hiç’ yaptı?


Çünkü çoğunluk sistemin dışına itildi. Tam itilmek de değil, azınlık, yani o yılların aydın takımı çoğunluğa onların anlayacağı dilden bundan sonra neleri neden yapmaları gerekir, faydaları nelerdir, bu faydalar yaşamları nasıl değiştirir nevi yeterli yaklaşımlarda bulunmadı, eğitim de vermedi.

Ha diyeceksiniz ki, iyi de para pul yoktu devlette ve de kimsede. Vardı o para, vardı da, azınlık kendine harcıyordu var olan imkanları. Hak ettiğini de çok inanarak hem de.
Çoğunluksa yadırgamadı bu durumu, zaten yüz yıllardır alışmış ve benimsemişti tek başına tırnakları ile kazımadan olamadığına, kimsenin de tırnağının ucunu bile onlar için kıpırdatmamasına.

Küçük kitle arkasına bakmadan yürüyüp gitmeye devam etti bu arada. Sosyal hayatta, sosyal adelette, devlet içinde, özel sektörde, her alanda. Arkada neler kaldı, arkadakiler neler yaptı, neler yapmadı, yapamadı seçimden seçime oy telaşı harici hiç mi hiç ilgilenmedi. Bağımsızlık kazanılmış, hedefe ulaşılmış, cumhuriyet kurulmuştu. Bir nevi tamamdı işlem. İşlem bir ülke adına tamamdı da, getirisi sadece azınlığa oldu nedense.

O küçük zümrenin çocukları gençleri, yani bizim anne babalarımız bu ülkenin ilk üniversite veya lise (ki lise mezunu olmak da çok önemli o yıllarda) mezunları, yani cumhuriyetin ilk eğitimli kuşağı olarak ister devlet, ister özel sektörde iş hayatına ve de sosyal hayata atıldılar.
O gün, yani 1910-1920 hatta 1930 yıllarında (nüfusa orantılı dahi baksak) kaç üniversite var bu ülkede, kaç lise, kaç enstitü rakamları bilmiyorum. Ancak hangi şehirlerde olduklarını biliyorum. Ehh o şehirlerde oturan ailelerin çocukları da o okulların ilk cumhuriyet dönemi mezunları oldular tabiidir ki. Yani bizim anne babalarımızdan bahsediyorum.

Ve bizim anne babalar başladılar çalışmaya. İşten eve, evden işe derken yıllar geçti, ya emekli oldular, ya da çalışma hayatlarını noktaladılar. Bu arada bizlere paralar yetiştirdiler, bizleri de ağırlıklı olarak kolejlerde okuttular, hatta her yaz tatillere de götürdüler. Erdek, Akçay, İstanbul, Çeşme, Kuşadası, Foça, Datça, Didim, çok azımız Bodrum, hatta Antalya, Alanya, Side ilk aklıma gelenler.
O gün yani 1960' lar, 70’lerde kolejde okuyorsun ve her yaz tatil yapıyorsun…Vay bee dedirtir adama. Hem de yazlık evlerde, hem de otellerde. Vay bee hakikaten.

İstanbul’da yaşadık, Ankara’da yaşadık, İzmir’de yaşadık, biraz da Bursa’da, Antalya’da, Mersin’de, Adana’da, biraz da Karadeniz şehirlerinde bizler. Diğer şehirler sadece coğrafya dersinde varlar o günlerde yaşamımızda. Say desen kimse tamamını sayamıyor tüm şehirlerin.

Tüm bilgiler hangi şehrin nesi önemli tarımda, madencilikte kıvamında, biraz da göller, nehirler, dağlar, şeker pancarı, şeker fabrikasıyla, tütün, pamuk, üzüm, tahıl deposu ovalar, o kadar.

Bizim anne babalar da sadece coğrafyadan biliyorlardı o şehirleri. Ne giden vardı, ne de gören, ne de ‘orada acaba neler oluyor’ diye merak eden o yıllarda. Orada insanlar var mı? var, biliyoruz da neye benziyor, nasıl yaşanıyor, neler konuşuyorlar, nelerdir sevinçleri dertleri bilinmiyor azınlık tarafından. Yol yokmuş deniyor, elektrik hiç yokmuş deniyor, mağaralarda yaşıyorlarmış hala bu devirde (azınlığa göre mağara devri taş devrinde kaldığı için, hayretler içinde) deniyor. Hepsi bu kadar.

Ha bir de o zamanlar folklor oynanırdı. O yöre bu yöre. Demek çoğunluğa ait kıyafet ve danslarda fena değilmiş durumu azınlığın. Azınlıklar çoğunluğun danslarını öğrenir, yine azınlığa gösteriler yaparlardı. Omuz omuza bağımsızlık savaşı ver sen yıllarca, sonra al sana kazığın kocamanını. 


Hiç girmek istemiyorum konunun bu tarafına ama, azınlıktan kaç kişi acaba ‘allah allah’ diye saldırdı? Meçhul. Beyin takımı iş başında. Diğerleri saldırıyorlar zaten, hem onların sayısı da çok zaten. Hem köylerinin adının bile bilmiyor azınlık, ne fark eder ki.


Isınıyoruz yavaş yavaş konuya. Daha tam girmedik tabiriyle böbrekten. Bugün üstten üstten. Acıtmasın ilk gün çok fazla.

Cumhuriyetin eğitimli ilk anne babaları, yani azınlık, çocuklarına pastanelerde dondurmanın yanında kedi dili yedirip, dönerli sandviçlere, ilk pizza dükkanlarına, ilk hamburgercilere yetecek harçlıkları da ceplerine koyarken, kendileri de Münir Nurettin, Safiye Ayla, Behiye Aksoy, Zeki Müren, Emel Sayın falan dinlerlerdi. Parası az olan çocuğuna Raf ayakkabıyla, Kot marka pantolon alır, biraz daha paralılar Converse, Lee, Wrangler. Bacak kadar boyuyla takım elbisesi bir adet dahi olsa olmayan oğlan çocuğu yoktu, etek takım ceketi olmayan kız çocuğu da yoktu. Zaten kolej kıyafetleri bile bizim için sıradan olsa da, kim bilir ne büyük bir kalabalıklar için ne olağanüstü bir şıklıktı.

Az biraz türküler de bilinirdi o kadar da haksızlık yapmamak lazım çoğunluğun kültürüne akmak adına. Kıvamı da, kolejin boş derslerinde şamata olsun, şarkı türkü olsun maksat.
Hepimizin kendi yatak odası da vardı. En kötüsü iki kardeş tek oda, o da kötüsü. Ve biz bu durumu normal zannederdik. Çünkü anne babalarımız normalize etmişti bu durumu. Nedeni de kendi durumlarını, ‘orada bir köy var uzakta’ yı da normal karşılıyorlardı. Ve de hayatları büyük şehirle, yazlık arasında, arada yurt dışı da var tabii ki. Haklıydılar da. Çalışmışlar, kazanmışlar harcıyorlardı. Haktı bu. Omuz omuza savaştıkları çoğunluk da köylerinde o sırada. ‘Uzaktaki köy onların’, hak edilmiş hayatların yaşandığı ‘şehir de bizim’. Çoğunluk, azınlık bağımsızlığını kazansın diye savaşmıştı sanki. Sonra da köylerine dönmüşlerdi sanki. Osmanlıdan beri gelen geleneksel durum yine hortlamıştı sanki. Tek fark bu sefer başa geçen cumhuriyetti.

Çoğunluk ne yer, ne içer, ne giyer, nerede yatar kalkar meçhul, ne dinler, ne konuşur tek ip ucu radyoda sabah 7.30 haberlerinden evvel yayına giren,
‘köy saati’ programında anlatılanlar azınlık için.
Ne anne babaların haberi var çoğunlukla ilgili neler olduğu bittiğine dair, ne de bizim. Arada duyuyoruz, 'çalışmıyormuş köylü' kısmı. Hatta 'hep kahvede oturuyorlarmış'. Hatta 'kadınlar çalışıyormuş erkekler çalışmıyormuş'. Hatta 'kızları satıyorlarmış başlık parasına'. Say ki bitmez. Kısaca, küçümseme de var yani. Araya lafı sokacağım, küçümseme var da, atladıkları en önemli noktalardan biri, çoğunluğun kendini bildi bileli 'ha bire bağımsızlık kazanma' alışkanlığının genlerine işlemiş olması. Geleceğiz ilerideki günlerde bahsi geçen 'ha bire bağımsızlık kazanma' alışkanlığına.

Babalarımız kesin, bazı annelerimiz de işe giderdi. Sabah 8 lerde çıkarlar, akşam 5 buçuk 6 gibi evdeler.  Her sene bir aya tatil yazlıklarda. Başkent boşalır yazın okullar kapanınca. Ankara’da Çankaya, Esat, Kavaklıdere, Gaziosmanpaşa, kısmen Bahçelievler, Emek, azıcık da Kızılay çevresi. İstanbul’da Nişantaşı, Teşvikiye, Harbiye, Levent. Suadiye, Moda, Göztepe, Erenköy, Adalar semtleri boşalmaz, tersine dolardı. İzmir’de Alsancak, Karşıyaka ıssızlaşır. Diğer birkaç şehirde daha bazı küçücük semtler yaz aylarında ıssız. Ülke ve özel sektör üzerinde hakimiyet kurmuş azınlık toplasan 15, bilemedin 20 semtte yaşıyor. İşin enteresan tarafı azınlık milletin efendisinin yaşadığı yerlere gidiyor tatile. Milletin efendisi de inceden ve süzülerek azınlığın semtlerine akıyor. Ama tatile değil, kalıcı yerleşik yaşama amaçlı. Geriye dönmemecesine bir ay sonra falan. Azınlığın seyahat nedeni tatiller, milletin efendileri de seyahat ediyor ama tatil için değil. Ekmek parası için bu seyahatler. Bağımsızlık savaşına devam ediyor çoğunluk. Bu sefer azınlığa karşı.

Köylü küçümsenir, çalışmıyor diye, diğer yanda cumhuriyetin eğitimli ilk çocuklarının, anne babalarının, aydın ilk kitlenin çalışması da bu seviyedeydi o yıllarda. Beyin takımı ya, beyni yoruluyor ikide bir...
Öyle sivil toplum örgütü kuran, kurulmuşta çalışan falan ben hatırlamıyorum bizim anne babalar arasında. Uzaktaki köyleri ziyaret eden, çoluğunu çocuğunu elinden tutup oralara götüren de yoktu. Ha, kardeş ilkokul vardı ama. Eskiler, kullanılmayanlar okullarda toplanır, gönderilirdi oralarda ki fakir çocuklarına. Yani çoğunluğun çocuklarına. Mağaralara yani. Ne ayıp. Ayıptan da öte.

Zaten dernek lafı antipatikti de. Hapisle dernek bir anılıyor o zamanlar neredeyse. Suç gibi bir şey.
Azınlığın kendi içindeki bölünmüşlüğü de başlamıştı demek taa o yıllarda. Atanmışların, mesleksizlerin korkularını ifade etme biçimiydi derneklere karşı alınan tavırlar. Kime karşı alındı bu tavırlar? Azınlığın içindeki diğer kişilere karşı. Köylü zaten ne bilsin dernekmiş, sivil toplum örgütüymüş. Köylü açlıkla mücadele ediyor. Çoğunluk ekmek peşinde.

1960'lara, 70'lere istediğinizi ekleyin siz daha. Bir iki hatırlatmayla, örnekle üç aşağı beş yukarı durum buydu.

Dönelim tekrar yüz yılın başlarına. Bir ileri bir geri gidip geleceğiz.

Atatürk öyle sözler söylemiş ki anlamamış, yani ülkeyi yönetmeye adaylar, yönetenler, o zamanın tüccarları falan, yani küçük mutlu azınlık anlamamış. Akıl, zeka, vizyon farkı o zamanlar başlamış Atatürk'ün kendi ile, Atatürk'çü oldum 'yaşasın' diyenler arasında. Yani cumhuriyetin haftada sadece 5 gün saat 5'e kadar çalışan, yılda 1 ay tatil yapan 'çok çalışkan' aydın azınlık arasında. Başlamış da, körler sağırları o zamandan başlamış ağırlamaya.

Mesela;
‘İstikbal göklerdedir’ demiş. Bizim azınlık uçaktan bahsediyor zannetmiş.Eh bir bu sözü söyleyene bak, bir de o sözden mana çıkarmak için çabalayanlara. Kuşlardan bile bahsediyor zannedenler olmuştur. Son 20-30 yıldır görüyoruz ki bize evreni, uzayı işaretlemiş yüzyılın başlarında. Anlayana tabiki…Anlamazsan planör uçurur gurur duyarsın millet uzaya giderken.

Mesela;
‘Köylü milletin efendisidir’ demiş. Bizim aklımıza sabanı ile tarla süren köylüler gelmiş hemen. İçimizden sorguladık (anne babalar kuşağı ve de dedelerle nineler kuşağı da) belki de ‘ya bu gariban insanlar nasıl olur da efendisi olur milletin' diye. Sadece içimizden sorguladık, tabi ki yine  en fukara hatta olmayan vizyonumuzla, aklımızla.
Çoğunluk ne düşünmüştür acaba? Düşünmemiştir çünkü duymamıştır bile 'köylü milletin efendisidir' sözünü o yıllarda. Nereden duyacak ki? Radyo mu? geçiniz radyosu falan yok çoğunluğun o yıllarda. Okullarda mı? Hangi okul, kardeş okul mu? hani uzaklardaki köyde...

Bugünkü yazımı bitirmeden evvel (devamı önümüzdeki günlerde), diyorum ki;
-   Rahat yaşam, konfor insanın önce beynini, sonra vizyonunu tembelleştirir. Haksızlığı yapan, yine haksızlık yapanlarla düşe kalka, haksızlıkla elde ettiğini hak zanneder bir zaman sonra.
Sonra da misyonunu unutur. Beyni durağan, vizyonu olmayan, misyon cephesinde neyi tercih edeceğini bilmeyen, haksızlığı hak zanneden insandan da bir halt olmaz. Neye yönelik? Geleceğe yönelik. Neye yönelik? Zamanında omuz omuza savaştıklarına yönelik.
-   ‘Köylü milletin efendisidir’ demişse bu kadar zeki ve akıllı ve de çalışkan ve de stratejisyen ve de vizyoner  bir insan, küçük azınlığa vermiş zaten tüyoyu taa neredeyse 100 sene önceden. Anlayana tabii ki..

Anlamazsan, anlamamak için uğraşırsan zaman bir gün anlatır sana kimin kime efendi olacağını, olduğunu.  

Devamı Çarşamba günü yayında..

********************************************************************************************
17.10.2010

'Şehir çocukları' ile 'doğa çocukları'nın yolları ayrılıyor.

Şehir çocukları laptoplarının başlarında bilmem ne ville le, farm la oynayarak, chatleşerek, fitness centerlarda spor yaparak, avemelerde alışveriş, sinema falan turlayarak, kafelerde restoranlarda yiyerek içerek geçirmişler Pazar gününü, mesajlar bunu gösteriyor.

Kaç kişi kendini doğaya vurdu bu Pazar merak ediyorum. Benim görüşüm çok küçük bir azınlık insan grup olsa gerek.

Birbirimizle sosyalleşeceğiz (çiftler bile genel de kalabalık içindeyken bir birleriyle sosyalleşiyorlar) diye, hafta sonu onu da bunu da yapalım diye betona, rengarenk spotlara, ışıklara, uğultuya, kalabalığa, trafiğe adıyoruz kendimizi çalışmadığımız tek günde.

Ha bir de spora. Onu da sağlık olsun diye mi yapıyoruz, kıçlarımız için mi meçhul.

Hafta içi gezindiğim, çalıştığım, ortalıklarında dolandığım adreslerden ve ortamlardan uzaklara gitmek bana iyi geliyor. Haftanın yedinci günü benim için ‘araç’ olan mekanlardan uzaklaşıp ‘amacıma’ yönlenmek keyfime keyif katıyor. Ellerim ceplerimde tek başıma Boğaz’da yürüyüş dahi yapsam o bile müthiş bir keyif. Hatta evimde kanapeme gömülüp yazmak, çizmek, okumak, düşünmek bile daha keyifli benim için.

Dağı, ovayı, ormanı, deniz kenarını, evimi tercih ediyorum betonlarla bütünleşeceğime.
Zibidi sohbetler yerine, doğanın sessizliğini ve seslerini tercih ediyorum.
Zibidi sohbet etmedik diyenlere de, ‘ne konuştunuz diye sormuyorum ki, bilmedikleri yerden gelmesin diye soru’.

Laptopla sevgili olacağıma, bir dereye aşık olmak daha çok keyif veriyor bana.
Sevmekten vaz geçenlerle (veya vaz geçmese de elindekine fit olanlarla), sevmeyi beceremeyenlerle, sevmek mefhumunu yitirmişlerle ‘aşıklar’ arasında ki farkdan kaynaklanıyor belki de tercihlerin farklı yönlere doğru hareketinin nedenleri.

Biri aşkla gelen rengi, neşeyi ruhunda buluyor, yaşıyor.
Diğerleri ruhu renklensin, neşelensin diye betonlar arasında koşturuyor.

Biri aşkla, doğanın sessizliğiyle ve sesiyle ve nefesiyle çoşuyor.
Diğeri onu aşkla çoşturacak gözle, sözün ve sesin  peşinde.

Biri aşkla okşuyor börtü böceği çiçeği ormanı.
Diğeri biri beni aşkla okşar mı arayışı içinde.

‘Şehir çocukları’ ile ‘doğanın çocukları’ yavaş yavaş ayrışıyor birbirinden.

Birileri şehirde kalacak birileri dağlara ovalara gidecek.

Birileri aşkı bekleyecek betonlar arasında, diğerleri ruhunda ki aşkı taşıyacak doğaya.

Şehir çocukları ile doğanın çocukları yavaş yavaş ayırıyorlar yollarını.

Doğrusuda bu.
Olması gereken de bu.
Son zamanlar da gittikçe artan olayları takip ediyor musunuz bilmiyorum.

‘Öfkeliler’in öfkesi de bu ayrışımın tam başı. Hep beraber göreceğiz dünyada ki bu hareketlenmenin ‘neyin başı’ olduğunu zaman içinde.

Emin olun ki, doğuda batıda gittikçe ülkeden ülkeye yayılan ve gittikçe öfkelenmeye başlayan ‘öfkeliler’ bu ayrışımın ilk adımları. Ben seviniyorum açıkcası. Tavrımıda net olarak koyuyorum ortaya.

Ve de tam olarak destekliyorum ‘öfkeliler’i. ‘Öfkelenmeden’ çözemezsiniz hiçbir şeyi. Öfkelenmiyorsanız ya aklınız yoktur, ya akıl tembeli olmuşsunuzdur, ya da öfkelenmeniz gereken durumdan nemalanıyorsunuzdur.

Üslubunuz da farklılıklar olabilir, ancak isyan sonuç için çabanın ilk adımıdır. Müzakere de sonuca yönelik pazarlık kısmı. İsyan olmadan müzakere olmaz, olsa da sonuç ‘isyan etme’ tembellerinin aleyhlerine olur. İsyan şart. İsyan içinde öfke.

Görün bakın nerelere varacak bu hareketlenme ve nasıl ve ne gibi yollara sapacak dünyada ki bu hareketlilik.

Şehir çocukları ile doğa çocuklarının yolları ayrılıyor.

Sevmem gereksiz böbürlenmeyi ‘ben demiştim’ kıvamında, ancak ‘dediydi dersiniz’ yüz iki yüz sene daha yaşarsanız.
********************************************************************************************
16.10.2011

Pazar gününüzü güzel geçirmeniz için; ‘İç Ferahlatıcı Akıllar ’ 3

Konumuz ‘profesyonel öğrencilik’
Anne, baba, ebeveynler olarak artık farkındayız ki,  aile içinde ve çevremiz de ‘profesyonel öğrenci’lerin sayısı son yıllarda gittikçe artıyor.

Ne mükemmel ebeveynler mişiz ki çocuklarımıza okuma aşkını layıkıyla ve fazlasıyla aşılamışız. Onlar da okuyor, okuyor ve okuyor ve  bir türlü okuma aşkından vaz geçemiyor ve eğitim hayatlarını noktalamıyorlar.
Kanunlarla da eğitimde üst yaş sınırı belirlenmediğinden ömür boyu okuma şansına da sahipler.

Biz ebeveynler de bu arada öğrendik ki, meğer üniversiteye girmek bir nevi ‘iş başı’ymış. Zaman içinde terfi edip, master hatta doktora öğrencisi de olmaları da  kesinlikle mümkünmüş.

Gelelim ‘içimizi ferahlatacak’ aklımıza.

Bugün özel üniversite de okuyan bir öğrencinin ebeveynlerine aylık maliyeti aşağı yukarı 3.000 TL. civarında.

Şimdi, aylık 3.000 TL. civarında gidere sahip öğrencimiz ola ki bir gün önce diplomasını alır, devamın da master hatta azıtıp doktora tezini de verir de, yine ola ki çalışmaya başlarsa neler olur hep beraber bakalım duruma.

Eskiden ‘Profesyonel öğrenci’miz bu günün ‘mezun olmuş öğrencisi’ önce iş aramaya başlayacaktır.

İş aramakta yine profesyonel bir meslektir (önemli bir meslektir, uzun yıllar deneyim ister, yıllarını bu işe adamış, dip boya yaptıran veya saçları kelliğe doğru ilerleyen mezunların, yani ‘profesyonel iş arayan’ların sayısı oldukça fazladır). Çevremde disiplin içinde her gün iş arayan onlarla ‘profesyonel iş arayıcı’ lar da mevcuttur ki, bugün için bu meslek konumuz haricidir.

Ne diyorduk, önce iş aramaya başlayan ‘artık mezun olmuş öğrencimiz’ ola ki bir iş yeri tarafından bir iki tur görüşmeye çağrılırsa, üstümüze düşen tek vazife‘artık mezun olmuş öğrencimiz’e işi beğendirmektir.  

Genel de beğenmezler, ancak de ki beğendiler ve de aylık gelir, devamın da iş yerinin semti, binası, ofisi, dekoru,masasının modeli, ofis içinde ki konumu (chatleşirken müdür tarafından görülmemesi önemlidir), çalışanların ne nevi insanlar olduğu, olası müdürün ne mene kıl bir insan olup olmadığı, işe gidiş gelişin zorluk derecesi gibi konularda da ‘artık mezun olmuş öğrencimiz’ tatmin olup da işi kabul ederse,  ay da 1.500 TL bilemedin (bilirsin, iş yeri yakinin olursa) 2.000 TL. maaş ile işe başlayacaktır (başlaması mutlu mesut çalışacağı anlamına da gelmez, de ki başladı diyelim…).

İşte tam bu nokta da iç ferahlatıcı akıl pat diye devriye giriyor.

Çocuğunuzu ikna edin, okulu ve okumayı, masterı, doktorayı bıraktırın (çok zor ama deneyin, okuma aşkını siz verdiniz ona, geri alabilir misiniz bilemem) ve onu ‘profesyonel çocuk’ olarak işe alın.

İkna etmek içinde; ömür boyu atılmayacağı garantisi ile ona bir oda (ki var zaten) ve bedava (firi of çarc) elektrik, su, temizlik malzemesi, internet bağlantısı (pazarlıkta en kuvvetli olduğunuz madde, es geçmeyin sakın), günde üç öğün yemek (yemek fişi vermeyin şahsi ihtiyaçları için kullanıp, üstüne üç öğün yemek yiyebilir) ve de ay da net 1.500 TL maaş teklif edin.

Ve de ne yapıp edip onu ikna edin.

Ola ki ikna ederseniz, bakın neler oluyor.
‘Profesyonel öğrenci’ memnun, çünkü yeme, içme, yatma, internet, yol giderleri (gitmediği için şirketten sayılır), sosyal ihtiyaçlar şirketten ayda 1.500 TL. net gelir elde ediyor. Ayrıca bonus olarak artık işe başlamış ve de meslek sahibi yetişkin bir insan da oluyor.

Siz memnun, çünkü 3.000 çıktı 1.500 ayda net 1.500 TL kardasınız (yeme, içme, yatma, internet ve diğer sosyal ihtiyaçları ‘zaten’ karşıladığınız için ekstra yeni bir maliyet söz konusu değil). Ayrıca havanız da yerinde, çünkü soranlara 'çocuğum artık işe girdi, sabah akşam demeden, dur durak yok çalışıyor' diyorsunuz. Ve de emeklerinizin karşılığını almanın dayanılmaz mutluluğu içinde yaşamaya başlıyorsunuz.

Önemli not 1: Master ve/veya doktoradan terk veya bir türlü bitiremeyen 'profesyonel öğrenci'lere araba ve cep telefonu da teklif edebilirsiniz. Bu zaman da kalifiye ve kaliteli 'profesyonel çocuk' bulmak çok zor, bulmuşken bunamayın ve de elinizden kaçırmayın derim.

Önemli not 2: İşe aldığınız zamanında 'profesyonel öğrenci', şimdilerin artık 'profesyonel çocuk'u ne iş yapacak derseniz, 'eskiden yapmadıklarını yapmamaya' devam etsin gayet yeterlidir.

Umarım sizlerin de yüreklerinize sular serpmiş oldum akıllarım ve ileri görüşlerimle.
Bazı insanlar benim gibi akıllı ve ileri görüşlü doğuyor, ne güzel.
İç ferahlatıcı akıllarım sayesinde sizlerin de pazarlarınız çok güzel bile geçebilir artık.


Mutluyum, sevinçliyim.
Ne güzel..
********************************************************************************************
15.10.2011


KKTC yasalarına göre eşcinsel ilişki suç.
Hürriyet Gazetesi 14.10.2011
Kıbrıs Rum kesiminde Tasos Papadopoulos döneminin Maliye Bakanı Mihalis Sarris’in, KKTC’de para karşılığı iki erkekle cinsel ilişkiye girmeye çalışırken tutuklandığı bildirildi.
Sarris, dün gece saat 23.00 dolaylarında Lefkoşa'daki bir evde "eşcinsel  ilişki için pazarlık yaptığı" gerekçesiyle evdeki diğer iki kişiyle birlikte gözaltına alındı. Bugün mahkemeye çıkarılan üç kişi hakkında, tahkikat amaçlı 3 gün tutukluluk kararı verildi.
Sarris ve diğer iki kişinin “suçüstü” değil, eşcinsel ilişki için “pazarlık yaptıkları” gerekçesiyle tutuklandıkları öğrenildi.

KKTC yasalarına göre eşcinsel ilişki suç.


Durum Türk Rum ilişkileri adına her ne kadar sevindirici gözükse de, eşcinseller adına büyük ve ciddi bir handikap.

Yine de, KKTC’yi, ‘yavru vatanımızı’ candan kutluyorum!

Doğu Akdeniz’in namusunu! böylece kurtarmış bulunmaktalar. Darısı Anavatan’a.
Hatta cinselliğin tamamı ile yasaklanmasını da öneriyorum hem yavru hem de ana ya.

‘Çiftleşmek’ için sonuca yani sadece ‘üremeye’ yönelik eylem ('ler değil zaten, tek eylem) harici her nevi cinsel ilişkinin cinsiyetler arasında fark gözetilmeksizin yasaklanmasını da kesinlikle destekliyorum.

Seviyor diye, zevk olsun diye cinsel ilişkiye girmek gereksiz ve anlaşıla bilinir bir durum değildir. Zevk alınacak binlerce şey varken zevki cinsellikte aramak çok yanlıştır. Kekeme bile olabilirsiniz bu nedenle.

Hele hele eşcinsel ilişkiler…Umarım ‘eş’ olmayan ‘cinseller’de zaman içinde ve kanun önünde suçlu sayılırlar.

KKTC’de kanunları yapan, yazan, yürürlükte tutan ‘sapına’ kadar 'erkek'leri can-ı gönülden kutluyor, toplumun her kesiminin ‘her kesimini’ 'kol'ladıkları ve 'kor'udukları için yaptıkları işler adına kıvanç duyuyorum.

Not: Resmi olarak eşcinsel evlilik yapmış bir çiftin ‘KKTC’ sınırları içinde ‘cinsel ilişki’ yaşamaları kanun önünde mümkün mü acaba?
Uyumadan evvel kendi içim de konu üstünde tartışmayı uygun gördüm bu gece.

Sizleri de kadın erkek ayırt etmeden bu tartışmaya davet ediyorum.


********************************************************************************************
14.10.2011


‘Sevişmek’le, ‘sokulmak’ arasında ki farkı çakacak yaşlara mı geldik hep beraber? Yoksa ruhların istekleri ve açlığı bedenlerin taleplerini hiçe sayacak kadar güçlü bir hale mi geldi yaşananlarla, yaşantılarla?

Yaşlarında  ne kadar etkisi var acaba gelinen bu haller de?

Bedenler geriye doğru hareket ettiği için midir, yoksa bedenler geriye çekildikçe ruhlara yer mı açılıyor tercihlerini ortaya koyabilmek adına?

Ellilere gelindiğinde çok hoş bir sürpriz çıktı karşıma.
Parayla, pulla, statülerle, güçle, karizmayla, işle, güzellikle, yakışıklılıkla ilgili parametreler yerini ‘salt sevgiye’ bırakmaya başladı.
‘Güvene de’.

Hayatın başlarında, çok çocukken, çok gençken var olan ‘eşitlik’ yeniden hortlamaya başladı.
Yeniden eşitlenmeye başladık.
Eşitlik, salt sevgiyi taşıyor sanki yeniden yaşamlarımıza.
Salt sevgide güveni çok seviyor.
Güven de sarılmak istiyor sokulmalarla.
Sevgi, güven ve sokulganlık iyi dostlardır.

‘Sok’a ‘sok’ula ‘sokulmayı’ özledik belki de…
Bu özlem de, güven için de sevmeyi, sevilmeyi hatırlattı yeniden galiba.
Ama internette, ama yüzyüze, ama otururken, ama sohbet ederken, ama yatarken sokuluyoruz bir birimize.

Yeniden ‘merhaba’ diyoruz bir birimize yüzlerimiz de sevecen, hoş bir ‘gülümseme’yle.
Çocukluğumuz, gençliğimiz geri dönüyor sanki.
Aklanıp, paklanıyor gibiyiz de.

Özlemişim kendimi de, sizleri de.
Başka türlü ifade etmek çok güç yüzümde ki bu hoş ‘gülümseme’nin nedenini.


********************************************************************************************
13.10.2011
-          A aa selaam..
-          A canım selaam, ay nasılsın yaa..?
-          İyiyim canım ne olsun, bildiğin gibi..koşturmaca..Sen?
-          Valla ben aynı..o bu şu derken geçiyor günler..
-          E bi görüşemedik
-          Yaa görüşemedik..görüşelim ama mutlaka..
-          Mutlaka yaa..özledim seni..
-          Ya ben de özledim..
-          Görüşelim mutlaka
-          Mutlaka görüşlerim
-          Ara mutalaka
-          Mutlaka ararım
‘Yaalann söylüyorsun yaaalaaaaann’…
‘Yaalann söylüyoruz yaaalaaaaann…
Yıllardır sokaklarda, kafelerde, restoranlarda, mağazalarda, iş yerlerinde orada burada karşılaşıp duruyuruz zamanında her neyse ve farklı farklı şeylerimizi paylaştığımız insanlarla.

Zamanın da şeylerimizi paylaşmanın hatrı üzerine tekrar paylaşalım diye (aslında istesen de paylaşamazsın bu saatten sonra her neyseleri) iyi niyetler, ama gerçek ama riyakarca..
Aradan geçer bilmem ne kadar, ya karşılaşırız yine ya da işimiz düşer ararız..
-          Ya bir türlü görüşemedik
-          Valla görüşemedik…hep aklımdaydın
-          Sorma benim de, hatta geçenler de seni andık, arayayım dedim iş güç telaş olmadı
-          Bende de öyle, bir türlü olmadı. Elim telefona gidiyor tam o sırada hep bir şey oldu arayamadım
-          Nasılsın?
-          İyiyim canım yaa..Sen?
-          Ben de bildiğin gibi..
Neyi biliyorsak, bildiğimiz gibi (hayatıyla onun, onu da bilmiyoruz ya...) Bizim hayatımız da onun bildiği gibi (neyimizi biliyorsa artık bildiği gibi, o da meçhul ya ..).
-          Ara haa..
-          Yaa ararım mutlaka..sen de ara ama..
-          Ararım mutlaka...

Yaaalaaann söylüyorsun yaaalaaaann..
Hem de ne yalan..
Telefon defterimde yüzlerce, binlerce kayıt. Çoğunu iyi tanırım, onlar da beni. Aramam ancak. Onlar da beni. Severiz bir birimizi ama..Hep görüşmek isteriz, olmaz bir türlü.
Yaaalaaaannnn...

Hiç de görüşmek falan istemeyiz. Zaten çok çok görüşmek istediklerimize bile vakit yok koşuşturmaktan.
İyi ki koşuşturuyoruz veya koşuşturma taklidi yapıyoruz bi güzel.
Ne diyeceksin yoksa 'o' na.

Çünkü şöyle geliştiremiyoruz konuşmaları;
-          Ara mutlaka
-          Neden?
-          E görüşelim
-          İyi de neden?
-          Ne günler di ama..
-          E ee…?
-          Yani severiz bir birimizi, neler yaşadık hep birlikte…
-          Zamanında sevdikte birbirimizi şimdi bir şey ifade etmiyorsun ki bana. Yaşadıklarımız da o günler de kaldı..
-          Ama yani..yine de..
-          Yine de ne?

Tanıdık ve eski arkadaş koleksiyoncuları gibiyiz. Al cebini (genel de değişiyor yıllar için de telefon numaraları) yaz telefona. Ohh tamamdır artık. Yazdın mı bir kez telefonuna o senin sevdiğindir, arkadaşındır. Arama, olsun telefonda yazıyor ya. Telefon da kaydı dursun. Maksat megabyte,  daha da azgınsan gigabyte ları doldurmak. Nasılsa cep telefonlarının hafıza kapasiteleri yüksek, doldur dur.
‘Ararım mutlaka’ dersin, aramazsın. O da aramaz.
Olsun, insan iyi hissediyor kendini liste uzadıkca.
İnsan insana lazım olur..
Ne boka yarayacaksa..

Olmadı mı şimdi yani ‘ne boka yarayacaksa’ lafı burada?
Bal gibi oldu. Siz de tekrar ediniz içinizden dışınızdan. ‘Ne bokuma yarayacaksa’ deyin, sonrada son altı ay, bir senedir aramadığınız ve sizi aramayan tüm telefonları silin.
Bir boka yaramaz çoğunluğu buna da emin olun. Tek fonksiyonları ‘onu da tanırım bunu da mastürbasyonu’ ruhunuzun sosyal eziklik adına.
Sosyalliği cep telefonlarının listesinde aramak da ne boka yarayacaksa...

Saçmaladım mı?.
Saçmalasam ne olur saçmalamasam. Alın elinize telefonunuzu bakın listeye, aylardır sizi aramayan ve aramadılarınızı silin bakalım ‘şeyiniz yiyiyorsa’.
Bir liste ki sadece beş on, bilemedin yirmi kişi var. Her biri ‘önemli kişi’ ama.

Yiyormu?
‘Saçmalama mı  diyorsunuz?’
Olur.


********************************************************************************************
12.10.2011


'Neler umarken neler buluyoruz' hayatımızın her yönünde. Planlar, programlar, tahminler şaştımı bir kez, bazen tatlı, bazen tuzlu sürprizler dolu veriyor yaşamımıza.


Hayatımızı değiştiri veriyor 'neleri umarken neleri bulduklarımız'. Hep tartışılır; kaderimiz mi bize yön verir? yoksa hayatımızın yolunu değiştiren kaderimizi bizler mi çizeriz tercihlerimiz ve de cesurca attığımız ve de korkakca atamadığımız adımlarla?


Bu tartışmanın sonucu ne olursa olsun yaşamlarımızın değişmesi an meselesi. Bir haber, bir kelime, bir yorum, bir dokunuş, bir soru, bir cevapla her şey değişe biliyor yaşamımızda.


Değişimleri bizler çağırıyoruz belki de bilerek veya bilmeyerek. Bize çok uygun olduğunu düşündüğümüz hayatımız belki de çok uzak 'gerçek ruhumuz'un, gönlümüzün 'gerçek talepleri'nden. Bazen belki de 'gerçek ruhumuz' çok istiyor her neyse açlığını çektiğimizi, ihtiyacımız olanı sessizce en derinlerimizde.


Bilemeyiz, belki de gerçek ruhlarımızın sessizce attıkları çığlıklar çağırıyordur bizleri yep yeni yaşamlara sürekleyecek değişimleri.


Herşey her an değişe biliyor. Tatlısıyla tuzlusuyla. Hayat o yüzden çok güzel ve çok yaşanılası.


Nasılsa ve iyi ki tatlı hep tuzlulardan sonra gelir sofraya. Ve kalkarken masadan ağzımızda kalan en son tat, tatlıların tadıdır.


Hayatın içinde de öyle değil mi?


********************************************************************************************
11.10.2011


‘Kadına şiddete; hem kadın ol, hem karı ol, hem anne ol, hem de çalış para kazan baskısı da  girer mi sizce?

Erkekler de buna karşılık;  ‘iyi de bizde, hem erkek ol, hem koca ol, hem baba ol, hem de çalış paran kazan baskısı altında yaşamıyor muyuz?, o zaman bu durum da erkeğe şiddete girer’ diye yorum yapabilirler.

Erkekler düz mantık da haklı çıkabilirler de..


Ancak işin pratiğinde kazın ayağı hiç de öyle değil.

Neden mi?

‘Hem kadın ol’mak zorundalar çünkü ‘kadınlar arasında ‘kadınlar arası’ rekabette gerilere düşmek pek de kabullenilecek ve de kabul bulacak bir durum değildir’. Erkekler arasında rekabet yoktur (pek) ve bu nedenle erkek ‘erkek’ olmak için kadın kadar mücadele vermez.

‘Hem karı ol’mak zorundalar çünkü evliliğin sürdürülebilir olması ve sürdürülmesi’ tarafında esas yük (nedense) kadının sırtına yüklenmiştir. Kadın evlendiği ilk günden itibaren ‘iyi karı’ olmak için çaba gösterirken, erkek ‘iyi koca’ ne demek tarifi üstünde henüz kafa bile yormamıştır evlendiği ilk gün.

‘Hem anne ol’mak zorundadırlar çünkü; bebeği karnında taşıyan dişidir ve de hamile kaldığını öğrendiği ilk günden yaşamının sonuna kadar onun gözünde hep bebek kalan çocuğuna sahip çıkmak, bakmak, korumak gibi  bir refleks genlerinde mevcuttur. Erkek babalığı ‘baba’ olduktan sonra öğrenmeye ve de öğrendiklerini uygulamaya (eğer ki böyle bir niyeti varsa ve de hissetse dahi) başlar. Dişide var olan refleks ile doğmaz erkek.

‘Hem de çalış para kazan’mak zorundalar, çünkü artık bu günün ekonomik koşullarına ve tüketim dürtüsüne sadece erkeğin kazancı yetmemektedir. Hayatı paylaşmanın tarifini;  ‘harcamaları da pay ederken, kazancında pay edilmesi’ esasına oturttu ‘çift olarak birlikte yaşam’ artık.

Hangi nedenleri ne kadar mantık ve akıl çerçevesinde ortaya koyarsak koyalım kadın, tamamını dört dörtlük uygulanmak zorunda olduğu dört koridorda birden mücadele ederken, erkek sadece para kazanmak koridorunda (ki son zamanlarda erkeğin yükünü de üstlenmiş kadın sayısı hızla artmakta) dört dörtlük mücadele vermiştir ve de vermektedir.

Birçok istisna olabilir tabi ki. Hele erkekler bu durumun içinde kendilerinin ‘istisnalar’ grubunda olduğunu da iddia edeceklerdir. Bu sadece bir iddiadır. Gerçeklik payı da çok düşüktür.

Kadına şiddette erkeğin özellikle ‘bedensel ve psikolojik acılara’ neden olan davranışları ve de hareketleri o denli ön plana çıkmıştır ve de o kadar gözle görülür, elle tutulur ve de ispat edilir hale gelmiştir ki, ‘ruha uygulanan şiddet’ gözlerden ve dikkatlerden kaçmış ve de bu nedenlerle normalize olmuştur.

Kadın erkek eşit değildir. Kadın erkek kanun önünde eşit haklara sahip olsalar da, yukarıda bahsi olan durumlar nedeniyle kadınlar erkeklerle eşit olamazlar.

Çünkü kadınlar en az dört koridorda verdikleri çabalarla yaşamın içinde daha da ‘güç’lenirken, erkekleri vermedikleri veya veremedikleri çabaların sonucu  gittikçe de ‘zayıf’lıyorlar yaşamın içinde.

Eziklik ve de ezilmekten gelen ve var etmeye ve ayakta tutmaya çalıştıkları ‘erkek’lik lerini kadına ispat etmek adına vermeye çalıştıkları çabalarının sonucu kırıyorlar, döküyorlar, acıtıyorlar, eziyorlar, hakaretler ediyorlar.
‘Güc’ü fark edip, ‘zayıf’lığına isyanın en ilkelce göstergesi yani…

‘Kadına şiddet’in tarifinin eksik yapılmasına izin veriyorlar kadınlar.

Ruhlarına yapılan şiddete alıştılar ve de normal karşılıyor kadınlar galiba…


********************************************************************************************
10.10.2011


Sevgiye kendini bırakmak ne mene dayanılmaz ve konforu bol bir lükstür.
Ve de sevginin güvenle harmanlandığı gönüllerin sevinçten çıldırmasını kelimelerle ifade etmek de mümkün değildir.

Ne büyük sanatçılar kelimelerle, renklerle, şekillerle, figürlerle, sazla, sözle anlatmaya çalışmışlar sevgiyi, gerçekten ve tam da istedikleri kıvam da anlatıp, 'ohh ne güzel anlattım' diyerek ve kendi iç tatminlerini yaşamışlar mıdır bilemeyiz.

Bilmekte mümkün değil.
Anlattığını, ifade ettiğini 'zannedenler' çıkmıştır da, 'tam' olarak anlatanı olmamıştır bence. Belki yaşlar ve yaşanmışlıklar artıkça sadeleşip daha da kolay anlatılır hale de geliyordur. Onu da yaşlandıkça ve yaşadıkça göreceğiz hep birlikte.

İnsan çok çok yaşadıkça ve yaşlandıkça;
'yıllarca verdiği onca çaba ve mücadeleden sonra, geldiği bu günler de yani şimdiler de, gerinerek ve gülümseyerek en tembel ve en şımarık halleriyle kendini güven içinde sevgiye bırakmak, yaslanmak hallerine daha da hasret kalıyor ve de hazır hale geliveriyor', benim görüşüm bu yönde.

Kendin 'kendin' gibi olmadan da olmuyor 'kendiliğinden' bu haller.

Sen 'kendin gibi' olunca 'içinde bolcana güven olan sevgi' çıkıveriyor hemen karşına. Hemen olmasa da, yoldadır geliyordur kısa bir süre sonra, gülümseyerek beklemek lazım sabırla.

Haftasonları haftaların içine, hafta içleri de haftasonlarına neler taşır bilemeyiz.
Umarım bu haftanın başı sizlere şahane bir haftasonu getirir.
Ve haftasonu sevgi ile karşılaşmışlar da haftanın içinde 'gülümseyerek' yaşarlar her bir 'an' larını.


********************************************************************************************
09.10.2011

Pazar gününüzü güzel geçirmeniz için; ‘İç Ferahlatıcı Akıllar ’ 2



Önce büyük bir sevinç kapladı içimi, sonrasın da derin bir endişe. Yüzyıllardır hasret kaldığımız özlediğimiz, geleneksel Türk tatlısı 'Makaron' vatanına bizlere geri döndü.
Bir senedir gözlemliyorum, araştırıyorum, izliyorum ve de artık gün bugün gururla sizlere ilan ediyorum ki 'Makaron' kalıcı artık vatanımızda...

Gelelim bu sevinçten ne gibi iç açıcı, içimizi ferahlatıcı bir sonuç çıkaracağımıza.

Malumunuz üzere bu geleneksel  Türk tatlısının fiyatı oldukça yüksek. Öyle ver oradan iki kilo trişe yeşili makaron demek her baba yiğitin harcı değil.

Ne yapacağız da geleneksel Türk tatlısı makaronu hem tadacağız hem de ucuza mal edeceğiz?

Önerim yalamanız üzerine. Anlatayım. Ailede ki birey sayısına göre en fazla iki farklı renk (trişe yeşili tercihtir) makaronu alırsınız. Makaronları bir şişe geçirirsiniz ve ailece her tarafından yalamaya başlarsınız.

Yalarken arsızlık edip dilinizi sonuna kadar çıkartıp makaronun iç kısımlarına sokmayınız. Ayıptır, cedlerimiz hiç bir zaman makaronun iç kısımlarını yalamamışlardır. Siz de yalamayın.

Bir kaç saat hep beraber makaronu yalarken (memleketinizin özelliklerine göre) yanında tavşan kanı demli çay veya şıra veya şerbet veya şalgam suyu da önerilir.

Yalama ameliyesi bittikten sonra ailenin en yaşlısı geride kalan makaronları yiyebilir. Gençler adı üstünde gençtir ve daha kim bilir kaç makaron yalayacakları için önceliği gözü toprağa bakan en yaşlılara vermek de geleneksel bir Türk adetidir.

Şu an sevinçten ve sizlere verdiğim bu çok özel ve kıymetli akıl nedeniyle gözlerim yaşlar içinde.

Ne mutlu bana ve sizlere artık bu pazarınızı içiniz ferah geçirebileceksiniz.
İçim çok rahat huzur içinde giriyorum bu Pazar gününe yine. Hoş geldin vatanına geleneksel Türk tatlısı makaron.

Umarım sizlerin de yüreklerinize su serpmiş oldum akıllarım ve ileri görüşlerimle.
Bazı insanlar benim gibi akıllı ve ileri görüşlü doğuyor, ne güzel.
İç ferahlatıcı akıllarım sayesinde sizlerin de pazarlarınız çok güzel bile geçebilir artık.

Mutluyum, sevinçliyim.
Ne güzel..


*********************************************************************************************
08.10.2011


İnsan yükseldikce gözümü doymuyor, karnı mı?
Veya uçakta insanlara açlık hissimi geliyor acaba? Ne ikram edilirse edilsin herkes yiyip içiyor, gözler servis arabasında, başka ne yer içirim diye de bakınıyorlar. İster sabahın körü ister her  hangi bir saat, hiç fark etmiyor. Hadi desem fakirlikten açlıkları, o da değil. Bileti alacak parası olan iki lokma da karnını doyurur mutlaka.

Geçenler de otobüsle de seyahat ettim, otobüs ahalisi uçak tayfası kadar aç değil galiba. Çoğu yemedi.
Belki ‘ulan bu kadar para verdik ne varsa tüketelim karşılığını alalım anasını satayım’ diye bir his de oluşuyordur.

Hele uzun uçuşlarda ne yemek ne yemek. Yahu oturuyorsun oturduğun yerde, ne yaptın da acıktın iki üç saat içinde diye sormak geliyor içimden.

Bir iştah bir iştah, bir yemek bir yemek. Ne var ne yok süpürüyorlar. Zannedersin uçan restorana gelmişler.
Uçağa insanları ve yiyecekleri yüklüyorlar, havada yiyecekler midelere dolup uçağı terk ediyorlar. Komik geliyor bana. Mesela İstanbul’da pişenler Paris’de tekrar gün yüzü görüyor…

Paris’de pişenler de kim bilir nerelere gidiyordur.
Yüzlerce, binlerce ton yiyecek içecek havadan şehir şehir, ülke ülke geziyor.
Kargo aracıda mideler.

Geçenler de Afrika üstünde uçuyoruz, yanım da oturan çift (çift ki ne çift, ikisi yarım ton çeker her halde) bir yandan süpürüyorlar ikram tepsisinde ne var ne yoksa, bir yandan da cama burunlarını dayamış aşağıya bakıyorlar,  ne göreceklerse 10.000 metrede.

Konuşmada;
-          Açlıktan ölüyormuş insanlar ne fena yaa..(tavuğu hüpledi o sıra)
-          Sorma çok üzülüyorum (şaraptan koca bir yudum)
-          Yardım etmek lazım (adı neyse bilmiyorum acaip kılıklı tatlıyı bir seferde yuttu)
-          Evet evet, mutlaka (üstüne döktüğü kırıntıları silkeliyor)

Çıkardığım sonuç;
Yukarıdakiler aşağıdakilere nazaran her zaman daha aç. Gözümü, midesimi, ruhumu bilemem.
Tok da olsalar açlar, fark etmiyor.
Aşağıdakiler ayakta kalmaya çalışıyor hayatta.
Yukarıdakiler de aşadakilerin tepesinde uçup duruyor.

Bir gün aşağıdakilerin bir tepesi atacak, gör o zaman Dünya’da neler olacak bak..

Pazar akşamı dönüyorum şehrimize, yine yiyecekler içecekler bir saatlik yolda.
Tuhaf..veya bana tuhaf geliyor.


********************************************************************************************
07.10.2011


Bizim için teknolojiyi ve iletişimi ‘renklendiren’, ‘zenginleştiren’, bizlere  teknoloji ve iletişimi ‘okşatarak  çalıştıran’ insan öldü.
Bu yüzyıl, gezegenimiz de yaşayan sıradan insanları gerçek uzay çağına, evrene  ve uzaylılarla iletişime ‘çaktırmadan’ hazırlayan insanların dönemi.

Dünyanın yeni liderleri sıradan insanların arasından sessizce çıkıyor, görevlerini ve misyonlarını tamamlayıp sessizce ayrılıyorlar aramızdan.
Arkalarında bıraktıklarıysa bizlerin ‘geleceği’. Onların hayal gücüyle evrene açılabilecek sıradan insanlar, hem de en sıradan halleriyle.

Politikanın, siyasetin içinde ki insanlarsa sadece ve sadece memurlar artık.
Memurlarla kaşifler arasında ki fark da gittikçe açılıyor.
Ülkeleri yöneten, lider olduklarını zanneden memurlar gezegeni daha da nasıl yakıp yıkarızla uğraşırken, kaşifler ve gerçek vizyonerler hayallerini gerçekleştirdikleri her bir an bizleri evrene hazırlıyorlar.

Çünkü gezegenin ve sıradan insanların gelecekleri evrende.

Her nevi ülke ve şirket yöneticileri ‘günlük’ operasyonlarla uğraşırken üç beş yıl, on yirmi yıl sonralarının planlamalarını yaparken, kaşifler yüzlerce, binlerce yıl sonrasının yani insan oğlunun geleceğinin  temellerini atıyorlar.
Hem de en sempatik renkleri katarak hayatımıza. Hem de itip kakmak yerine okşatarak aletleri.
Basit, sade, anlaşılabilir, sıradan gibi.

Steve Jobs’u gibi insanların yanında ne kadar gariban kalıyor değil mi politikacılar?

Mikrofonu eline geçirmeden, kürsüler de nutuklar atmak yerine, hayallerini kullanışlı hale getirerek,  milyarlarca insanın hayatını değiştiren insanlara teşekkürü borç biliyorum.

Kullanılmış bilgisayarlar, cep telefonları, ipadler, vs ne olacak derseniz, akıntıya kürek çekiyorsunuz derim.
Doğaya aşık olmak, doğayı korumakla, geleceğe hazırlanmayı bir birine karıştırmamak gerekir.
Bu  nevi işler memurların görevi.
Diğer işlerse kaşiflerin misyonu.

Memurlar görevlerini doğru yaptıkça doğayı korumak, saklamak mümkün.
Ve görülmekte ki, memurlar görevlerini tam ve doğru yapamazken, kaşifler en çalışkan halleriyle bizlere  geleceğimizi hediye etmeye devam ediyorlar.

Karıncalara, börtü böceğe hayranım, hatta hayranlıktan öte aşığımda, ama cep telefonum olmadan da olmaz artık bu saatten sonra...
Hem de okşamalısından.


********************************************************************************************
06.10.2011


Kararım ‘nettir’.
Boş bakan ve de kafaları çalışmasın diye aşırı çaba sarf eden ve de ‘bugün acaba kaç kişiyi ve ne şekil de ne yapsam da sinir etsem’ diye yatağından kalkan (her nevi eğitim düzeyinde) insanların sayısı tek hücrelilerden daha da hızlı artıyor.

Ne oluyor da insanlara? Fevkalade umursamaz, çalışma  ciddiyetinden, öğrenme ciddiyetinden uzak, sanki zorla çalıştırılıyorlarmış gibi yaşamaya başladılar, hatta gittikçe kabalaşıp  ve de hatta gittikçe de beceriksizleşiyorlar.

Yoksa ben ve benim çevremde mi bir tuhaflık var?

Etrafımda ki kişilerin bir kısmı ve ben birlikte çalışmak ve/veya hayatı, evleri, sokakları, trafiği paylaşmak ve/veya hizmet almak ve/veya hayatımızın bir çok alanın da  beraber olmak zorunda kaldığımız insanların iş yapma, iş yapmaya niyetlenme kalitelerinden fevkalade şikayetçiyiz.
Hatta azayım biraz daha, kişilik ve de yaşam kalitelerinden de şikayetçiyiz.

Sakın kuşak farkı falan demeyin. Ben sadece benden daha gençlerden bahsetmiyorum. Benim yaşıtlarımda da var aynı problem.
Hadi diyorum ki problem ben de, iyi de etrafımda ki birçok insanda(yakın çevrem çok geniş değildir, onlar azınlık kaldılar ama benim yakın çevrem içinde çoğunluğu temsil ediyorlar) aynı konulardan şikayetçi.

'Azınlıkta' kalanların kimi işini bırakmayı düşünüyor, kimi apartmanından sitesinden mahallesinden taşınmayı, kimi şehri bile terk etmenin planlarını yapıyor.
Kaçan kurtulur nevi toplu bir hareket var sanki.
Hangi iş de, hangi mahalle de, hangi şehir de, zamanında hep beraber mutlu oldukları veya hayalini kurdukları insanlarla karşılaşacaklar kendileri de bilmiyor, ancak terk etmek gibi gayet ciddi bir  niyet var ortalıkta.

‘Kalabalık’ azınlığı fena enseledi sanki.
‘Azınlıkta’ kalabalıktan kurtulmak çabasın da.
‘Kalabalık’ kendi için de mutlu.
‘Azınlıkta’ kendi için de mutlu.
‘Eskinin kalabalığı’ yani ‘bu günün yeni azınlığı’  ‘yeni kalabalıkla’ bir arada olamıyor.
‘Yeni kalabalıksa’ her şekil de memnun hayatlarından.
‘Gerçek kaliteye’ karşı ‘kayıtsızlık ve sonradan görme’ durumu galip geldi, sonucu nettir.
‘Gerçek kalite’yse sırtüstü düştü.

Gerçek kaliteden bi haber yeni kalabalık ve onlardan nemalanan mesleksiz yalakalar tarafından; kalite olduğu damardan enjekte edilmiş markayı giymenin, restorana gitmenin, otelde kalmanın, arabayı kullanmanın, tatil yapmanın, alışveriş yapmanın, şey mahallesi veya sitesinde ki evler de  oturmanın, yemenin içmenin (sinemayı da saymazsak başka hiçbir aktiviteleri yok zaten) kendi  insanlıklarını ve yaşam kalitelerini yükselttiğini zannedenler galip çıktılar.
Geçmiş olsun bana ve benim gibi düşünen, yaşayan, yaşamaya niyeti olan yani kısaca hayatın içinde var olan insanlara.

Evet, kesinlikle ayrımcılık yapıyorum.
Nettir.

İnsan insana lazım derler.
Gittikçe sayıları artan bu kalabalığa benim ihtiyacım yok.
Benim insana ihtiyacım var, onlara değil.
Görüşüm nettir.

Bedeli ne olursa olsun ödedim ve ödemeye de devam edeceğim.
Bilmek kaç nesildir kendini ve ailesini geliştirmek için uğraşmış cedlerime ve de en önemlisi 50 yıllık çabalarıma ihanet edemem.

Bu işler parayla, pulla olmuyor.
Bu işler nesiller boyu, ömürler boyu verilen çabalarla oluyor.

Para el değiştirdi, kalitenin tarifi değişti.
Yeni tarif bana uymuyor.
Evet, ayrımcılık yapıyorum. Çünkü ayrıldım, ayrı düştüm 'kalabalık'tan.
Durumum ve duruşum nettir.

En sevgili dostum ‘özüm’den taviz vermem.
Kararım ‘nettir’.


********************************************************************************************
05.10.2011


Zıııırn Zıııııırn..
-          Alo.(uykulu baba sesi)
-          Ayşeyle konuşcamm (sarhoş sevgili sesi)
-          Kimsen sen be gecenin 3ün de..(bağıran baba sesi)
-          Yaa versene Ayşei yaa eve gelince ara dedi..(sarhoş sevgili sesi devam)
-          Başlatma lan Ayşeden..it herif..kapa arama bir daha (böğüren baba sesi)
-          Ama ona öpcük yollamassam olmaz mı yaa..seviyorum yaa..
Zııırrrn Zııırrrn…
-          Afedersiniz Zehra evde mi?
-          Kimsin sen kardeşim?
-          Zehra’nın iş yerinde ki sevgilisi, iyi geceler seni seviyorum demek istemiştim..
-          Ulan o benim karım beee..
Zıııırn Zıııırn…
-          Ay Mehlika’lara gittim, geçen yazın tatil resimlerine baktık hep beraber
-          A aaa bana neden haber vermediniz ben de gelir bakardım
-          Olsun bir daha gideriz. Mehmet’lere mektup yazdım, yılbaşın da ne yapıyorsunuz diye sordum, cevap bekliyorum
-          Otele de faks çekseydin
-          Denedim ama olmadı, hatları meşgul hep


Bu nevi milyonlarca olay. Odalara kilitlenen gençler, dağılan aileler, ayrılan sevgililer, yapılması mümkün olmayan tatiller, görülemeyen fotoğraflar…milyonlarca mutsuzluğun nedenleri.


Facebook,  Twitter, Whats App, Bbm, Sms ve e- mail aynı anda ve hem de gecenin en hareketli saatinde aniden çöktü diyelim. Demeye kalmadı internetin tamamı çöktü.
Hayal edelim bu durumu…
Tek iletişim kablolu telefonlar, hadi faks da olsun bari.
Bu durumu hayal edebiliyor musunuz?
Tam bir boşluk, tam bir sessizlik. Devamında tam bir karmaşa.


Hadi karmaşayı unutalım bir an için, iyileştirmeye çalışalım durumu, iyi de, kimse kimsenin ev telefonlarını bilmiyor. Hatta bir çok insanın ev telefonu da yok zaten.
Mektup da yazamazsın, kimse kimsenin ev adresini de bilmiyor.
Arada dur sokaklar da, ara ki belki karşılaşasın.
Hadi benim kuşağı geçtim biz biliriz, bu hallerle 40 seneye yakın yaşadık. Ya otuzluklarla, yirmilikler?


Olmayacak şey değil, de ki sistemler peşi sıra çöktü.


Fena alıştık, fena. Alışmaya da devam ediyoruz. Her şeyimizi ‘apaçık ortalara döktüğümüz’ ve de ‘her şeyimizi gizlememiz’ için kullandığımız tüm  sistemler çökerse bir gün;
Hayat durur dünyada. Tam durur hem de.


Belki de ‘hayat başlar’ yeniden dünya da.
Hem de bıraktığı yerden.

********************************************************************************************
04.10.2011


Yaptığım araştırma ve gözlemlere göre facebook ta eski sevgilileri veya kocasını veya kocalarını arayıp bulan, çaktırmadan onları izleyen veya çaktıra çaktıra mesaj atan her yaş diliminden kadınların sayısı oldukça fazla...


Ne yapıyor, neye benzemiş (benden sonra...), kimle berabermiş, beraber olduğu kadın neye benziyormuş? diye sessizce bakan ve izleyenler de var, 'naaber', 'selam', 'beni hatırladın mı' diye mesaj atarak sessizliği bozanlar da.


Neden?
Kadınların geçmişleriyle ilgili kapatamadıkları defterlerinin nedenleri üzerine bir araştırma var mıdır acaba?
Geçmişle ilgili kapatamadıkları defterleri olmadığını iddia edenlerin nedenleri nelerdir acaba?


Ben ne psikoloğum ne de sosyal bilimci.
O yüzden cevap bende saklı değil.
Bu durumların nedenlerini kadınlardan dinlemek gerekiyor bence.
Nedenlerin ikna edici olacağı kesin.



Bir merakım daha var, neden erkekler facebook ta eski sevgililerini, karısını veya karılarını izlemek gibi  bir eylem yapmıyorlar genelde?
Kadınlar hem geçmişe hem geleceğe, erkeklerse sadece geleceğe yani 'önü'ne mi bakıyor?


Bence erkekler sadece 'ön'lerine bakıyor.
Kadınlar nerelerine bakıyor acaba?

------------------------------------------------------------------------------------------------------------
03.10.2011


Bütün haftasonu nu 'ışınlanmak' konusu üzerinde araştırmalar yaparak geçirdim. Oldukça da yol kat ettim (yolu ışınlanarak kat etmedim, çalışarak kat ettim).
Trafik de salaklar ordusu gibi saatlerce vakit kaybetmenizi engelleme me çok az bir zaman kaldı.
'Işınlanmak' yönünde tek problem 'ışınlanmak isteğiniz yere çok odaklanmanız gerekmekte'.
Eğer gitmek zorunda olduğunuz yerle, gönlünüz de yatan yer farklıysa işiniz çok zor.
Çünkü sadece gönlünüzde ki yere 'ışınlana biliyorsunuz'. Gitmek zorunda olduğunuz yerde sizi ömür boyu bekliyor 'ha geldi ha gelecek' diye.
Sizin için mahsuru yoksa çalışmalarımı sürdürmeye devam edeceğim.
Cevaplarınızı bekliyorum.



İyi haftalar ve de günaydın.


********************************************************************************************
02.10.2011


Pazar gününüzü güzel geçirmeniz için; ‘İç Ferahlatıcı Akıllar ’ 1


Osmanlı padişahlarından III.Murat’ın 21 yıllık saltanat dönemine ait kayıtlara göre (ve net olarak sayısı bilinmese de) 112 ile 130 adet arası çocuğu olduğu bilinmektedir.
Bizim memleketin Sio Bey’inin de 4 çocuğu varmış kayıtlara giren (bu sayının net olduğu söyleniyor).


21 senede yüzün üstünde çocuğu kim bilir kaç kadından yaptı III.Murat. Yıl ortalaması 5 gibi. Birileri ha bire ‘baba’ oldunuz diye geliyor adamın yanına. Çok sıkıcı, ‘yine mi’ diye geçiyordur içinden her halde. Allahtan para pul geçim derdi yokmuş adamcağızın. Yüz küsur çocuğu hele özel okullar da okuttuğunuzu düşünsenize…Yine Allahtan hazine o zaman ağzına kadar doluymuş da pek bir sıkıntı çekmemiş III. Murat. Gençlerin akşamları aleme akmak gibi de bir alışkanlığı da olmadığı için paşa paşa büyütmüştür çocuklarını.

Bizim memleketin Sio Bey’i 4 çocuk sahibi. 4 çocuk da aynı kadından. Ve de ‘en az 3 çocuk yapın’ diye fermanla karışık öneride bulundu yakın zamanlarda. Hepsini aynı kadından mı yapmak gerekiyor bir dip not göremedim, ancak esas olan sayıyı tutturmak.
Bu arada Sio Bey’in yakın çevresinde bir veya iki çocuğu olanlar da kim bilir ne faaliyet ne faaliyet bu ferman gibi  öneriden sonra. En az 3 çocuğu olanlar da göğüslerini kabarta kabarta gezmektedirler eminim. 
Hatta Sio Bey bir başka memleketin vatandaşlarına da tavsiye etti en az 3  çocuk yapmalarını.

Neyse gelelim Pazar gününü ferah geçirmemizi sağlayacak  olan bölüme.
Hayal edelim ki III. Murat döneminde yaşıyoruz ve ‘en az 100 çocuk’ yapın diye ferman çıkarmış patron. Felaket ki ne felaket. İçim sıkıldı birden bunu düşününce, demeye kalmadı ki;
Kendimi ‘neye bıraksam, neye bıraksam ve de içimi ve içinizi nasıl ferahlatsam’ diye düşünürken birden fark ettim ki çok şanslı bir döneminde yaşıyoruz bu coğrafi bölgenin ve ‘sadece 3 çocukla ben de artık göze girebilirim, gözde insan olabilirim Sio Bey’in etrafında’  ve de ‘bu şansın içimde uyandırdığı sevince, ferahlığa bırakmalıyım  kendimi’ bu Pazar günü dedim.

Ne mutlu bana ve benim gibi olanlara. Ben zaten iki çocuk yapmıştım zamanında (ne tedbirli bir adammışım yeni fark ettim), çok gerekirse bir tane daha yaparım. İçimi ferahlattı Sio Bey’imiz. Bu ferahlıkla belki dördüncüyü bile yaparım zamanla.

İş kaldı bir tek sponsor bulmaya çocuklar için. En azından eğitim hayatlarına katkı olması açısından. Aklıma ilk gelen, çocuk ya nasılsa şeker, bisküvi ve çikolata canavarı değil mi? Evet, o zaman her halde vardır bunları üreten büyük bir firma sponsor olacak. Al sana ayaklı, hareketli reklam mecrası. Herkesin memnun olacağı bir düzen. Reklamı veren memnun, reklamı alan memnun, en çok ben  memnun.

İçim çok rahat huzur içinde giriyorum bu Pazar gününe.

Umarım sizlerin de yüreklerinize su serpmiş oldum akıllarım ve ileri görüşlerimle.
Bazı insanlar benim gibi akıllı ve ileri görüşlü doğuyor, ne güzel.
İç ferahlatıcı akıllarım sayesinde sizlerin de pazarlarınız çok güzel bile geçebilir artık.

Mutluyum, sevinçliyim.
Ne güzel..
********************************************************************************************
01.10.2011


Kış pozisyonu almaya başlamak lazım yavaş yavaş. Her ne kadar yaza vedaya niyetler olmasa da, ilk yağmurlar sinyali verdi bugün.
Kanepemiz, meşhur örtümüz, çoraplar, sehpamız, ıhlamurumuz, kestanemiz ve de diyorum ki bu sene dizilere gömülmesek ne hoş olur beyinsel ve düşsel hallerimiz adına.
Emme velakin ben diyorum ben dinliyorum galiba.
Daha şimdiden 'sarışın erkek arkadaşın' vücudu pek bi form tutmuş diyor kadın arkadaşlar. Hele bir sahne varmış ki, peh de pehmiş..Hayırlısı bakalım.
Geriye dönüşü olmayan yola da girmiş gibi  gözüküyorlar kadın kısmısının hatrı sayılır kısmı şimdiden.
Erkek milleti 'sarışın erkek arkadaşın' dizisine takılacaklar karıları ve sevgilileri ile çaresiz. Ki pazar akşamları maça yumulma kredileri sağlam olsun.
Hayırlısı bakalım.
Bu kış neler getirecek hepimize hep beraber göreceğiz.
İyilikler ve güzellikler ve sağlık ve de bereket getirsin Ekim ayı sevgi ile harmanlanıp diliyorum.

Hiç yorum yok: