KASIM 2011 GÜNLÜK YAZILAR ARŞİVİ
30.11.2011
Güney sahillerine çartır uçaklara dolup dolup, akın akın gelen koca göğüslü İngiliz kızların bizim yağız taşra delikanlılarını kapıp kapıp İngiltere’ye kaçırmaları beni hep şaşırtmış ve ürkütmüştür.
Kadın kısmısı taktı mı kafaya bir kez, sınır mınır tanımıyor.
Güney sahillerine çartır uçaklara dolup dolup, akın akın gelen koca göğüslü İngiliz kızların bizim yağız taşra delikanlılarını kapıp kapıp İngiltere’ye kaçırmaları beni hep şaşırtmış ve ürkütmüştür.
Kadın kısmısı taktı mı kafaya bir kez, sınır mınır tanımıyor.
İngiliz kızların da talepleri her nelerse, önce yer, mekan tespiti yapmışlardır mutlaka.
Devamında taleplere karşı arz edilenin kalite kontrolü, mekan da bire bir.
Kaliteden memnun kalınca, memnuniyetin kulaktan kulağa tanıtımı.
Sosyal medyadan tanıtımla ilgili destek.
Sonuca yönelik hedeflerin tespiti.
Ve operasyon.
Kadın kısmısı taktı mı kafaya, o işi bitmiş bil sen.
Sahil kesimi, ’İş bulduk yaşasın’ diye otellerde, restoranlarda çalışmaya başlayan bizim yağız taşra delikanlılarla dolu.
‘Londra nerede desen’, ‘bilmiyorum ağbi, ben geçen hafta geldim otele’ diyecek kadar bi haber dünyadan.
Londra nire bilmez ama, ‘Essex nerede desen’, sırıtır otuz iki diş.
Bir tarafta Londralı kızlar anasının gözü, her bir haltı bilen, diğer tarafta bizim yağız taşra delikanlılar dünyadan bi haber.
Londralı fırlama, anasının gözü kızla, taşradan yeni gelmiş saftirik yağız delikanlının arasındaki farkı çarpın yüzle, binle, on binle, işte kadar uç noktalardayız uzaylılarla.
Hadi diyelim ki kavramlarımız aynı.
Cinsiyet cibiliyete bakışımız ve anlayışımızda aynı olsun.
Ve de gelmiş olsunlar sonunda dünyaya.
Uzaylı erkekleri boş ver. Onu kadınlar düşünsün. Kadınlar yazsın. İşim olmaz uzaylı erkeklerle.
Biz uzaylı kızlara bakalım.
Sempatikler. Boyları uzun olsun. Sıskalar da. Kollar bacaklar uzun uzun. Koca koca gözler. Renk yeşil olsun. Ağız dudak küçük, hokka. Burun yok. Kulaklar oldukça büyük, olur o kadar kusur kadı kızında da.
Tek problem, göğüsler ve kalça yok denecek kadar yok. Yok yani.
Tur almışlar, çartır ufoyla gelmiş olsunlar bizim memlekete.
İngiliz kızlar sosyal medya aracılığıyla ve feysbukta çok methetmiş olsunlar bizim yağız delikanlıları.
Onlarda çok etkilenmişler, içleri hoplamış, ‘her şey dahil’ yazılmışlar tura, atladıkları gibi çartır ufoya, gelmişler Alanya’ya tatile.
Yayılmışlar sere serpe kumlarda.
Taplıs hepsi. Zaten göğüs yok, rahatlar. Gögüs uçları da yok. En son iki milyon sene evvel emzirmişler.
Bizim yağızlar servis yapıyorlar uzaylı kızlara, naneli limonata yanında dürüm. Çok duymuşlar methini İngiliz kızlardan, ha bire götürüyorlar dürümleri, içiyorlar limonataları soğuk soğuk.
Kesişiyorlar yağızlarla, koca koca gözleriyle. Bizimkilerin ödü de kopuyor koca koca yeşil gözlü uzaylı kızlardan, ancak ilk gördüklerinde İngilizlerden de korktukları için alışmışlar korka korka sırnaşmaya.
Onlar için son yıllarda karşılaştıkları her kadın uzaylı zaten.
Sonunda anlaşıyorlar elle kolla bir şekilde uzaylı kızlarla yağızlar, akşama diskoya gidecekler hep beraber.
Bizim koca koca göz, yok göğüs uzaylı kızlarda bir heyecan, hazırlanıyorlar.
Yağızlarla atıyorlar kendilerini diskoya.
İlk şok.
Bizim yağızlar dakka bir öpmeye kalkıyorlar uzaylı kızları. Uzaylı kızlar dehşet içinde.
Gelmeden gogıldan okumuşlar, insanlar et obur, et yerler diye.
Neyse, bir iki öpüşme denemesinden sonra onlar da et obur olmaya karar veriyor.
Alan memnun, veren şaşkın takılıyorlar geceye.
Gel zaman git zaman, iki gün sonra uzaylı kızlardan biri bizim yağızlardan birine aşık olmasın mı…, olsun.
Bizim yağız zaten çoktan baygın uzaylı kıza. Hatta aşka gelerek, kendine jöle ile beli baldırlarına kadar düşük cin pantolon bile alıyor yenisinden.
İkide bir soruyor, ‘vize var mı sizin memlekete’ diye uzaylı kıza.
Demeye kalmıyor bizim yağız alıyor ince bir halka, önünde diz çöküyor kızın, benimle evlenir misin diyor, kız da şaşırıp bişi diyor. Evet gibi sanki.
Yağız hemen atlayıp otobüse, uça uça dönüyor köye, anne babaya anlatıyor.
Kızı istemeye karar veriyorlar ailecek.
İşte orada başlıyor film…
‘’Uzaylı Gelin’’
Filmin devamında, bizim yağız, annesi, babası, dedesi, ninesi, hala, hala kızı, amcaoğlu, askerlik arkadaşı, muhtar, köyün imamı biniyorlar tur ufosuna, ellerinde çiçekler, çeyiz sepeti, bohçası, çikolata yallah doğru kızın gezegenine.
İster inanın ister inanmayın ne diyorlar, nasıl anlatıyorlarsa dertlerini kızın ailesi verdik gitti kızı diyor.
Yağızın askerlik yapmamış olmasına takılıyorlar. Ancak düğünde gelecek altınları satar, bedelli yapar teklifi uzaylı kızın babasını rahatlatıyor.
Uzaylı kızı alıyorlar yanlarına doğru gerisin geri memlekete.
Önce hamama götürüyorlar uzaylı kızı. Pek memnun değil teyzeler, görümceler gördüklerinden. Bin ayıp kapatacak bir dirhem et yok görünürde. Olsun, sevgiye hürmet var.
Yatırıyorlar kızı göbek taşına, basıyorlar kaynar suyu, bir kese, bir kese. Uzaylı kızın rengi soluyor azcık. Oynatıyorlar da uzaylı kızı şıkıdım şıkıdım göbek taşında. Yakışır, Türküz biz.
Bizim sıska koca koca gözlü uzaylı kızı telli duvaklı gelin yapıyorlar.
Ata bile bindiriyorlar. Bacakları yere değiyor, at gidemiyor bir türlü, tuhaf olsa da durum manzara güzel.
Kızın ailesi de geliyor bilmem ne gezegeninden. Gelirken onlar da bakmışlar gogıla, damat bohçası hazırlamışlar gelirken. Bir tek terlik yok bohçada, bulamamışlar kendi gezegenlerinde.
İlk kez o gezegenden bir uzaylı anne kızını telli duvaklı görünce ağlıyor. Gözler çok büyük olduğu için çok göz yaşı akıyor. Milyarlarca yıl sonra ilk kez ağlıyor bir uzaylı.
Oğlanın annesi sarılıyor uzaylı kızın annesine, basıyor bağrına, ağlamasın diye. Yağızın annesinin büyük göğüslerine baka kalıyor uzaylı anne.
Biraz da kıskançlıkla galiba.
Davulun sesinden de çok korkuyorlar uzaylı kızın ailesi. Zurna sesiyle büyük kulakları içine doğru kapanıyor uzaylıların. Daha güzelleşiyorlar bize göre böyle.
Koyunun kanı uzaylı kızın alnına sürülünce annesi bayılıyor şakkadanak. İlk kez bir uzaylı anne bayılmış da oluyor böylece.
Uzatmayalım lafı.
Yağız kalkıp gidiyor düğünden sonra uzaylı kızın gezegenine. Kızın babasının yanında işe giriyor yağız.
Kız çok mutlu. Her şey çok yeni onun için. Bizim yağızda dur durak yok. Kız şaşkın mı şaşkın. Ama değişik bir şey işte.
Demeye kalmıyor kız cır cır anlatıyor mahallesindeki diğer uzaylı kızlara yağızı, yağızın gece gündüz neler yaptığını falan.
Çıldırıyor uzaylı kızlar. Her biri bir yağız istiyor. Bavulu kapan Alanya’da.
Yağmur gibi, biri iniyor biri kalkıyor tur çartır ufo gemilerinin.
Alanya dağlarına ufo tur gemileri için pistler yapılıyor mecbur.
Belediye başkanı hepsi ‘tanrı misafirimizdir’ diyor.
Biri uzaylı kız diğeri yağız delikanlı el ele, alt alta, üst üste görüntüde muhtelif, çeşitli hediyelik eşyalar üretiliyor. Kapış kapış çarşıda.
İhracat bile başlıyor diğer gezegene.
Bizden Alanya Ticaret Odası bir heyet oluşturup, ziyarete gidiyor gezegene.
Hatta okullar da açmaya karar veriyorlar diğer gezegende.
Giderken lokum, seccade, keçi boynuzu götürüyorlar yanlarında, hediye.
Bin sene evvel İngiltere Kralı I. William’a,
Deseydi biri;
‘Bin sene sonra İngiliz kızları kucaklarında vayırlıs bağladıkları laptoplardan feysbuka girip, çetleştikleri Türk erkekleri ile tanışmak için çartır tur uçakları ile Alanya’ya uçacak, Türk erkeklerine çok bayılacak, kapıp kapıp İngiltere’ye getirecekler’
Önce adamın ne dediğini anlayamazdı kral, neredeyse cümlenin yarısı o güne kadar duymadığı kelimelerden oluşuyor.
Sonrada ya deli, ya büyücü diye zindana attırırdı o insanı, ya da kafasını uçurturdu oracıkta.
Herkes hayal gördüğümü sanıyor, ben uzaylılardan bahsettikçe,
Bense Alanya dağlarına inen ufoları görüyorum, biri iniyor biri kalkıyor sezonda.
Uzaylılar var mı?
Şöyle anlatayım, uzaylı kızın ailesi kendi gezegenlerinde ki komşularına diyor ki,
‘Hayatta aklımıza gelmezdi uzaylıların gerçek olduğu’.
Ve de onların gezegeninde çevrilen ve en çok tutan en yeni filmin adı ne biliyor musunuz?
‘’Uzaylı Damat’’.
Öptüm.
*********************************************************************************************
29.11.2011
Uzaylılar ne zaman gelecek sizce? Veya geldiler mi çoktan? Siz yapar mısınız bilmiyorum, bazen geceleri hele ıssız bir yerdeysem göğe bakarım uzun uzun, hani çıkar da gelirlerse, görüşelim diye.
Benimkisi ufo görme arzusundan öte. Ulaşım araçları ilgimi çekmiyor. Üst seviye teknoloji işte, ne kadar enteresan olabilir ki benim nevi bir insan için.
Karşılıklı gelmek istiyorum uzaylılarla.
Göz göze. Birebir.
Filmlerden hafızamıza kazınmış uzaylı tiplemeleri var. Hayal gücünü zorlayan her yönetmen ayrı ayrı uzaylı tipleri yaratıp, koydu önümüze.
Biz de kabullendik.
Kabullendiğimiz uzaylıların görünüşleri orijinal olanlarına uyar uymaz pek umurum değil.
Ben uzaylıların hayatlarını üstüne inşa ettikleri ‘kavramlar’ıyla ilgiliyim.
Neleri önemsiyorlar?
Nelerden etkileniyorlar?
Neleri öğrenmeye hevesliler?
Neleri yapmak hoş karşılanmıyorlar onların yaşamlarında?
Neleri yapınca keyifleri çok gıcır oluyor?
Nelere seviniyorlar?
Nelere üzülüyorlar?
Nelerden şehvet duyuyorlar?
Neleri seviyorlar?
Nelerden nefret ediyorlar?
Nelere gülüyorlar?
Nelere aşık oluyorlar?
Nelere moda diyorlar?
Neleri seks olarak algılıyorlar?
Bu sorulara ve olası tüm sorulara ilave son soru,
Nelere diye başlayarak sorduğum soruların içinde yer alan algının kaynağı ‘kavramlar’a sahipler mi?
Hadi bakalım, cevap?
Evetse, durum iyi. Bir şekilde anlaşırız. Hatta birkaç efsanevi aşk hikayesi de yaşanır dünyalılarla uzaylılar arasında.
Anlaşamazsak da kavga gürültü çıkar en fazla.
Görüntülerindeki farklılıkları, bizlerin de sahip olduğu kavramların içinden yakalanacak ortak noktalardaki dokunuşlarla ortadan kaldırmak mümkün olabilir.
Aynı şeylere sevinmesek de, üzülmesek de, gülmesek de, heveslenmesek, aşık olmasak, etkilenmesek de, kavramların ortak olması zamanla birbirimizi anlamak ve kabullenmek adına çok faydalı olacaktır.
Ancak, saydığım ve de sayabileceğimiz ve biz dünyalıların sahip oldukları kavramların hiç birine sahip değillerse, bir birimizi anlamak adına nelerimizi kullanacağız karşılıklı olarak?
Filmlerdeki uzaylıların görüntüleri biz insanlardan çok çok farklı. Fiziksel özellikleri de.
Duyuları bizden daha gelişmiş veya zayıf.
Ama azıyla, çoğuyla, görüntü ve fiziksel farklılara rağmen bize dayatılan uzaylılar biz dünyalılarla aynı kavramlara sahip aşağı yukarı. Biz de onlarla bir şekilde iletişim kurabileceğimizi hayal ediyoruz. Hatta inanıyoruz da.
İyi de bu kavramlara sahip değillerse nasıl dokunup, anlaşabileceğiz?
Bir an düşünün saydığım kavramlardan hiç birine sahip olmadığınızı.
Tam bir boşluk.
Sıfır noktası.
Ya ruhları yoksa?
Kavramları içinde barındırarak, yaşamı var eden, yaşamı bize zenginleştiren ruhlarımızın benzeri ruhlar ya onlarda yoksa? Ya da varsa ruhları, ancak bizimkiler kadar değilse kavramlar veya kavramların zenginliği adına?
Esir mi düşeceğiz? Esir mi alacağız?
Esir düşersek nasıl yaşatacaklar bizi?
Esir alırsak nasıl yaşatacağız onları?
Küçük bir teneke kutuda yetiştirdiğimiz fesleğenin ellerimize sinen kokusunu içimize çekince yaşadığımız keyfi nasıl anlatacağız?
Veya ilk defa aşık olduğumuzda günün yirmi dört saati yüzümüze yayılan kontrol edemediğimiz tebessümün gönlümüze nasıl da ılık ılık akıp gittiğini anlatabilecek miyiz?
Doğum günü pastasının mumunu üflerken içimizden neden iyi dilekler geçirdiğimizi?
İşlerin iyi gittiğini anlatırken orta parmağımızı kıvırıp üç kez tahtaya neden vurduğumuzu?
Depremde insanların altında kaldığı kumdan kaleler gibi yerle bir olan apartmanları inşa eden müteahhitlerin amaçlarını?
Külahın kenarından akarken son anda dilimizle yakaladığımız dondurmanın kalan kısmından daha da lezzetli olduğunu?
Yolun kenarında onlarla teneke içinde gelişi güzel dizilmiş çiçek ormanının bizleri nasıl da mutlu ettiğini?
Nasıl anlatacağız?
Aynı kavramlara sahip olmadığımız uzaylılara anlatmamız mümkün mü?
Hayır.
İnsanlar şu sözleri çok rahat söyleyebiliyor;
- Hiçbir şekilde anlaşamıyoruz seninle.
Var olan kavramların uygulamasındaki farklılıklardan doğan anlaşmazlıklar.
Bir başka deyişle, kavramların kendi içlerinde karşılıklı uyumsuzluğu, anlaşmazlıklar.
Bir başka deyişle, mutluluğumuzun da, mutsuzluğumuzun da kaynağı kavramlar.
Ya kavramlar olmasaydı?
Ve de kavramları içinde barındıran ruhlarımız?
Bir an düşünün ve deneyin.
Şimdi mesela…
Tüm kavramları unutmayı, silmeyi deneyin içinizden, ruhunuzdan, zihninizden.
Duygularımızın, davranışlarımızın, kararlarımızın tamamını oluşturan tüm zenginliklerimizi bir an için unutun.
Yok edin içinizi kıpırdatan her türlü ve her anlamda hissi.
Yok edin benliğinizde.
Kavramsızlığı hissedin.
Ne kaldı geriye?
Evren.
Kimin daha yüksek ve gelişmiş bir teknolojiye sahip olduğunu onlar bizi ziyaret edince öğrenmiş olacağız. Belli de.
Kim atalarından beri ruhundaki zenginlikleri yaşaya yaşaya, tada tada bugünlere geldi, işte o meçhul.
Umarım onların da az biraz ruhları vardır ve ruhlarını var eden az biraz da olsa kavramları.
Onlar bize yüksek ve gelişmiş teknolojiyle evrenin içinde nasıl akıp gittiklerini anlatırken,
Biz de onlara aşık olmanın keyfiyle yükselen duygularımızın gönlümüze nasıl aktığını aktarırız.
İyi bir alışveriş olur. Evren alıp, gönül vermek.
Çok yüksek teknolojiye karşılık,
Çok aşk.
Benim gözüm yukarılarda.
Dünyada alışveriş,
Evrenle aşk.
Müthiş.
********************************************************************************************28.11.2011
‘Önemli olan dış güzelliktir ve de kalıcıdır, iç güzellik geçicidir’ sözünü hep söylerim, yeri gelince.
‘Kalıcı olan iç güzelliktir, dış güzellik geçicidir’ sözüne de hiç rağbet etmem.
Erkeğiz ya, tezimi sunduğum her noktada genel olarak ‘güzellikten’ mana hemen kadın güzelliğinden yola çıktığımı düşünür insanlar.
Hani, boy pos, göğüs, kalça, bacaklar, eller, ayaklar, yüz, gözler, burun, ağız falan.
Her nevi görsel basının ve sinema dünyasının bize dayattığı yeni moda ‘güzel’ tarifleri değişen yıllar içinde her ne kadar şekil, biçim değiştirse de, güzelin tarifi net.
Vücudun ve yüzün ölçülerine, renklerine ve biçimlerine endeksli güzelin tarifi.
Aslında tezim bir anlamda çok doğru. Dayatılan ve kabul görmüş fiziksel görüntü her ne kadar geçen yıllar içinde erozyona uğrayıp görüntüde farklılıklar yaratsa da, ‘her yaşın güzelliğini’ farklı değerlendirdiğimiz için güzel kişi, güzel kalıyor hep.
Yani güzelsen, güzel doğup, güzel ölüyorsun bir gün. Kendi değişkenliği içinde stabil bir durum.
Saklayamıyorsun da güzelliğini. Herkese açık.
Gelelim iç güzelliğe. İç güzelliğin de tarifleri var.
Ancak, nasıl görüp, hissedip, farkında olacağız bir kişinin iç güzelliğinin tariflere uygun olduğunu?
Onu yaşayarak. Onunla yaşayarak. Onun yaşadıklarını ve yaşattıklarını gözlemleyerek. Onunla yaşamış ve yaşayanların yorumlarını dikkate alarak.
Dikkate aldıklarımızla, bizim görüşlerimiz birbiriyle öpüşüyorsa ve durum tariflere de uyuyorsa, diyoruz ki, o kişinin ‘içi güzel’.
Araştırmak, incelemek, çaba göstermek gerekiyor iç güzelliği görebilmek için. Çünkü dış güzellik gibi ortada değil. Saklayabiliyorsun, saklanabiliyor iç güzellik.
Söylediklerim mantıklı görünüyor.
Soru geliyor.
İç güzelliğinden çok emin olduğunuz ve de diğer insanların da yine çok emin oldukları ve tüm tariflere harfiyen uyan her hangi bir insan hakkında bugüne kadar yanıldığınız oldu mu hiç?
Bir arkadaş, bir dost, bir akraba, bir sevgili, bir karı, bir koca, bir tanıdık veya tanımadıkla ilgili olarak?
Cevap geliyor.
Evet.
Sayısı, birdir, ondur hiç fark etmez. İllaki zamanında iç güzelliğini tescil ettiğiniz bir kişiden, tescil belgesini geri aldığınız mutlaka olmuştur bir başka zamanda.
Demek ki iç güzellikler her an sürprizler çıkarabiliyor bizlere.
Yüzde yüz emin olamıyorsunuz ‘iç güzelliğin’ ne kadar kalıcı olduğu adına.
Yaşanan yeni olayların, olayların yaşandığı andaki şartların karşılığı yeni durumlar; o kişinin o güne kadar açık etmediği yeni ve sevilesi, kabul edilesi olmayan özelliklerinin sahneye çıkarmasına neden olabiliyor.
Demek ki bir risk var hep ‘iç güzelliğin’ kalıcılığı ve tariflere uygunluğu adına.
‘Kişi kendini nasıl bilirse, karşısındakini de öyle bilirmiş’.
Demek ki kendi ‘iç güzelliğimizin’ kalıcılığı ve de tariflere uygunluğu adına, kendimize dahi itiraf etmesek de bir risk var hep.
Hepimiz öyle veya böyle dış güzelliğimize ciddi emek, vakit ve nakit harcıyoruz.
Kimimiz ‘kendim için güzelleşiyorum’ diyor. Kimimiz ‘başkalarından daha da güzel olmak çabasında’. Kimimiz de güzelleşmeyi ‘sağlığa, spora’ bağlıyor.
Ve de kadınlı erkekli olabildiğince en güzel hallerimizle çıkmak istiyoruz yaşamın sahnesine.
Ve de takdir edilmek de istiyoruzdur mutlaka.
Hoş bir iltifatın hiçbir zararı yok, keyfiyse ruhumuza iyi gelir.
Merak ediyorum, kendime de bakarak, ‘içimiz güzelleşsin’ diye ne kadar çaba harcıyoruz, ayrıca vakit ve de nakitte acaba?
Dış güzelliğimize harcadığımız ile karşılaştırmak kaydıyla.
Bir yanda diyoruz ki ‘iç güzellik kalıcıdır, dış güzellik geçicidir’, diğer yandan kendime de baktığımda, etrafımı da gözlemlediğimde, neredeyse tüm yatırımlar, emekler ‘dış güzellik’ için. Geçici için yani…
İç güzelliğimizin tam ve kıvamında olduğuna ve de kalıcı olduğuna eminiz demek ki.
Ki, çok fazla emek, vakit, nakit harcamaya gerek yok.
Dış güzelliğimizin hep eksikli ve de hep istenilen ve tatmin edici seviyede olmadığına da eminiz demek ki.
Ki, her an emek, vakit, nakit harcamayı doğru buluyoruz.
Sonra soruyorum.
Çok sevdiğiniz, sevginizin en doruk noktalara eriştiği bir insanın, bedensel özellikleri sizler için ne kadar önemlidir?
Kolu, bacağı, kalçası, göğsü, gözü, sırtı, ağzı, burnu, boyu posu ne kadar önemlidir?
Fiziksel özelliklerini beğendiğiniz için mi seversiniz? Sevdiğiniz için mi beğenirsiniz fiziksel özelliklerini?
Eğer ki, fiziksel güzellikler değilse tek ölçünüz, para, şöhret, statü gibi menfaatler peşinde de değilseniz, salt sevgi adına beraberseniz o insanla, önem verdiğiniz tek değer o insanın ‘içinde yaşayan güzellikler’dir.
Demek içimizde yaşayan güzellikler ve de yine içimizde yaşayan güzelliklerle yaşattıklarımız, çok sevmemize ve çok sevilmemize neden oluyor.
Doğru mu? Doğru.
E dedik ki, yaşanan yeni olaylar ve de olayların yaşandığı şartlar sonucu ortaya çıkan durumlar insanların davranışlarını değiştirebilir.
Yani o gün bize güzel gelen iç güzellik, yeni durumda pek de sevilesi olmayabilir. Ve yeni sevilesi olmayan durumu kabullenmeyebiliriz. Kabullenmeme ihtimali de varsa;
O zaman da diyoruz ki ‘hep bir açık kapı bırakmak lazım’ da galiba ‘bugün için’ en sevdiklerimize karşı bile.
Diyoruz açık kapı lafını, dürüst olmak lazım, ister içimizden ister dışımızdan. Arkadaş, dost, karı, koca, akraba, tanıdık, tanımadık aralığı az veya çok demek ki hep aralık kapılarımız insanlarla ilişkilerimizde.
En büyük sevgilerde de, en büyük aşklarda da. O gün olmasa da, bir gün.
İyi de o zaman ne kadar önemi kalıyor ‘iç güzelliklerin’ eğer ki kalıcı olduklarına emin olamıyorsak?
Hiç. Veya hiçe yakın.
Sen istediğin kadar güzelleştir ‘içini’ sonuç olarak hep bir soru işareti bırakıyorsun karşındakinin aklında, düşüncelerinde, belki gönlünde bile.
Risk taşıyorsun demek ki insan ilişkilerinde sevgiden ve süreklilik taşıyan güvenden yana. Risk de taşıtıyorsun aynı anda.
Kimse akılsız değil.
Herkes farkında ‘aralık bırakılan kapılar’ı.
Riskleri de.
O yüzden emeği, vakti, nakti herkes ‘İçinden’ çok, ‘dışına’ harcıyor.
Çünkü birinde aynaya bakınca, baktığın an görüyorsun sonuçlarını.
Diğerinde ‘o ayna’ sen ölünce konuyor önüne.
Ölünce nasıl anılıyorsan, içinin güzelliği ne kadarsa, o görünüyor aynada.
Birinde biraz boya, biraz ameliyat, biraz spor, biraz bakımla, sonuç o anda ortada. ‘Ve getirileri de sana’. Getirileri de madde ve bu dünyada.
Diğerinde, hayatının toplamından çıkıyor sonuç ve son saniyeye kadar kapı hep aralık, çünkü son saniyede yapacağın bir hareket tüm güzelliği mahvedebiliyor. ‘Ve getirileri de başkalarına’. Getirileri de manevi.
Birinde istediğin an çirkinleşip, sonra da güzelleşirsin peşinden.
Diğerinde bir kez çirkinleştin mi, ağzınla kuş tutsan bir daha ‘tam olarak güzelleşmek’ mümkün değil.
Fiziksel özelliklerde bir yanlış hiçbir doğruyu götürmüyor.
Diğerinde bir yanlış, tüm doğruları götürebiliyor.
Ve gördüğüm kadarıyla insanoğlu riski sevmediği, riskten uzak kalmayı akıllıca bulduğu için;
Neredeyse bütün yatırımlarını dış güzelliğe yapıyor.
İçindeki güzelliklerdense pek emin değil. Emin olmadığını da diğer insanlarla ilişkilerinde aralık bıraktığı kapılarla anlatıyor bizlere.
‘Kişi kendini nasıl bilirse, karşısındakini de öyle bilirmiş’.
Biz de içimizi iyi bildiğimiz için, sadece karşımızdakinin fiziksel güzelliğiyle yarışmayı tercih ediyoruz. Ve de yeteri kadar da tatmin oluyoruz elde ettiğimiz sonuçlardan, güzelliğimiz adına.
İçin güzelse dışına bunca emeği vermene çok da gerek yok.
İçinin güzelliğini fark edebilecek insanlar da zaten dışına takılmaz.
Kalıcı olansa kesinlikle dış güzellik. Yaşının ilerlemesi güzel olduğun gerçeğini değiştirmez.
Riskli olansa, kalıcılık ve kalite garantisi olmayan iç güzellik.
Esas, kalıcı ve garantisi olmayana vermek lazım emeği. Yaşın ilerledikçe daha da güzelleşebilmek için.
İçin gerçekten güzelse, dışının ne olduğunun önemi de kalmaz.
Güzel bir çift gözle ömür geçmez.
Güzel bir yüreğe de bir ömür yetmez.
*********************************************************************************
27.11.2011
Bizim millet erkeklerinin en şiddetli ve en vazgeçemedikleri tek sevdaları, aşkı yaşamaktır. Hele egzotik ve romantik yaşanacak aşkla dolu bir seyahat için neleri var neleri yoksa döküverirler ortalığa. Ne vakit ne de nakit umurlarında olmaz. Yeter ki aşkı yaşasın, yaşatsın. Tur da olabilir tabii ki.
Bir arkadaşın kızı ilk tur organizasyonunu, Madagaskar’a düzenledi. Satışa girerken, ‘egzotik ve romantik bir aşk yaşayalım’ sloganı ile çıktı yola.
Çıktığı yolda, bir tek annesi eşlik etti ona.
Anne kız egzotik ve romantik aşk dolu bir seyahat yapıp dönmüşlerdir her halde.
Dedim, dinletemedim.
Yani akıl mı, sen Türkiye’den Madagaskar’a insan taşıyıp para kazanmayı hayal ediyorsun. İnsanlar egzotik, romantik bir aşk yaşasınlar diye. Kime? Koluna taktığı kadınla bu nevi aşkı yaşamak için ömür boyu çırpınan bizim milletin erkeklerine.
Oldu.
Ayrıca, hadi böylesi bir erkeği tedarik ettin, egzotik ve romantik bir aşk nasıl olacaksa turla ve de nasıl yaşanacaksa cümbür cemaat tanımadığın insanlarla birlikte, orası tam bir muamma.
Zaten tur ile bir yere gitmenin lafı bile yeter beni sırt üstü düşürmek için.
Cümbür cemaat seyahate, tanımadığın, huyunu suyunu bilmediğin insanlarla, nereye? tatile, görmeye, gezmeye, eğlenmeye. Hadi sıkı arkadaşlarla olabilir, belki bir nebze anlarım (bir nebze).
Kimsenin kimseyi tanımadığı bir cemaatle günlerini vıç vıç geçirmek için para ödüyor, zaman ayırıyorsun. Olacak iş değil.
Hadi fiyat avantajı doğruda, tek başına gitsen kimse seni kimse ham yapmaz ki oralarda. Artık internette var, listele nerelerse sana cazip gelenler git, gez toz, dön kendi bildiğin gibi kendi başına.
Kendi başına değilsen seyahatlerinde , hele turla gidiyorsan bir yerlere, bir sürü tiple geçireceksin demektir bu kıymetli ve de özendiğin anlarını, günlerini.
İlla ki her şeyi bilen bir adam vardır. Girişken. Grubu onu da bunu da yapalım a, edelim e teşvik eden ikide bir. Bir sosyal, bir sosyal. Genelde evlidir. Karısı kadıncağız da öyle durur bir kenarda. Lüzumsuz bir zattır.
Çok komik olduğunu iddia eden bir başka adam. Hiper. Bazen hakikaten komik de olur. Olurda ne fayda.
Bazen iki adam tek tipte de toplanabilir. Felaket.
Hiçbir şey bilmeyen bir veya iki kadın. Rüküş. Sürekli tuhaf şeyler satın alırlar. Yirmi dört saat konuşurlar durmadan. Eğlendirir.
Hiçbir şey bilmediğini bilmeyen bir erkek ve bir kadın. Sürekli daha da tuhaf şeyleri satın alırlar. Hangisi bilmiyorum, biri ağzını fena şapırdatır. Masalarına düşmeyeceksin. Sinir bozucu.
Cabbar, eli maşalı bir kadın ve de bezmiş kocası. Kadın herkesle tartışır. Adamsa bakışlarıyla özür diler. Sakıncalı.
Arkadaşlardan ve birinin kardeşi veya kuzenlerinden oluşan üç dört kadın. Birinin kocası veya sevgilisi de gelmiş olabilir. En zararsız tipler. Kendi aralarında eğlenirler. Bu grup iyi.
Şaşkın bir çift. Hep gülümserler. Nereye çeksen gelirler.Mülayim. Fuzuli.
Aşık bir çift. Onlar hep kenar köşelerde durur. Millet içini geçire geçire onların öpüşmelerini, el ele yürümelerini seyreder. Kıskanılası.
Koca adayı var mı, koca adayı? Diye bakınan tek başına veya iki kişi gelmiş kadınlar. Memlekette yetmiş milyon içinde bulamadıkları kocayı sınırın ötesinde bulacaklar. Aşık çifti kıskanırlar, iç geçire geçire. Saldırgan da olabilirler.
Birinin ‘turlardan iyi iş çıkıyor’ tavsiyesi üzerine yatacak kadın peşine düşmüş kel adam. Yatamadan döner, bir daha da çıkmaz tura mura. Kokar da muhtemelen. Herkese sırıtır.
Yaşlı bir çift. Turun keyfini aşık çiftle beraber çıkaran diğer çift. Sevimli.
Tek başın bir kadın. Amacı meçhul, sürekli kitap okuyor. Konuşmaz. Etrafa bakınır güneş gözlüklerinin arkasından. Odasına erken çekilir. Sabah kahvaltısına ilk o iner. Kitaba devam. Hitchcock.
Sempatik bir çift. Yabancı dilleri yok. Kim ne derse desin anlamaya çalışıp, hep de gülüyorlar. İyi insanlar. Sonradan her bayram ararlar. Neden yani?
Güzel, sakin, sosyal kadın. Güzel kadının, dünyayı ona dar eden sinirli çirkin kocası. Aşık çifti kıskanır kadın. Bir de sinirli koca daha da azmasın diye önden ortalığı kolaçan eder sürekli. Kadın gizli sohbetlerde.
Evliliklerini kurtarmak için son anda tura katılmış mutsuz çift. Mutsuz gelir, mutsuz giderler. Dönüşte boşanırlar. Ömür boyu hatırlamazsın bir daha.
Ha bir de, sürekli ellerinde ki cep telefonlarından internete girip, sağa sola fotoğraf, mesajlar yollayan bir çift daha. İyi bir şey, çok resmin olur dönüşte. Sempatik olabilirler (bazen).
Aşağı yukarı tipler bunlar. İstisnalar da olur, ilave edeceklerinde. Diyeceksiniz ki ne var bu grupta olumsuz ve sakıncalı olan? Hiç. Sadece gerek yok. Her kafadan ayrı ses. İtiraz edenler. Lüzumsuz konuşmalar. Lüzumsuz sosyalleşmeler.
Amacın ne? Tatil. Tatilin amacı ne? Dinlenmek, eğlenmek, belki de öğrenmek.
Bu grubun içinde? Öğrenmek belki. Dinlenmek, eğlenmekse zor. İnsanın tam manasıyla, birlikte keyifle dinlene bileceği, eğlene bileceği insan sayısı çok azdır.
Mutsuzluğu paylaşan çok olurda, mutluluğu layıkıyla paylaşansa yok denecek kadar azdır.
Az olanı sen git hiç tanımadığın insanların içinde ara, pek akıllıca değil.
İzciler gibi karganın şeyini bıraktığı saatte topluca kalk. Akşama kadar haldur huldur oradan oraya git. Sonra dinlendim, eğlendim. Yalan.
Tur gruplarını oluşturan insanları seyretmeye bayılırım. Defalarca peşlerine takıldım, yolumu değiştirip.
Şahane eğlence. Bedava tiyatro. Hem de spontane. Sürprizi bol.
Bende katıldım aralarına bazen. Günü birlikte olsa. Gençlikte hatalar daha da çok oluyor...
Durup dururken alakalı alakasız saraylar gördüm, hatta porselen üretim yeriyle, cam atölyesi de çeşitli memleketlerde. Bizim memlekette yok ya, ne kadar faydalı oldu bilemezsiniz, porselen ve cam üretimi konusunda bilgim görgüm çok arttı. Tesis kuramam, ama duruma hakimim. Henüz hakim olduğum bu durumla ilgili bilgime yönelik bir talep almadım kimseden ancak, ölmeden aktarırım birilerine birikimlerimi. Pahalıya patladı bana, işe yarasın.
Al sana tur.
Saraya geldik, o zaman evliyim. Yaşımız çok genç karı koca. Kendi başımıza çıkmışız yurtdışı seyahate (bu yurtdışı lafı da alem bir laf).
Neyse, sarayı gezeceğiz illa. Mühim bir saray (mış). Rehber almazsan sokmuyorlar içeriye tek başına. İngilizce anlatan rehberin turuna birkaç saat var daha. Beklemekte istemiyoruz. Dilimiz dışarıda gezecek yerler var sırada.
İtalyanca anlatan rehberin peşine takıldık, ilk sıra onundu. Oda oda içinde, oda oda içinde yürüyoruz. Adam anlatıyor, İtalyanca. Artık ne diyorsa. Bizim gözler fıldır fıldır. Hani o an gördüğümüz bir şeyle rehberin İtalyanca kelimeleri arasında ola ki bir bağ kurabiliriz belki diye. Öğrenmeye doyamıyoruz ya…
Bir odada durduk hep beraber. Adam anlatıyor da anlatıyor. Odanın ortasında bir oturak. Bana kalsa yürüyüp gideceğim, ama ne mümkün, tura yazılmışsın bir kere. Bizim gözler fıldır fıldır falan değil artık. Sabitlenmişiz ve kitlenmiş sadece oturağa bakıyoruz karı koca. İtalyanca anlatım bitmiyor. Fonda San Remo müzik festivali yani bizlere göre, gözümüzün önünde de bildiğin oturak.
İtalyanlar aralarında fıs fıs konuşuyor, yorumlar yapıyorlar. Anlamıyoruz, her halde oturağın önemi ve insanlık tarihinde ki yeri ile ilgili konuşmalar.
Biz;
- Hı, hımm
Rehber anlatıyor, gözlerimiz oturağa sabitlenmiş, biz;
- Hı, hımm (bu ‘hımm’ bozulan aletler önünde söylenen ‘hıımmm’ la aynı değildir. Karıştırmamak lazım. Başında ‘hı’ vardır ve ‘hımm’ daha kısadır, ‘anlıyorum, vay bee, yapma yaa’ anlamındadır)
Avusturya’nın falanca sarayında ki oturağın tarihçesini ve insanlık aleminde ki önemini, İtalyancadan dinleyen Türkler olarak yeteri kadar bilgilenmiş olduk. Kendimden emin olduğum tek bilgi, kraliçenin o odada o oturağa …tığı yönünde. Eminim, çünkü odanın ortasında kocaman bir oturak vardı. Duvarda da oturağın sahibesi kraliçenin tablosu. Bazen hala rüyalarıma giriyor o oturak, kraliçe de, ıkınırken.
Al sana tur.
Aylarca hayaller. Paralar pullar, işler güçler organize edilmiş. Sonrasında zihinlerde kalan tek şey ‘oturak’.
Yine aylarca hayaller, paralar pullar, işi gücü organize etmişsin;
Yer Güney Amerika. Ülke Meksika. Yucatan yarımadası. Karın, kocan, sevgilin her kimse yanında veya belki de yalnız, Maya medeniyetinden dünya kültürüne miras Chichen Itza piramidinin önündesiniz.
Saatler saatler uçmuşsun oradan oraya. Sonra üstüne yine saatlerle kara yolu tepmişsin. Her an, her dakika konsantrasyonunun artmış ve kabarmış. Nerelisin artık önemini yitirmiş. Ve müthiş piramidin önündesiniz şu an. Gerçekle hayal arasında bir yerdesiniz. Otlar bile bin yıllık görünüyor sizlere.
Sessizlik insanın içini ürpertiyor. Huşu var. Ruhunuz Mayalılarla birleşmek üzere.
Her bir yanında 91 basamak var piramidin. Birleştikleri noktadaki son basamakla ediyor 365, yani bir yılın gün sayısı. Müthiş. Bin yılı geriye doğru kat etmişsin, geçmişsin başka bir aleme.
Akılların şaşmış, huşu arttıkça artıyor. Sevdiğinizle elleriniz kenetlenmiş. Ruhlarınız uçuyor. Dalıp gitmişsiniz. Maya insanısınız artık.
Arkadan bir ses;
- A aa, baksana, tayyip tayma kapak olmuş.
Yaa, al sana tur.
Tayyip tayma,
Sende Mayalılara kapak oldun mu? Oldun.
Al sana tur.
Madagaskar.
Egzotik ve romantik aşk yaşayacaklar. Kimler, bizim vatanın buram buram aşka hasret, aşk özlemiyle yanan, aşk kokan evlatları.
Hem de saydığım tiplerle beraber, hem de turda.
Oldu.
Bir de bana hayalperest derler.
********************************************************************************************
26.11.2011
Verdiğin her nevi mutsuzluğun özrünü dileyebilirsin bir gün eğer ki istersen.Eğer ki mutsuzluk verdiğin kişi yaşıyorsa ve hayattaysa.
Ve de her ne yaşıyor ve yaşatıyorsan, kaynağı hep kendi içindeki hesaplaşmalarının sonuçlarına endeksli.
Kendi iç hesaplaşmanın sonuçları ne çıkıyorsa, uygulamalar da yine bu sonuçların eserleri.
Ölümüne kısa bir süre kalmış ve ölümü kesinleşmiş karını, kocanı, sevgilini terk etmen için nasıl ve ne gibi bir nedenin olmalı kendinle iç hesaplaşmanda?
Nefret? Kızgınlık? İntikam? Aşk? Sevgi? Seks? Ne…?
Kimsenin özel hayatına girmem. Gerek yok.
Kimsenin benim özel hayatıma girmesine de izin vermem.
Ancak aylardır bu konudan aklımı uzaklaştıramıyorum.
Sürekli sorduğum soru şu;
Hangi telaş ve hangi zaafların ve hangi duyguların ve hangi arzuların ve isteklerin, o gün olmasa bile kısa zamanda öleceği kesin bir insanı, hem de zamanında ‘seni seviyorum’ dediğin bir insanı’ üzerek’ terk etmene neden olabilir?
Terk edilenin illaki karı, koca, sevgili olması da gerekmiyor.
Bir dost, bir arkadaş, bir akrabada olabilir terk ettiğin kişi.
Her bir birey kendi içinde bir bütün. Eğrisiyle, doğrusuyla. Bütünlüğü tamdır, yarımdır kimseyi de ilgilendirmez.
Eğriliğinin ve doğruluğunun getirileri de senin, götürüleri de.
Ve de seninle yaşamayı tercih edenlerin de fakat...
Herkes kendi için, kendine göre, kendi kadar insan.
Beğenirsin, beğenmezsin.
Her bir bireyin, insanlık adına ‘kendi insanlığının’ tarifi de farklı olabilir. Bu tarifin içinde kendine biçtiğin payeler de. Bu da doğal.
Diğer tarafta, evrensel boyutta tarifi de var ‘insan olmanın’.
Binlerce yıldır, akılların, ruhların ve de gönüllerin süzgecinden geçerek bu günlere gelmiş bir tarif bu. Adına ‘insanlık’ diyoruz.
Bu tarifin sınırları her yönde çok da esnek. Toplumdan topluma, zamandan zamana, durumdan duruma da esner bu sınırlar.
Ancak esneyemediği haller de vardır. Esnemesinin insanlar tarafından refüze edildiği, etrafı yüzlerle, binlerle yıldır insanlar tarafından ‘esnemesin diye’ kalın, sert duvarlarla örülmüş.
Örnek vermek gerekirse, bir çocukla seks ilişkisine girmenin mazereti yoktur insanlık adına. İster sevgi, ister aşk olsun nedenin, kabul görmez evrensel anlamda ve insanların ‘insanlık’ tarifinin içine de sığmaz hiçbir şekilde.
Bunun gibi birçok örnek sıralamak mümkün.
Demek ki, insan olmanın özelliği evrensel anlamda yine insanlar tarafında kabul gören değerlere endeksli.
Değerlerin neler olduğunu da insanlar, yaşanmışlıklarından yola çıkarak, yüz yıllar içinde, hatta belki de binlerce yıllar içinde belirliyor.
Bu değerleri insanlık adına kabul görmeyen sınırlara çekmeye başladığın anda duyguların, akılların, ruhların metabolizmalarıyla oynamış oluyorsun.
Ve de bozulan metabolizmalar ‘seni’ reddediyor.
Dışlıyor. İstese de, seni sevse de, seni anlamaya çalışsa da kabullenemiyor.
İçinden ve içlerinden söküp atıyorlar ‘seni’.
Yargılanmana, yargılanma talebini değerlendirmeye fırsat bile tanımadan hem de.
Çünkü insanlık değerlerini oluşturan en önemli kilometre taşlarından biri de ‘vefa duygusu’.
Vefa duygusu, bizim geçmişimizden bugünlere ve bugünlerden yarınlara doğru çıktığımız yolda olmazsa olmaz tek köprümüz.
Vefa duygunu yitirdiğin anda dününle bugünün, bugününle de yarınların arasındaki tek köprüyü yıkmış oluyorsun.
Ve de yıktın mı bu köprüyü bir kez, yeni ‘sen’le baş başa kalıyorsun yolun her hangi bir yerinde.
Kötü mü?
Kötü mü, iyi mi diye tartışmanın anlamı yok ki.
Sonuç var.
Sonuçta, içinde yaşadığın toplum gözünde, ruhunda ‘insan olmak’, ‘insan olarak anılman’ adına değerini düşürüyor, hatta bazı durumlarda değerini sıfırlıyor da.
İyi de, ‘bana ne’ diyebilirsin.
De.
İnsan görüntüsüne sahip, ‘insan sınıfına’ sokulmayan bir canlı olarak, mutlu ve mesut tamamlamayı becerebileceksen geriye kalan ömrünü, ‘bana ne’ de de.
Hayatta her şeyin affı var. Her şeyin. Affetmediğimiz sürece kendi varlığımızı da inkar etmiş oluruz.
Ancak, diğer yanda geriye dönülmeyen tek yol da ‘ölüm’ bu ‘dünyada’.
Öldün mü, seninle bu dünyada iletişim kurmak bir gün istense de mümkün olamıyor.
Öbür dünyada ne oluyor ne bitiyor bilmiyoruz. Af istiyorsan, özür gerekiyor ve tüm özürler de bu dünyada.
İnsan olarak yaşadığımız, insanca değerleri taşıdığımız yer bu ‘dünya’.
İnsani değerlerini insanlara takdim edebileceğimiz yer de bu ‘dünya’.
Bir insanı mutlu veya mutsuz edeceğimiz yer de bu ‘dünya’.
Bir insana teşekkür edeceğimiz veya özür dileceğimiz yerde bu ‘dünya’.
Ancak o insan yaşıyorsa, hayattaysa bu ‘dünyada’.
Ve kendinden dahi özür dileyebileceğin yer de bu ‘dünyada’. Yaşıyorsan ve hayattaysan hala.
Ya bir gün çok pişman olursan? İnsanca, insan gibi, her insan gibi, ya bir gün pişman olursan, nasıl özür diler, ellerine sarılır ve de özür dilersin bir ölüden?
Bilemezsin yarın sabah hangi duygularla kalkacağını yatağından.
Hani bir gün ansızın hiç de aklında, ruhunda yokken, ansızın aşık olduğun gibi.
Bilemezsin yarın neler hissedeceksin, duyguların sana neler söyleyecek, neler hissettirecek, nerelere taşıyacak ‘seni’.
Kendine büyük bir ceza verdin efendi.
Kendine verdiğin ceza, bizleri daha da ‘insan’ yaptı.
Öncelikle, eski eşine rahmet diliyorum.
Toprağı bol, mekanı cennet olsun.
Sana da teşekkür ediyorum.
Benim ‘insanlık değerlerime’ ve ‘vefa köprüme’ daha da sıkı, çok daha, hem de sımsıkı sarılmama bir kez daha ve yeniden neden olduğun için.
Aşk güzeldir.
Aşk şahanedir.
Bizi çok ağır ve çok zor bir görevle baş başa bıraktın efendi. Aşka da ağır bir ceza verdin.
Aşkı, aşkın güzelliğini, şahaneliğini yeniden temize çıkarmamız gerekiyor, görevimiz çok ağır ve çok zor.
Benden sana kocaman bir ‘0’ insanlık değerleri adına.
Hatta insanlığın adına da. Hatta ‘aşk’ adına da.
Ben bir gün ölene kadar, her aklıma geldiğinde hep üzüleceğim.
Umarım ve de dilerim sen de bir gün üzülürsün bu ‘dünyada’.
Hak ettin.
‘İnsanlık değerleri’ seni yargılamaz, yargılamamalı.
Seni yargılamak bile insan olmayı var eden ‘insanlık değerlerini’ eritip, yok eder.
‘İnsanlık’ da buna izin vermez bu ‘dünyada’.
Yani bizler.
Yani biz ‘insanlar’.
Yüzlerce, binlerce yılımızı inkar etmeyiz ‘senin’ için.
********************************************************************************************25.11.2011
Kolejlerde okuyan çocuklara İngilizce öğrenmeleri için yapılan zulmün sonuçları sonradan çıkıyor ortaya. Akıllar şaşmış bir kere. Sınavların heyecanını atamıyorlar üstlerinden ilerlemiş yaşlarına rağmen.
********************************************************************************************
24.11.2011
Kolejlerde okuyan çocuklara İngilizce öğrenmeleri için yapılan zulmün sonuçları sonradan çıkıyor ortaya. Akıllar şaşmış bir kere. Sınavların heyecanını atamıyorlar üstlerinden ilerlemiş yaşlarına rağmen.
Hani var ya, ‘70, ‘80, ’90 lar. Bu durumun başlangıcı ’80 lerin başları.
Bizim kuşağın icadı, benim tabirimle ’58 kuşağı.
Türkler uzun zamandır kendi aralarında İngilizce konuşur, yazışır oldu.
Koca koca kadınlar, koca koca erkekler, anneler, babalar, belki de dedeler, nineler.
Saldırınca ‘daha iyi ifade ediyoruz kendimizi’ diyorlar önce. Sonra, ‘aman işin matrağındayız’ da diyorlar, daha da sıkıştırırsan ‘ne var bunda?’ diyorlar.
Kimler diyor? Ve neyi? Ve nasıl?
Kimler? Türkiye’ de doğmuş, Türkiye’de büyümüş, Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti kanunları çerçevesinde eğitim veren okullardan, kolejlerden mezun olmuş Türk vatandaşları.
Neyi? Demek istediklerini, düşüncelerini, duygularını, arzularını.
Nasıl? İngilizce lisan dilinde.
Gerçek anlamda vatanseverdir hepsi, adım kadar eminim. En küçük şüphem yok.
Vatana, millete, cumhuriyete, kültürümüze ve Atatürk’e dil uzatmaya kalkanın dilini koparırlar. Bir saniye bile düşünmeden.
Ancak, iş kendi tercihleri günlük kullanım diline gelince, yaklaşımları ingilizce.
Doğdukları ülkenin ana diliyle ifade edemiyorlar kendilerini, zannedersin yurt dışında doğup, büyümüşler. Sonra da vatana geri dönmüşler.
Doğru kelimeleri de Türkçede değil, İngilizcede buluyorlar ancak.
Hadi ortaokul, lise seviyesinde olurlar, aklım biraz erer. Derim ki pratik yapıyorlar. Olabilir.
İyi de, yaşlar gelmiş kırklara, ellilere, hala neyin pratiği peşindeler yahu?
Ola ki altmışlarda karşılarına bir İngiliz çıkarsa, rezil olmamak hedef zaar.
İngiliz demesin ki, ‘şu Türklere bak, iki kelime İngilizceyi doğru düzgün bir araya getiremiyorlar, tüüh, yazıklar olsun’.
İngilize rezil olmamak mı neden? Öyleyse daha da fenalaşıyor durum.
Kompleks tavan yapmış demektir.
Alışkanlık desen. Hangi alışkanlık. Kaçının annesi babası evlerinde İngilizce konuşmuş acaba…Yabancı dil bileni var mıymış acaba?
Dünya tek dilin etrafında birleşiyor, doğru. Doğru da, kendi aramızda ne işi var İngilizcenin?
Atatürk dil devrimini 12 Temmuz 1932 tarihinde yaptı.
Kolej mezunlarıysa 80’li yılların başlarından itibaren yeni bir dil devrimine ön ayak oldular.
Kendi aralarında ingilizce konuşan, yazışan ilk Türkler. Mr and Mrs Brownlar.
Enteresan.
Devamı, yeni kuşaklarda bu devrime canı gönülden katkı sağlayınca bu günlere geldik göğsümüzü gere gere.
Benim görüşüm, İstiklal Marşı’nı da İngilizceye çevirmeliyiz. Alternatif dünya dili meraklıları için. Dünya insanı olduğumuzu da göstermiş oluruz böylece yedi cihana.
Daha rahat okunur ve de anlaşılır. Özellikle yurt dışı törenlerde.
Onuncu yıl marşını da tabii ki.
Bu ülkeyi oluşturan insanların kültürlerinden gelen farklı farklı dilleri var. Bak geçmişlerine, binlerce yıldır nesilden nesile devir olmuş diller.
Demek yeni bir nesil, yeni bir kültür oluşturma çabasında.
‘Kültür dilleri’ de İngilizce.
Onların yetiştirdiği çocuklarında ‘kültür dilleri’ İngilizce olacaktır bu durumda.
Torunları ve torunlarının çocuklarında da devrimlerini hedeflenen sonuca ulaştırmış olurlar.
Kendine güven konusunda sıkıntı çekenler, sağlam zemine bastığını zannettiği oluşumların, birlikteliklerin ortağı olmak isterler ki, güç alsınlar, güven kazansınlar kendileri adına birey olarak. Ve farklılık yaratsınlar kendileri adına, diğerleriyle karşılaştırınca.
Hiçbir sakıncası yok benim için.
Kim ne isterse onu yapar, ister kompleks, ister kişisel karakterinin özelliği nedeniyle.
Bana ne. Herkes özgür olmalı. Her anlamda, her alanda.
Ama konu milletin bütünlüğüne gelince, yani bayrağa, ülke sınırlarına ve de ana diline ve de kültürüne, sahip çıkmak adına özgürlüklere sınırları çekmezsen, bir gün elinde ne bayrak kalır, ne gümrüğünden dışarıya çıkacağın sınır, ne ana dilin ne de kültürün.
Bu konu milletin bütünlüğünü çok zedeler mi? Hiç zannetmiyorum.
Ama gelecek kuşaklara aktaracağın ‘kendi kültürünü’ temelinden sarsar, zedeler bu kesin.
Ben bu konuda ‘bitaraf’ değilim.
‘Bir tarafım’.
Tarafımı da koyuyorum ortaya. Net.
Doğru kullanırım, eğri kullanırım Türkçeyi, bu benim sorunum.
Türkçe kelimeleri şaşırtıp eğlenirim, bu da benim eğlencem olur, kime ne.
Türk isem, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysam, Türkiye’de yaşayıp, Türklerle muhatap oluyor, Türklerle iletişim kuruyorsam, Türkçeden şaşmam.
Ana dilim olan Türkçeden.
İngiliz olsaydım, İngilizceden şaşmazdım.
Ancak İngiliz değilim.
Ne olduğum ve ne olmadığımdan da gayet memnunum.
Sözlük olarak da ‘Türk Dil Kurumu’nu kullanıyorum.
Türk olmayı ‘duruma göre’ sahiplenenlere de öneririm;
Ruhen kendini dünya vatandaşı görmek, hissetmekle,
Nüfus kağıdını taşıdığın ülkenin ‘vatandaşlığını taşımak’ arasındaki fark,
Ülkenin sınırında,
Ülkenin bayrağında,
Ülkenin ana dilinde,
Ve ülkenin ‘kültürel özelliklerinde sahip çıkmakta’ yatmaktadır.
Yazdıklarımı anlayamayanlara ‘ingilizce’ye tercüme edip yollayabilirim.
‘Üsküdar Halk Evleri Kadınlar Korosu ve Bağlama Ekibinden Oyun Havaları’nı İngilizceye tercüme etmiş adamım, bunu mu edemeyeceğim.
Ders bitmiştir.
Çalışın, haftaya sözlü var.
Türkçe kendini ifade edebilmekten.
‘’Bişi olmaz, di mi?’’ diyenlere lazer tabancam ile ateş ediyorum.
Çünkü;
‘’di’’…
Not 1: Uzaylılarla karşılaşan Türkler ilk ne der? Merhaba, hoş geldiniz mi? Hello mu? Hi! mı? Bu konuyu irdeleyeceğim. Sonuçlarını sizlerle paylaşacağım.
Not 2: Benim eve, ev işlerine yardım etmek için gelen hanım, telefonu kaparken bana ‘bye’ diyor. Yaş; altmış. Kolej mezunu olduğunu zannetmiyorum.Yaa…
********************************************************************************************
24.11.2011
Çakmasını bileceksin. Nereye, ne zaman, nasıl çakacağın çok önemli.
Önce hissetmek lazım tam nereye.
Elin ağır da olmamalı. Avucunun orta kısmıyla, kararlı, sert ancak şefkat ve sevgi dolu olmalı çakmaların.
O zaman düzeliyor hemen,
Televizyonum.
Evlenmeler ve boşanmalardan sonra elimde kalan ganimetlerden biri de televizyonum. Şekli eski tarz buharla çalışan bir lokomotif kadar farklı şimdiki plazmalarla karşılaştırırsanız.
Dev gibi bir kutu. Bir şahsiyet o, baş köşeye yerleşmiş, geleni gideni kesiyor.
Tam da matrak bir filmin ortasında ekranda zigzaglar ve de kaymalar başladı geçen akşamlardan birinde.
Çocukluğumdan beri karşılaşmadığım bir durum. Eski televizyonlarda da vardı bu özellik.
Neyse, ilk zigzaglanma anındayız şu an.
Önce açtım, kapadım, açtım, kapadım, sonuç sıfır.
Geçtim decoder’a. Kartını çıkarıp takıyorum, fişten bile çektim, tekrar taktım, nafile.
Bir iki dakika iyi, sonra yine zig zaglar, kaymalar ekranda. Bir elektronik mühendisi edasıyla televizyonun arkasındaki aralıklardan gözümü dikip içine bile baktım nedense.
- Hımmm…
Ne anlayacaksam gördüklerimden. Bu ‘hımmm’ sesi önemlidir arızanın başında ağzımızdan dökülen. Başarıyı getirmese de, insanın kendine olan güvenini arttırır, vakit kazandırır ve seyredenleri etkiler, ‘vaay bee demek adam konunun uzmanı’ nevi.
Ve her halde zigzagların ve kaymaların beni çocukluğuma taşımasının da etkisiyle, memleketimiz evlatlarına özgü en geleneksel boyutta, en ilkel tamir yöntemine karar verdim ve de dev kutu şahsiyete bir tane çaktım. Yan tarafından.
Sonuç? Mükemmel.
Televizyon düzeldi hemen. Demek ki, geleneksel ve ilkel tamir yönteminden şaşmamak lazım.
Çocukken hatırlıyorum, etrafımda bir sürü insan aynı tür çakmalar yapardı televizyonuna, radyosuna.
Bendeki iyi eğitim, iyi gözlem, zamanı gelince çıkıveriyor su yüzüne.
Ancak çakma işlemini hafife almamak gerekiyor. Uzmanlıkla duygular iç içe olmalı.
Öyle gelişi güzel çakılmaz televizyona. Önce arızayı ve arızanın yerini hislerinle tespit edeceksin. Bu noktada ‘hımmm’ sesini de çıkarmayı ihmal etmemelisin.
Konsantrasyonunu arttırır, çakralarını da açar. Ve doğru noktayı yakaladığını anladığın, hissettiğin an çakacaksın bir tane, sert, kararlı ancak şefkat ve sevgi dolu.
Aynı çakmayı ben en ala plazmaya yapsam, elli teknisyen elli senede toparlayamaz cihazı. Benim televizyon kaldırır ama eski toprak ne de olsa.
Sonra düşündüm kendi kendime de, ben çocukken ya elektrikli aletler çok pahalıydı, ya da bizim alım gücümüz düşüktü.
Bir alet alındığı zaman, ya alet ölürdü bir gün, ya da sahibi.
Öyle ikide bir değiştirmezdi insanlar evlerindeki elektrikli eşyalarını.
İnsanlarla aletler arasında zamanla duygusal bir bağ bile kurulurdu tahminimce.
Kolay mı, aynı buzdolabıyla otuz, kırk sene yaşamak.
Zaten duygusal bağın olduğuna dair veriler de bu yönde.
- Bir soğuk su verebilir misiniz?
- Ahh, özür dilerim, dinlendiriyoruz dolabı.
Zannedersin, sevgili halamız gelmiş uzun yoldan yorgun argın, yatırmışız içeriye, dinleniyor.
Buzlarını çözüyoruz bile demiyoruz. ‘Dinlendiriyoruz’. Canımız, bir tanemiz sevgili buzdolabımızın bir müddet dinlenmesini istiyoruz.
Eskiden üretilen aletler ne acayipti.
İlk çıkan yerli santrifüjlü çamaşır makinelerini hatırlar mısınız? Yürürdü.
Ne yapsan etsen hakim olamazdın makineye santrifüj başladığı zaman. İlla ki gidecek bir yerlere. Özgür ruhlu makinelerdi demek.
Bir arkadaşımızın makinesi bir akşam biz de onlardayken salona girmeye kalktı. Seninki badi badi çıkmış banyodan, tak tak kafa atıyor salon kapısının kasasına, kablosu yetse muhabbete gelecek salona.
Nasıl geçmişti onca yolu anlayamamıştık. Aynı makineyi o banyo kapısından içeri iki adam zor soktuk sonra.
Bizim çamaşır makinesi de gezerdi. Ancak bizimki içine kapanıktı karakter olarak, çıkmazdı banyodan dışarı.
Aklıma eski televizyon antenleri de geldi laf açılınca. Üstten antenli. Nerede öyle apartmanın tepesinde toplu anten sistemi o zamanlarda. Üsten iki çubuk, çekersin uzar, başlarsın çevirmeye.
- İndir indir, yook öbür yana çevir, ama olmuyor çok çevirdin. Hadi ama film bitecek.
Film de film olsa hani.
Çatı üstü anten için bağlantı yerine askı sokulurdu görüntü daha da netleşsin diye.
Askının ucunu kıvırırsın, sokarsın arkadaki deliğe, büfeye falan dayarsın askının kendini, altına kitap da olur.
Tava asanı bilirim ben. Bakır kablo ile.
İnsanların aletlerle ilişkisi ciddi anlamda duygusal boyutlara ulaşınca, paran olsa da vazgeçemezsin aletlerinden.
Benim televizyon da öyle. Zig zag mig zag, sert, kararlı ama şefkat ve sevgi dolu bir çakma ile işi bitiriyorum. O da anlıyor beni. Hizmette kusur etmiyor. On beş senedir birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Taş olsan erirsin bunca zaman sonra, insan bağlanıyor istemese de.
Aslında, sadece makinelere değil, insanlara da çakıyoruz bazen en ilkel yönümüzle, en ilkel yöntemlerle.
Seviyoruz millet olarak çakmayı. Çak çakabildiğin kadar her yönde, her insana.
Laflarımızla. Sözlerimizle. Hareketlerimizle.
Bazen bakışlarımızla da.
Hatta olaylara da çakıyoruz. Tavır koyarak.
Beklediğimiz, olması gereken sonuçları alıyor muyuz? Bilmiyorum. Değiyor mu sonuçlar adına bu çakmaların? Meçhul. Ama sonuçları akıl süzgeçlerinden geçirmeden, çakmalara devam de ediyoruz. Kararlı ve sert.
Kararlı olmak güzel. Eğer ki verdiğin kararın içini evrensel ve insanca akıl, bilgi, duygu ve deneyimle doldurabiliyorsan.
Bazen sertleşmek de gerekebiliyor. Doğru zamanda, doğru oranda.
Ancak sertleşmeni ve çakmaları, şefkatten ve sevgiden mahrum ettin mi, kararlarının arkasındaki değerler doğru da olsa, anlaşılma ve ikna yönünde topal kalıyor algılanma ve kabul görme hallerimiz.
İnsanlara, olaylara çakmadan yaşayabilmeyi öğrenmenin eğitimi ile uğraşıyorum uzun yıllardır kendi kendime, kendi benliğimde.
Fena da değildi aslında geldiğim nokta. On vermem kendime, ama sınıfta da bırakmam.
Tam ‘aman aman ruhum da nasıl da gelişiyor, değişiyor’ diye sevinçler içindeyken, televizyon efendinin zig zaglanması beni yeniden en ilkel hallerime geri döndürdü.
Bu konuda gittiğim yol arpa boyuymuş demek ki, o da gümledi bir an da.
Vaz geçmek yok. Devam eğitime benliğimde, çakmamak adına.
Ancak çok da özlemişim be yahu.
Bir zig zaglansa da yine çaksam televizyona, ne güzel olacak.
Çakmanın cakası da esaslı oluyor tesadüfen de olsa başarıyı elde edince.
‘Hımmm’…
*********************************************************************************************
*********************************************************************************************
23.11.2011
‘Artık Aklı Başına Gelmiş Kadın Senaristler Birliği’ yeni senaryolarından çekilecek yeni filmleri için ‘filmin esas oğlanı (erkeği) aramaktadır’.İlana bak sen…
Hem ilana, hem de ilanı veren ‘Birliğe’.
İyi de bu ilanı film yapımcıları veya yönetmenlerinin vermesi gerekmiyor mu?
Yahu işi gücü bıraktık ilanların peşine düştük galiba.
Kendi senaryolarını yazmak istemeyenler ve de iyi bir senaryonun iyi bir filmi içinde başrol erkek olmak sevdası gibi bir niyeti olmayanlar devamını okumasınlar, çünkü kesinlikle onlarla ilgili değil bu ilan.
İlanın başlık yazısından sonrası şöyle devam ediyor, aynen aktarıyorum.
‘’Artık Aklı Başına Gelmiş Kadın Senaristler Birliği, Birlik üyesi olan kadın senaristlere ve/veya senarist olmak isteyen kadınlara hizmet amaçlı olarak aşağıdaki özelliklere sahip bekar ve/veya boşanmış, erkek ve/veya er kişiler arasından ‘olası senaryolardan çekilecek filmlerde yer almak üzere ‘erkek baş rol oyuncuları’ aramaktadır’.
Adayların falan filan tarihe kadar, renkli vesikalık ve boy fotoğrafları (fotoğraflar son bir sene içinde çekilmiş, mayolu, çıplak baş ve ayak görünecek şekilde, önden, yandan, arkadan, tepeden olmak zorundadır), öz (veya öz zannettikleri) geçmişleri ile birlikte ‘Birliğimiz’in falanca adresteki merkez ofisine şahsen müracaatları rica olunur.
Yazılı müracaatlar içinden seçilecek kişiler, ‘Birlik’ kurulumuz tarafından sözlü ve gözlü ve kokulu mülakata alınacaklardır.
Kurulumuzun sözlü ve gözlü ve kokulu mülakatından geçecek adaylar, kostümlü prova sırasında kadın senarist ve/veya senarist adaylarımız ile teke tek görüşmelere katılma şansına sahip olacaklar ve kabul görüldükleri takdirde, senaryoları, görev yerleri, sosyal hakları kendilerine bildirilecek ve işe kabulleri yapılacaktır’’.
Ama bu büyük bir fırsat.
Ben erkek olarak çok etkilendim şahsen ilanın baş tarafını okuyunca.
Bir tek mayolu, baş ve ayak çıplak, önden, yandan, arkadan, tepeden fotoğraf işi erkek adayları biraz tedirgin edecektir benim görüşüm.
İlan devam ediyor;
Adaylarda özellikle aranacak özellikler;
‘’Din, dil, ırk, milliyet farkı gözetilmemektedir.
İnsan gibi insan olması şartı mutlaka aranmaktadır.
Hijyen testi için ‘Birlik’ tarafından adaylara bildirilecek hamam ve/veya spalardan rapor istenecektir.
Akıl ve ruh sağlığı adına en az üç eski karı ve/veya sevgili (gerçek) den ıslak imzalı tavsiye mektubu istenmektedir.
Nazik, zarif, sevgi dolu ve sevecen (kendinden olmayan bir çocuğa karşı dahi) davranışlar içeren karakter özelliklerine sahip olanlara öncelik verilecektir.
Alt ve üst yaş sınırları konusunda ‘Birlik’ içinde konsorsiyum sağlanamamıştır.
Eğitimden çok yıllık gelir (veya gelirsizlik) değerlendirmede esas alınacaktır.
Zeka ve akıl ölçümü gerek görüldüğü takdirde teke tek görüşmelerde yapılacaktır (aşırı zeki ve akıllılar tercih edilmeyecektir).
Kültür; yazmışlar, sonra tipexlemişler, sonra birkaç kez daha yazılmış tekrar tipexlenmiş.
Fiziksel özelliklerde, çok fazla kapris yapılmayacaktır. Hatta ‘söz valla’ diye ayrıca not düşülmüş.
Seks ve sevişme hakkında düşünceleriniz demişler, yanını boş bırakmışlar. Aday tarafından doldurulacak. Ha, pardon, ‘bakınız akıl ve ruh sağlığı şartları’ denmiş altta. Anladım aynı ıslak imzalı tavsiye mektuplarından isteniyor.
Romantizm kısmını buraya aktaramayacağım ilgilenenlere maille yollarım, çok uzun. Küçük boy harflerle yazılmak kaydıyla yüz sayfayı geçiyor.’ Deneme çekimleri yapılacaktır’ deniyor en altta.
İş akdi süresi, bir artı bir olacaktır.’’
Şartlar çok uygun göründü bana. Çok geniş bir katılım beklediklerine eminim.
Erkekler için de iyi bir fırsat. Kendi senaryolarını yazmak yönünde pek de becerikli oldukları söylenemez erkeklerin. Yazsalar da, başrol kadın oyuncu seçiminde iyi değiller.
Cezbedici bir senaryo içinde yer almak, sosyal haklar da elverişli olduğu müddetçe çok daha akıllıca.
Ayrıca rol de gayet iyi. Başrol oyuncusu olacaksın sonuç itibariyle. Statün, pozisyonun da iyi toplum içinde.
Kadınların yazdıkları senaryoların mutlaka eğlenceli, neşeli, heyecanlı ve keyifli olacağı da kesin.
Yalnız önemli bir riski göz ardı etmemek lazım. Sözleşme uzun vadeli değil. Bir artı bir diyorlar. Yani her bir senenin hakkını vermek lazım. Yoksa pat diye filmin dışında bulursun kendini bu saatten sonra, şakaları yok gibi.
Sonuna doğru ilanın birden canım sıkıldı.
Aynı ilanın devamında;
Şartlar aynı kalmak kaydıyla, yine aynı senaryolardan çekilecek filmler için ‘yardımcı erkek oyuncu’ da aradıklarını fark ettim birden.
Gerçekten çok sıkıldı canım.
Ne demek şimdi bu yani? Neye yardım edecek ki bu adam? Yardım mı gerekiyor?
Diğer tarafta bu saatten sonra o rol, bu senaryo, şu şartlar diye pek de seçme şansı kalmadı da erkeklerin.
Hele uzun yıllar boyu onlarla, belki yüzlerle filmde figüran olarak da çalıştıktan sonra.
Ortalıkta doğru düzgün kadın senarist sayısı da çok az. Bu durumda doğru düzgün senaryodan çekilmiş film sayısı da kısıtlı.
Bu şartlar altında hayatının gelecek yıllarını eğlenceli, neşeli, heyecanlı, keyifli ve sevgi dolu geçirmek istiyorsan önce adaylık şartlarını iyi bellemek, devamı uygulama tarafını da iyi becerebilmek gerekiyor.
Birkaç erkek arkadaşımla birlikte okuduk ilanı. Baktım, kimi ayna tutmuş tepeden görmeye çalışıyor kendini şimdiden. Kimi mayonun rengi ne olsuna taktı hemen kafayı.
Bence bu ilana müracaat çok olacaktır. Benim tespitlerim bu yönde.
Bu ‘Birlik’ işi ele aldığına göre arkası gelir.
Hadi bakalım, yeni yeni filmler çevrilecek demektir etrafımızda yepyeni senaryolardan. Gidişat onu gösteriyor.
Eğlenceli, neşeli, heyecanlı, sevgi dolu ve de keyifli. Bizler de oturur seyrederiz, hayatımıza yeni renkler katılır, ne güzel.
Mutluluk bulaşıcıdır. Sevgi de. Herkese yarar, iyi gelir bu girişim.
Erkekler adına çok sevindim, umarım kaparlar yeni başrolleri.
Ben biliyorum bunun ne demek olduğunu.
Çünkü ben erken davrandım, çoktan kaptım bile şahane bir başrol.
Hem de şansım çok yaver gitti, şahane bir senaryonun şahane bir filminde.
Senarist de, kadın da başrol oyuncusu aynı zamanda.
Darısı diğer erkeklerin başına.
Dikkat, ilanın en altına bir not düşülmüş.
Not: Birliğimiz üyeleri bugüne kadar geldikleri süreç içinde birlikte çalıştıkları veya çalışmak zorunda kaldıkları film ‘Yap’ımcıları ve ‘Yön’etmenleri ile yeni yazılacak senaryolara ait yeni filmlerde bir daha katiyen çalışmama kararını ‘Oy Birliği’ ile almışlardır.
Eski ‘Yap’ımcı ve ‘Yön’etmenlere ‘Artık Aklı Başına Gelmiş Kadın Senaristler Birliği’ olarak hayırlı muvaffakiyetler dilenmektedir.
*********************************************************************************************
22.11.2011
Gazetede bir ilan gördüm;
‘Senarist ve başrol oyuncusu aranıyor’ diye,
Benim ilgimi çekti. İlgisini çekmeyenler için ilanın devamını okumanın anlamı yok.
İlgisini çekenler içinse, devam edelim ilanı okumaya.
‘Eğitim, yaş, cinsiyet, eğitim, kültür ve karakter özelliği şartları aranmıyormuş.
E, iyiymiş.
Devam ediyor,
‘Kazanç dolgun ve doyurucudur’.
E oldukça iyi.
Müracaat ‘Özel Yaşam Merkezi’.
Hooppala..Nere burası?
Nerede bu ‘Özel Yaşam Merkezi’? Sizleri bilmem ama ben bu devirde, bu yaştan sonra uzaklara gidemem kazancı dolgun ve doyurucu da olsa.
Dur bakalım, yazmışlar ilanda;
‘Özel Yaşam Merkezi’; ‘Ben’im evdeymiş. Yani ‘Sen’in evde demek istiyorlar.
Bu iş oldu, tamamdır, yakınmış. Evde iş, cazip.
Diyorlar ki, aranan senaristin yazacağı senaryo kendi hayatınızla ilgiliymiş. Yani ’Sen’le ilgili. Ben yazıyorsam ‘Ben’le ilgili.
Aynen okuyorum;
İstediğinizi yazmakta serbestmişsiniz. Konu, mekan, dekor, ışık, ses her şey sizin kaleminizden çıkabilirmiş.
Yazdığınız senaryoyu hayata geçirirken tam anlamıyla başarılı olabilmeniz için, başrole talip olmanız da öneriliyor ilanda.
Anladığım kadarıyla,
Aksi durumlar oluştuğunda, sizin ‘sen’ için yazdığınız senaryoda başrolü bir başka kişi de kapabiliyor ve senin isteğin ve kontrolün dışında hareket ederek, senin ‘sana ait senaryonu’ da değiştirebiliyor. Riskli.
İyi de, kendi yaşantınızın senaryosunu yazmak da kolay değil. Zor bir işe benziyor.
İyice hayallenmek gerekiyor bu durumda. İyice inmek gerekiyor iç taraflara da. Her birimiz ne var ne yok bakmamız lazım, her bir yerimizin en derinlerinde.
O zaman, demek ki, yaşanmışlıklardan da yola çıkarak, yaşamak istediklerimiz yönünde kurulmalıyız hayalleri ki, senaryonun içinde rahat edebilsin insan.
Mantıklı geldi bana. Madem mantık güdüyoruz, soruları da netleştirmek gerekir.
Mesela kendinizi nerede görüyorsunuz adres olarak? Nasıl bir insan olarak? Neler yaparken? Neleri yapmazken?
Neler giyiyorsunuz? Neler yiyip içiyorsunuz? Nelere gülüyor? Nelere ağlıyorsunuz? Nasıl yatıp kalkıyor? Ne işlerde çalışıyorsunuz? Çalışıyor musunuz? Kimlerle arkadaşsınız? Ya dostlar? Kimlere komşusunuz? Aşk var mı? Ya sevgi? Sevgi nasıl yaşanacak? gibi…
Hepsine tek tek sizin karar vermeniz lazım. Sadece içinize, gönlünüze, aklınıza, ruhunuza, hayallerinize bakarak. Kolay değil, ancak imkansız da görünmüyor bana.
Kaç bölüm olmalı? Baktım ilana, sınır yok deniyor. İstediğiniz kadar bölüm açabiliyorsunuz.
İlgili, ilgisiz.
‘İlgi’ ile ilgili tek şart, yazılan senaryoda ne var ne yoksa sadece sizin ‘kendi öz’ tercihiniz olmalıymış.
Senaryonun süresiyse enteresan. Çünkü deniyor ki ilanda, hem bu günü, hem yarınları, hem de tüm geleceğinizi kapsamalıymış senaryo. Hepsi birden olmalıymış içerikte, ayrı ayrı değerlendirilerek.
Aradım, sordum sebebini, enerji problemi varmış. Her an elektrikler kesilebiliyormuş. Yani ansızın film duruveriyormuş bazen. Hem de pat diye. Ve film de yanıveriyormuş işin kötü tarafı kesinti olduğu an.
Bu önemli yahu. Not aldım hemen. Bugün, yarın ve gelecek içeriğe ayrı ayrı dahil edilecek. Önemli, altını çizdim.
Devam edelim okumaya.
Senaryonun ne denli başarılı olduğu, senaryonun ne kadar ‘Sen’ gibi olduğuna bağlıymış. Ve bizler ‘Sen’i, ‘Sen’ de kendini seyrederken anlıyormuşuz hep beraber ne denli başarılı olduğunu filme yön veren senaryonun. Bu adil. Hepimiz varız seyredenler kurulunda. Sevdim.
Başrol oyuncusu olma şansınız var diyorlar, tabii ki yine siz talipseniz bu role.
Ancak başrole talip olursanız, rol kesmek kesinlikle yokmuş. ‘Sen’ nasılsan öyle oynayacak, öyle konuşup,öyle belirleyip duruşunu, öyle de ifade edecekmişsin kendini filmin içinde. Normal.
Senaryoyu yazıyormuşsun, yazıyormuşsun da, ancak metin yokmuş. Metin olmayınca, konuşmalar da belirlenmiyormuş önden peşin peşin. Her şey içinizden geldiği gibiymiş. ‘Sen’ nasılsan öyle olmalıymış. ‘Sen’ gibiymiş her şey.
Suflör de yokmuş. Suflör yok, çünkü ezber yok, e haklılar. İtiraz etmedim ben şahsen.
Senaryoyu yazarken sonsuz özgürlük varmış. İstersen, sınırlar koymak adına ve özgürlüğün nerede başlayıp nerede biteceğine, yani aklınıza gelen her şeye siz karar veriyormuşsunuz. Bu oldukça da iyi bir avantaj, güzel.
Ha, pardon, filmin adını atladık. Filmin adı;
‘Ben’miş.
‘Ben’ filmini seyretmek herkese serbestmiş. Sadece seyretmek ama. Filmin içine dahil olmak isteyenler çıkarsa, ona da siz karar veriyormuşsunuz.
İsterseniz filmin içine dahil ediyor, isterseniz de çıkartıyormuşsunuz filminizden dışarı. Canınız ne zaman nasıl isterse.
Veya, ilana, yani dönün en başa, senarist ve baş rol oyuncusu ilanı ilginizi çekmediyse, o zaman başkalarının filmlerini izleyerek de geçirebilirsiniz hayatınızı diyorlar. Özgürsünüz her yöne doğru karar verirken.
Başkaları sizleri kendi filmlerinin içine almak isterlerse, onların filmlerinde yer almak ve oynama şansınız da varmış.
Bu da olası yani.
Haklı olarak, kimi insan yardımcı oyuncu olmak isteyebilir. Başkasının yazdığı senaryoda yer almayı da.
Tercih meselesi.
Kazancı dolgunsa, doyuruyorsa sizi neden olmasın.
Biri diğerinden daha iyi değil.
Önemli olan karar. Ancak, verdiğiniz kararın ‘Sen’ gibi olması önemli.
Karar ‘Sen’ gibiyse, kazancı her zaman illa ki dolgun ve doygun olacaktır, doğru.
Aradaki fark, anladığım kadarıyla ilandan;
Senaryo sizinse ve siz de soyunduysanız başrole, ‘Ben’ filminin bütün hasılatı, bütün kazancı sadece sizin oluyor. Hasılatı, kazancı da istediğiniz gibi de dağıtıyorsunuz etrafınıza. Veya hepsini cebe indiriyorsunuz, canınız nasıl istiyorsa artık.
Yok, senaryoya talip değilseniz, yardımcı oyunculuk da sizi tatmin ediyorsa o zaman filmin adından size ne bence, değil mi? Siz getirisine bakmalısınız. Yapın pazarlığı en baştan, zamanında da ödüyorlarsa, ne ala.
Ha, başrole talip olmadan, başkaları için yazıyorsanız senaryoları oturduğunuz yerden, durumunuz pek parlak değil gibi gözüküyor bu durumda.
Ne koyarlarsa önünüze, şükredeceksiniz çaresiz.
Ağlaşmadan.
Karar sizin.
Dönün başa, ilanı bir kez daha okuyun.
Düşünün, taşının verin kararınızı.
Hazır zamanınız ve elektrik varken.
Bir ilan insanın hayatını değiştirebiliyor bazen.
Demek arada sırada okumak lazım ilanları.
Bu arada, eğer ki sizinde aklınıza, gönlünüze, ruhunuza yattıysa bence elden ele gezdirmek lazım bu ilanı.
Bakarsınız bir insanın daha işine yarar.
Maksat istihdamı desteklemek. Boşta, boşa basan insan kalmasın.
Not 1 : Yazı bitmeden aradım, sordum sizler için, ani elektrik kesintilerine mani olmak için çalışmaları sürdürüyorlarmış, ancak henüz tatmin edici sonuçlar alındığına ve alınacağına dair kesin bilgi vermekten çekiniyorlar.
Not 2: Benim şahsi düşüncem, bu enerji problemi son bir kaç milyar yıldır çözülemedi ve pat diye ve ansızın gidebiliyor ışıklar. Ha bire yaşıyoruz bu durumu etrafımızda. Bir an evvel karar vermek lazım diyorum.
Hazır ışıklarımız ışık ışıl yanıyorken içimizde.
**********************************************************************************************
**********************************************************************************************
21.11.2011
Şehre bir liraya mutluluk geldi. Bedava, kaçırmayın fırsatı.
Şehre bir liraya mutluluk geldi. Bedava, kaçırmayın fırsatı.
Müzisyen demek doğrumu bilmiyorum. Bazıları gerçekten çalamıyor doğru düzgün.
Bazılarıysa yavaşlatıyor adımlarını insanların, kalasın geliyor üç beş dakika da olsa orada.
Akustik adına şaheser mekanlardır metrolar.
Milyonlarca insanın aklı, kalbi telaş içindeyken, koşarak geçtiği betondan mekanlar. Tek bir amaç için, varmak, varabilmek adına bir ucundan girip diğer ucundan çıktığımız ucu bucağı belli olmayan tüneller.
Geçmiş yıllarda çok özenirdim yurt dışına yapılan seyahatlerde.
Enfestir, çok romantiktir, çok insandır yer altında yankılanan o güzelim sesler.
Genelde, keman, akordeon, saksafon, viyolonsel gibi müzik aletlerine, bizim memlekette kanun, ut, saz da eklendi ve de çümbüşü arttı keyiflerin.
Ben sevdiğim için mi bilmiyorum, eskiden saksafona verdiğim birincilik payesini, şimdilerde kanuna veriyorum metrolarda.
Bir kenara çömelip, bir tek atasım geliyor.
Şehrin yedi kat altında, onca betonun, onca insanın arasında kalpleri pamuk helvaya çeviren seslerin sahiplerine karşı zaafım var.
Doğru çalana da, eksikli çalana da, şaheser çalıp döktürene de sevgim ve hayranlığım ve de tutkum var.
Yaşasın metro müzisyenleri. Onlara çok ihtiyacı var insanların şehir hayatı içinde.
Aslında;
Gri asfalta, kaldırıma uçuşmuş ıslak ve rengarenk, sanat şaheseri sonbahar yaprakları gibi,
Yolun ortasında arsızca büyümüş ve pıtırak gibi açmış yaban gülleri gibi,
Geç kaldığın toplantıya telaşla yetişmeye çalışırken, öpüşen bir çifti bir an için bile olsa seyretmek gibi,
Saatlerdir trafiğin içinde çok bunalmışken ansızın boğaza tepeden bakmak gibi,
Çok soğukken hava, bir kafeye sığınıp fincanı avuçlarının içine alarak sıcacık çikolata içmek gibi,
Kızgınlıklar içinde elinde telefon yürürken sokaklarda, minik koca kulak sarı göz bir kedi yavruyla göz göze gelmek gibi,
Siyahlara bürünmüş kalabalıklar içinde kırmızı desenli çok büyük şalını uçara uçara yürüyen kadına tutulmak gibi,
Yanımızdan bir anda geçen iç açıcı parfüm kokusu gibi,
Kışın sokaktan kestane alıp hepsini tek başına yemek gibi,
Gökyüzünde bulutların oyunlarına dalıp gitmek gibi,
Metro müzisyenleri.
Şehrin ıskaladığımız güzelliklerine yeni yeni katılmaya başladılar ve hayatlarımızı daha da renklendirdiler melodileriyle.
Metro müzisyenleri bir liraya satıyorlar mutluluğu.
Sadece bir liraya.
Müzik aletlerinin kutularına zarifçe bıraktığımız tek bir liraya.
Bedavaya mutluluk.
Gerçek hayatın içinde güzellik, sevgi adına, kısacık sımsıcak bir tenefüse çıkalım diye çalıp duruyorlar saatlerce.
Bazen bildiğimiz bir melodiyi, bazen bir anımızı, sevgiyle salıveriyorlar gönlümüzden içeri.
Pazartesi sabahımızda ve her an bizi sevgiyle karşılayacak mutlaka bir renk, bir ses var etrafımızda.
Şehir hayatı içinde bize sarılan, bizi kucaklayan güzelliklerde var illaki.
Kenarından geçip giderken göz ucuyla da olsa, kulaklarımızdan içimize bir an için dahi dolsa, bizi gülümseten güzellikler her an var etrafımızda.
Yeter ki izin verelim kendimize bir an için bile olsun.
Ve gülümseyelim..
Gülümsetelim kendimizi.
Bir an için dahi olsa.
Bu bir anlar bizi gülümseterek geri getirecektir evimize, sevdiklerimize akşam.
Boş verin bazen.
Bir an için bile olsa,
Sadece güzelliklere bırakın kendinizi.
Çok hak ediyoruz.
Hepimiz.
Tüm güzellikleri her birimiz için tek tek yerleştiriyor şehir yollarımızın üstüne.
Sıra geldi bizlere.
Göz ucuyla da olsa sadece görelim, sadece kulak kabartalım yeter.
Ve tüm hafta hep gülümseyelim, olur mu…
Sevgiyle, keyifle.
********************************************************************************************
20.11.2011
Pazar pazar, açık açık teşekkür.
Pazar pazar, açık açık teşekkür.
‘Birilerine’ ve de, 50+ ahalisine ve de,
‘Her nevi ayakkabı ve ayakkabı boyası üreticileri, satıcılarına, ayakkabı boyacılarına, lostra salonlarına ve reklamcılarına’
Açık açık teşekkür ediyorum.
Önce ‘Birilerine’;
Sessiz sedasız okuyorsunuz.
Tanımadığınız insanın tekini.
Ne buluyorsunuz,ne buldunuz, nedir sizi cezbeden bilmiyorum.
Kitap dedim, yayına koydum blogda binlerle okuma oldu.
Hem de sadece Facebook marifetiyle tanıtabildim.
Kitap yayını bitti bir gün. Okumalarda.
Günlük yazılar yazmaya başladım ben de, ben gibi.
Önce günde on okuma.
Sonra on oldu, yirmi, otuz.
Şimdilerde, elli, altmış, yetmişi normal buluyorum, yüzü geçiyor bazı günler sırıtıyorum.
Hem de pişmiş kelle gibi.
Aklıma, içime ne düşerse onu yazıyorum.
Gözlerim neyi görüyorsa, kulaklarım neyi duyuyorsa.
Neyi seviyorsam.
Neye kızıyorsam, neyi takmışsam kafama o gün.
Telaşsız, hedefsiz.
Toplasan ilk günden bugüne geçen sürede toplam iki ay.
Akşam okuyanlar, gece okuyanlar, sabahın erkeni, gündüz okuyanlar var.
Kimler okuyor bilmiyorum.
Layk eden, yorum yapan, birkaç arkadaş, tanıdık dışında.
Onlar da azınlıkta.
Çoğunluk hiç tanımadığım ‘Birileri’.
Yirmiden fazla ülkeden okundu yazılar bu güne kadar.
Görüyorum kontrol panelinden.
Kimler? Bilmiyorum ki, ‘Birileri’.
Hayatımı değiştirdim, hayatımın akışı değişti yazılarla.
Aman akşam oldu, yazıyı yayına almak lazım telaşı girdi hayatıma.
Sokaklarda yüklüyorum bazen. Bazen arkadaş evlerinde. Bazen restoran, meyhanelerde. Bazen kafelerde. İş toplantıları arasında, havaalanlarında, otobüslerde, hatta Kenya’da ormanın kıyısında.
Akşam olunca yüklemek lazım.
Akşamcılar bekliyor sanki. Veya ben öyle hissediyorum.
Yayına alıyorum, duyuruyu yapıyorum. Başlıyor ‘Birileri’ okumaya.
Tek tek.
‘Birileri’.
Kimler? Bilmiyorum.
Bildiğim, keyfim çok yerinde.
Gittikçe artıyor ‘Birileri’nin sayıları.
Hep yazdım hayatım boyu neredeyse.
İlk defa paylaşıyorum on seneden de evvel basılan ilk ve tek kitabımdan sonra.
Ben paylaşmak istedim.
Sizler de paylaştınız sessizce.
Hayatımı değiştirdiniz.
Sizleri hiç tanımıyorum.
Sizler de beni tanımazsınız.
Birbirlerini tanımayan insanların, ‘insan gibi insan’ların bu yakınlığı tavladı beni.
Sevilesi bir his.
Yakın, samimi, dümdüz.
Kendimi yazmak istemezdim.
‘Birileri’ hayatımı değiştirince,
Çok keyif verince ‘Birileri’,
Ben de ‘Birileri’ne teşekkür etmek istedim. Yazarak yine.
Yürekten gelen, sevgiyle ve saygıyla.
Ve de 50+ kurucularına ve ahalisine,
Ne güzel akıl etmişsiniz 50+’ı kurmayı ve de ne ‘güzel insanlar’ doldurmuş içini. Umarım geçecek yıllar içinde 60, 70, 80 hatta 100+’a kadar gider bu keyif hep beraber.
Doğru düzgün insan yok deniyor hep.
Doğru düzgün insanlar var, var da çoğu pısmış, kendi kabuğunda yaşıyor. Yavaş yavaş kabuklarını terk ederse ‘güzel insanlar’ ve de kaynarlarsa diğer ‘güzel insanlar’a, pek çok insanın yaşamlarına yeni güzellikler gelir beklenmedik.
Hepimiz neler neler biriktirdik 50+’a gelene kadar. Öbür tarafa götürmenin alemi yok biriktirdiklerimizi. Döktürmek lazım ortalığa. Ne var ne yoksa.
Paylaşıp boşaltacaksın heybeyi ki, yenileri dolsun içine.
Ellerinize, aklınıza sağlık ey ‘50+ kurucuları ve sakinleri’, kocaman bir teşekkür sizlere.
Ve bu vesileyle, ayrıca;
Milletimizin ‘artık’ keseye uygun, düzgün ve boyalı ayakkabılar giymesine neden olan, yönlendiren, heveslendiren, ayakçıklarını mutlu eden;
Tüm ayakkabı ve ayakkabı boyası üreticilerine, satıcılarına, ayakkabı boyacılarına, lostra salonlarına, reklamlarını yapanlara bu milletin bir ferdi olarak açık açık teşekkür etmek istiyorum.
Taba rengi, sivri burun, ucu kalkık erkek ayakkabısı sorununu da en kısa sürede çözeceklerine de canı gönülden inanıyorum.
Son iki yıldır her nevi kamuya açık alanda yaptığım denetimler sonucu gelinen bu durumu yine kamuoyuna açıklamayı da bir borç bilmekteyim.
Zamanında başlattığım ‘haydi ayakkabılar ayaklardan ellere’ kampanyam sonuç verdi. Kendimle gurur duyuyorum.
Sıra geliyor, şampuan, sabun ve diş macunu ve diş fırçasına.
Olacak bu iş.
Ümitlerim zirve yapıyor. İçim kıpır kıpır.
‘Her gün banyo günü, her banyo her gün’ kampanyasını da yine bu vesile ile sizlere ilan ediyor ve şu an itibariyle de başlatıyorum.
Aklayıp paklayacağım bu milleti. Misler gibi kokutacağım. Jilet gibi olacaklar. Tiril tiril olacaklar. Misyonum budur. Sizlerin de tüm kampanyalarımda aktif olarak görev almanızı rica ediyorum.
‘Her gün banyo günü, her banyo her gün’ kampanyamı zaman içinde ‘her duşa kabin, her kabine duş’ kampanyasıyla da destekleyeceğim sizlerinde yardım ve desteklerinizle.
Hayırlı uğurlu olsun vatanımıza ve milletimize.
Ne kadar iyi bir insanım ben.
İyi ki kampanya üstüne kampanya patlatıyorum.
Not: Yarın ‘erkekte’ beyaz ince çorabın yeri ve gri, tokalı mokasen ayakkabılara ne oldu? Konularını işlesem mi acaba diyorum…
*********************************************************************************************
19.11.2011
19.11.2011
‘Aşşkıımmm’ın işi tamamdır, müjdeler olsun.
‘Kuuşum’, ‘Aşşkımmm’ı bitirir arkadaşlar.
Bende ‘Kuuşum’u bitire bilirsem bir gün, selamete ereriz hep beraber.
Yeni ifademiz, in lafımız ‘Kuuşum’.
Entelektüel seviyesi ne olursa olsun, her nevi toplulukta ‘kuuşum’, ‘aşşkıımmm’ dan daha hızla ilerleme kaydetmekte, takipteyim.
Hatta açın feysbuk peyç lerinizi alın takibe duyuruları, yazışmaları, bir sürü kuuşum yakalayacaksınız aralardan. Etrafınızda da mevcut, dinlemeye alın yeter..
Başladı insanlar birbirlerine ‘kuuşum’ demeye. Tabii ki tetikçiler kadınlar yine.
Kadınların derdi ne? Anlamaya çalışıyorum pür dikkat. Hadi ‘aşşkıımmm’ ı aşka, gönüle yorduk falanda, ‘kuuşum’u nereye, neremize yoracağız?
Hadi aşşkıımmm’ı cinsiyet ayrımı gözetmeksizin kullanırsında, kuuşum da nasıl işleyecek sistem?
Çok sevmek, severken şefkat göstermek, biraz korumak, kollamak mı kuuşum’a doğru azdıran insanları, bilemedim.
Bildiğim, ‘kuuşum’ aldı başını gidiyor. Ve de tuttu pazarda, belli.
Yalnız, dikkat ettim, sizlere de faydam olsun, rezil rüsva olmayın orada burada, birinci ‘u’ harfini söylerken ‘u’ harfinin seslenişini yumuşatacaksınız ve biraz uzatacaksınız..
‘Kuu (yumuşak ‘u’) şum’.
Yine hava alanı. Ne acayip bir yer bu alanlar. Aşık, kuş arıyorsan, git alana, iki insandan biri ya aşık, ya kuş. Bıraksalar orada yatar kalkarım, hiç sıkılmam.
Bu sefer adres Havaş otobüsü.
Yanıma oturan kadın hallice balık eti. Beni cama sitikır etti oturur oturmaz. Daha doğrusu kadının tamamı et, sen istediğin canlının etiyle özdeşleştir (Önemli Not: Üstünde kısa gibi şort var, bacaklarda çok renkli büyük desen ekose çorap, bravo).
Elinde ki telefonla ilişkisi hat safhada yakın, kaynaşmışlar birbirlerine.
Ana rengi beyaz telefonun.
Küçük, ele avuca sığan bir buzdolabı hissi veriyor model ve renk itibariyle, ama sarkıntıları, sarkıtları ve de ekranı da ‘müzikhol’ kıvamında, yanar döner nevi.
Ha bire arıyor, arıyor, arıyor bir türlü düşüremiyor. Kimi? Birazdan bileceğiz. Biz sabır eyledik, sizlerde eyleyiniz.
Geliyor ‘kuuşum’.
Hah düştü. Yaya yaya, biraz da kırgın, ancak sevgide kusur yok;
- Kuuşum neeerdesin yaa? Bekledim ama yaa, göremedim seni ama yaa, ben bindim artık otobüse ama kuuşum şimdi yaa...
Kuuşum?
Peki.
Devam, hep beraber dinlemedeyiz;
- Tamam sen gel, ben Taksim Havaş’ındayım kuuşum. Gel, gel amaa. Orta kapının önündeyim, hadi gel kuuşum.
Bekliyoruz.
Havaş’ın arka tarafı komple beklemede. Kuşu göreceğiz hep beraber.
Ve kuş geldi. Sabredince oluyor.
‘Ponçik ayak aşşkıımmm’ bunun yanında prens. Baya prens, atı bile var.
Dört günlük sakal, nikotin diş, dolma parmak, terlek kel kafa, yarma ağbi (hallice balık eti yarı yaşında kuuşumun). Kafayı da geçirdi otobüs kapısının tepesine girerken. Girmedi, sığmaya çalıştı toplu taşıma aracımıza.
Ama ‘kuuşum’ bizim ağbi.
Kabullenmişte. Güldü, sarı sarı, görünce hallice balık etini.
Kadın kısmının erkek seçiminde esas olarak aldığı standartları belirleyecek kişi anasının karnından doğmadı daha. Para demeyin ilk bu duruma bakıp, parayla olmayacak durumlarda mevcut. En azından mevcutlardan biriyle tanıştık biraz evvel.
Ayrıca, bu kuş yakıştırmasının ne olduğu malum değil mi? Ben mi yanlış bilmekteyim.
Bu yüzden Aydın, olmadı mı ‘kuşum Aydın’.
Baba ne iş?
Abla sana ‘kuuşum’ diyo, sende koşup geliyon…
Aynı ağbimize gitme fazla uzağa, bundan sadece birkaç ay evvel ‘kuşum’ desem sokakta, gösterirdi bana kuşu. Yetmez, kuş yapardı beni.
Ama abla nasıl girdiyse ağbinin ruhuna, terlek yarma ağbimiz olmuş sana ‘kuuşum’.
Kıllı kuş.
Ancak ablada densiz hani.
Bu ağbiye sen ya kırk kere ‘kuuşum’ dersen ve de sonunda ya bu ağbi gerçekten olursa kuş,
Sonrada gelip sana konmaya kalkarsa ne halt etcen, hiç düşündün mü?
Hayır.
Yaa hatta, ya omzuna konmamaya karar verirse, iyice ne halt edecen?
Bir de üstüne sarı sarı sırıtırsa sabah?
Neyse, umurum değil.
Kuuşum için varımı yoğumu dökerim ortalığa.
Yeter ki şu aşşkıımmm işini halledelim.
Zaten bölündüler.
Bundan sonra daha kolay işimiz. Aralarına sızar, yıkarız içeriden.
En büyük faciaysa, çiftin biri başka bir modele oturturda, biri birine aşşkıımmm öbürüde diğerine kuuşum derse, bu millet gerçekten kaldıramaz.
Kaldıramaz derken,
‘Aşşkıımm’ın üstüne bir de ‘Kuşum’u kaldıramaz.
Sabahtan beri şeker serçelere bile bakınca gözümün önüne yarma terlek ağbimiz geliyor hep.
Yazık değil mi bana yahu…
**********************************************************************************************
18.11.2011
Bir grup yaşı genç kadın, sırıtarak, ‘ben bilmem, beyim bilir’ demeye başlayınca şehrin göbeğinde,
Akıllıyım, becerikliyim, eğitimim tamam, kültürlüyüm, güzelim, alımlıyım, iki ayağımı sağlam basarım diye sayan diğer bir diğer grup kadın çuvalladı yine aynı şehrin göbeğinde.
Çarşı da karıştı.
Yallah bir kısım herifler (bir kısmı?) doğru yeni grup yaşı genç kadınların koynuna.
Bu ‘ben bilmem, beyim bilir’ lafı var ya bir erkeği yüz elli sene köle yapar bir kadına.
Hiçbir şey bilmiyor. İsmini yazabiliyor bir tek, ancak bilmediğini de biliyor.
Kalıyor elinde tek değeri, dişiliği.
Kadınlık değil, dişilik.
Erkeğin tarifine göre dişilik tabii ki.
Yemek, yatak, çamaşır, bulaşık, ütü, üstüne de masaj.
İşte dünya gözüyle cennet, işte huriler.
Denklem doğru, derecesi dört dörtlük.
Vıdı yok, mıdı yok, işe güce, erkeğin hayatına müdahale yok.
Ne desen ‘hı’ diyor.
Ne versen ‘allah razı olsun’ diyor.
Üstüne bir de masaj.
Kadınla erkek eşit (miş). Ne münasebet, ‘beyim bilir’.
Geziyor, tozuyor, süsleniyor,
Akşama herifi gülerek karşılıyor,
Üstüne bir de masaj.
Biraz masraflı olabiliyor, e o kadar olsun. Aman, para be, gözü çıksın.
Kefenin cebi mi var.
Sadıkta.
Ödü patlıyor düzen bozulacak diye.
Yırtıcıda. Kuş uçurtmuyor herifin etrafında.
Cepler karıştırılıyor ikide bir. Her nevi.
Hem pantolon, hem ceket, hem de telefon olarak.
Adam ilah.
Adam kral.
Adam hem de çıplak kral. Gerçekten çıplak.
Bizim ablalar da, kendilerini geliştirecek diye uğraşıp duruyor.
Daha da, daha da.
Daha insan olmak adına. Kadın da…
Her şeyin dahası adına oku dur, dinle dur, araştır dur, akıl fikir, vizyon, ruh geliştir dur.
Karşılığı bir erkek çıkacak ya karşısına, hazırlanıyor ablalar.
Çıkmışsa da paylaşacak ya hayatı, bastırıyor.
‘Gül gibi kadın’lar yani.
İyi de gülden anlayan erkekler nerede?
‘Gül gibi erkek’ler yani.
Yok.
Var.
Var da, ‘ben bilmem, beyim bilir’ de var.
Boş bakma dönemi.
Karasızlık dönemi.
Bir tarafta gül, diğer tarafta ‘beyim bilir’.
Denenmemiş caziptir. Hatta üç beş kez denemekte caziptir.
Denenmemiş kazanıyor maçı.
Adam vın.
Güller aralarında uzun uzun tartışıyorlar, durum üzerine yorumlar yapılıyor falan. Felsefeler de.
Teoride iyilerde, doğru teori pratikte doğru ve beklenen sonucu veremiyor.
Diğer taraftaysa herkes memnun.
Heç valla, oralı bile değiller.
Yemek, yatak, çamaşır, bulaşık, ütü, üstüne de masaj.
Hayatı paylaşıyorlar, onlara göre, yeteri kadar.
Yuvarlanıp gidiyorlar işte. Yuvar, yuvar.
Basite indirgeyip hayatı.
Zaten hayat basittir genelde erkekler için.
Basit hayatın içinde mutludur erkek kısmı.
Gül ablalarsa hayatı zorlaştırıyorlar erkeklere, kolaylaştırdıklarını zannederken.
Gül gibi kadın diye tarif ediyorlar kendilerini, kendilerine ait değerlere bakarak.
Akılları da almıyor, nasıl oluyor da oluyor böylede böyle diye.
Oluyor emme velakin. Hem oluyor, hem de uyuyor.
Hele uyuma safhası şahane, horla horlaya bildiğin kadar. Laf etmek kimin haddine.
Bu hafta sonu eğer ki akarsanız gece alemlerine, ortalıkta gül göremezsiniz.
Belki tek tük çıkar arada.
Ancak ‘beyim bilirler’ çoğunlukta.
Demek ki,
Yemek, yatak, çamaşır, bulaşık, ütü, üstüne de masajda var bir hikmet.
‘Kaşınan yeri parmak gözden iyi görür’müş.
Hayırlı muvaffakiyetler diliyorum herkeslere.
Denenmemiş caziptir hep.
Siftahı sizden, bereketi Allahtan.
*********************************************************************************************
17.11.2011
Ne kadar patron kılıklıyız biz.
Bağnaz, tutucu, her nevi yeniliğe ve de kendimiz gibi olmayanlara karşı kapalı.
Ve de aslında için için çok kıskançta,
‘Yapanlar’a karşı.
‘Yapmayanlar’a da tam destek, kendi gibi olduğu için.
Hep ön plana çıkma hastalığı.
Aklının doğru olduğuna yemin etmişlik.
Yeteri kadar dünya görüşü ve yeteri kadar da bilgi sahibi olduğuna da inanmışlık.
Afra.
Tafra.
Kimimiz gürültücü, kendini öne atarak.
Kimimiz sessiz sedasız, samanın altından.
Ama hep bir bilmişlik hali.
Evde, işte, sosyal hayatta, ailede, her nevi ortamda, her nevi konuda.
‘Aramızda sessizce gözleyip, sessizce bilgilenip, sessizce sadece kendi benliği ve kendi varlığı gelişsin diye çabalayan o kadar az ki’.
Hemen agresifleşmek.
Hemen sert tavırlar.
Uzlaşmak için önce haklılığımızın onay görmesini bekleyen.
Renksizde.
Cıvıltısızda.
Uzman zannederek kendimizi neredeyse her konuda.
Oturmamız bile dayı dayı, ukala ukala.
Ya bacak bacak üstüne atılır kaykılarak,
Ya bacaklar, ayaklar odanın ortasında.
Ya bir ayağın bileği diğer dizin üstüne, yine kaykılarak.
Hani ben varım.
Ben bilirim.
Ben patronum.
Sizlerde bilgilerimden, görüşlerimden faydalanan şanslı insanlar.
Sor söyleyeyim. De anlatayım edası.
Ancak bildiğim yerden gelsin.
Yoksa madara olurum. Madara olmam da aslında, gargaraya getiririm nasılsa cevabı.
İşin hasını ben bilirim.
Sevgide uzmanım
Aşkta master yaptım.
Seks de ilah olduğum söylenir.
Kültür birikimim en üst düzeyde.
Komiğimde genelde.
Duygusal ve yardım severim.
Kodum mu oturturum.
Yeme içme konularında gurmeyim.
Yenilikçiyim.
Politika, siyasette bilir kişiyim.
Spor da tartışmasız otorite.
Önden yürürüm, lider doğmuşum.
İyi insanım, kalbim yufka.
Yalan dolan ne demek hiç bilmedim.
Aşırı derece becerikliyim, canımın istediği işlerde.
İyi bir kocayım, iyi de sevgili ve aşık.
İyi bir babada.
Nazik biriyim. Centilmenim.
Ve de tabiidir ki doğal yapım gereği otoriteyim de.
Diye diye yırtınıp duruyor erkeklerin büyük bir kısmı.
Kadınlar da yiyormuş gibi gözüküyor.
Yiyorlarsa namerttim.
Var ya onlara bi kalsa,
Kalmıyor ama.
Kalamıyor.
Kalsın istemiyorlar.
Bu da onların zaafı olsa gerek.
Ve de bir gün bu zaaflarını yenerlerse, yenmeye karar verirlerse,
Ortada ne erkek kalacak ne de merkek.
Bir taraf önce erkek sonra merkek sonra insan (zannımca).
Diğer taraf önce insan sonra dişi (zannımca).
Sevimsiz bir yazımı bazı erkekler adına?
He ya, öyle valla...
Yerse.
Yarın; ‘Gül gibi kadın’ ne demek Allah aşkına? Bilen var mı?
*********************************************************************************************
*********************************************************************************************
16.11.2011
Öküzün erkeği kadını olur mu diye sorunca, aklıma bizim kızların iki de bir yaptığı X koca muhabbeti geldi hemen. Çağrışıma bak, öküzün erkeği deyince direk X koca.
Öküzün erkeği kadını olur mu diye sorunca, aklıma bizim kızların iki de bir yaptığı X koca muhabbeti geldi hemen. Çağrışıma bak, öküzün erkeği deyince direk X koca.
Bu X koca lafına da bayılırım. Koca ama üstüne X konmuş (kim bilir evliyken üstüne X konmuş kaç koca vardır..)
X karı lafını kullanan erkek olmaz çok. ‘Bizim eski karı’ der genelde erkekler.
Mr. X öküz koca dan çok çekmiştir bizim ablaların büyük bir kısmı.
Bir küçük kısmı da çok çektirmiştir X kocalara o da ayrı.
Ancak büyük oran küçük oranı dövünce konu ister istemez X öküz koca üstünde yoğunlaşıyor.
Neden X koca ya öküz adı yakıştırılır konusunda son yirmi senedir (boşanmalar 30’ ların başlarında başladı aşağı yukarı) çevremde ve kendi üstümde yaptığım hiç de derinliği falan olmayan, sadece yüzeysel araştırma ve gözlemlerim neticesinde;
Öküzlüklerle ilgili durumları aşağıda ki başlıklar altında toplamak mümkün;
- Nafaka ve/veya terk edilen (veya kovulduğu eve) maddi destekten imtina edilmesi.
- Babalık görevlerinde aşırı ‘görevsizlik hali’. Ki bu görevsizlikleri de maddi ve de manevi diye ikiye ayıra biliriz.
- X kocanın yeni sosyal hayatına anında adapte olmasının ölçüleri (sosyal hayatın içini bir sonra ki kadın olarak doldurmak mümkün).
- Bir sonra ki kadının kültür, eğitim, sosyal yaşam içinde ki yeri ve yersizliği ile ilgili ölçümler.
- Bir sonra ki kadının (ve/veya kızın) biolojik yaşı (değerlendirme notunda oldukça fazla ağırlığı olan bir maddedir).
- Bir sonraki kadının akıl yaşı (aşırı akıllı olması da akılsızlıkla bir değerlendirilir).
- X kocanın yeni yaşamında ki yeni stili, yeni üslubu. Zamanında yapmadıklarını yapma ve zamanında yaptıklarını yapmama ölçüleri. Yani kısaca ‘hal, hareket ve gidişat’.
Kadınlar bireysel ve toplu olarak X kocayı uzun müddet gözetim altında tutarlar ayrılığı takip eden ilk birkaç yüz yıl içinde.
Gözetimlerden bireysel ve toplu olarak çıkardıkları sonuçlarla da X kocanın öküzlük derecesini belirlerler.
Tabii ki önce bu mertebeye eriştirmek gerekir, gerekir ki devamında derecesi belirlensin.
İşin enteresan tarafı, bireysel ve toplu olarak yapılan değerlendirmeler sonucu öküzlük mertebesine eriştirilmiş ve notu oldukça yüksek olan bir X koca bir başka noktada ki bireysel ve de toplu olarak yapılan değerlendirmeler sonucu makbul erkek muamelesi de görebilmektedir rahatlıkla.
Kimler tarafından? Yine kadınlar tarafından.
Demek ki bu öküzlük halleri göreceli X kocalar adına.
Kişiye özgü değil. Kişinin o an için beraber olduğu kadına karşı davranışlarına özgü.
Mesela ben, feci öküzlükle suçlanmış ve de suçlanmaya devam edilen bir çok X koca gördüm ki şu an için büyük aşklar yaşayan ve çok makbul erkek muamelesi gören.
Veya aşklar yaşamasa da yeni dahil olduğu sosyal ortamda rağbet gören ve el üstünde tutulan.
Demek ki kadınların tamamı birlik, dirlik ve konsorsiyum içinde değiller.
Yani öküzlükle ilgili parametrelerde kararlar ortak noktalarda birleşse de, bir evvel ki davranışlar değerlendirmeye alınmıyor.
Her bir yeni kadında bay öküzün tüm notları sıfırlanıyor ve ona yeni bir şans veriliyor öküzlükten fırtmaktan yana.
Enteresan.
Bu enteresan durum tabidir ki Mr. X öküz kocaya fazlasıyla yaramakta.
Bu durumun psikolojik olarak bay öküzde yan etkileri olsa dahi, mağdur erkeğin kadınlar tarafından sevilesi erkek olarak kabul görülmesi (bu konuyu irdeleyeceğim kısa bir süre içinde, kanıma dokunuyor galiba), yan etkilerle ilgili yaralarında anında sarılmasına neden olacaktır.
X koca içinde zor durum.
Bir yanda öküzsün, diğer yanda sevilesi, makbul erkek.Tepe sersemi olur insan, yani öküz, yani insan.
Bu gelgitlerin insanı perişan etmesi an meselesi. İnsan acıyor gerçekten. Ağlamak bile mümkün bu yüzden (yeni kadının yanında ağlanmalıdır, bakınız; mağdur erkek tezimiz).
Bir yanda, gözlemleyip gözlemleyip, gözetim altında tutup sonrada değerlendirmeleri yaparak adama sen öküzsün diyen, eski karı ve eski karının kadınlar çetesi,
Diğer yanda da, gözlemleyip, gözetim altında tutup, sonrada değerlendirmeleri yaparak bay öküze; ‘adam ve insan’ muamelesi yapıp seven, aşık olan yeni kadın ve yeni kadının kadınlar çetesi.
Öküz, insan, öküz, insan.
Zor.
Herkes için zor.
Esas zorluk kadınlar cephesinde.
Sen ve yakın arkadaşların çıkmışsınız tepenin, binanın üstüne bağır bağır bağırıyorsunuz ‘beniiim X koca öküüüzdüür, hatta öküz oğlu öküz dür’ diye.
Bir başka kadın ve gurubu da gözlerini süze süze, ‘sana öyle geliyor şekerim, sen görememişsin adamın derinliğini’ diye bakışlar atıyorlar sana ve sizlere.
Derinliği görende yakında çıkar tepenin, binanın üstüne öküzsün sen diye haykırmak için, o da ayrı yaa...
Emme velakin, bir başka yeni kadın da gözlerini süze süze bakışlar atarak geçer önünden yeniden.
Bu bitmek bilmez fasit içinde insan soruyor ister istemez kendine, hem de en erkek hallerle bile;
‘Gerçekten öküz mü bu adamlar diye’.
Yaa ne diyeyim, bunun erkeği kadını yok, insan olarak bakıyorsun, bazıları gerçektende öküzler be kardeşim. Hatta öküz oğlu öküzler bile var epey sayıda.
Sonra bir başka kadın alıyor o öküz oğlu öküzü, seviyor okşuyor, adam yerine koyuyor.
Kadınlar çok acımasızlar.
Kendi hem cinslerine karşı galiba.
Bir grup adam da, biz yapmadıkta ne oldu diye hayıflanıp duruyor bu durumda.
Bazı kadınlar adamların öküzlüklerini destekliyor, kadınlıklarını kendilerine ve etraflarına ispat etmek ve beklentilerine kavuşmak için.
Bazı devletleri yönetenlerde vatandaşlarının öküzlüklerini desteliyorlar, erkekliklerini kendilerine ve etraflarına ispat etmek ve beklentilerine kavuşmak için.
Biri evde, yatakta, sosyal hayatta.
Diğeri ofiste, masada, meclislerde.
Öküzlerse, öküzlüklerini yapa yapa mutlu mesut yaşıyorlar verilen bu desteklerle.
Mutlu ve mesut,
Top yekun her yerde, evinde, yatağında, sosyal hayatında, ofisinde, masasında, meclislerinde.
Demek öküzlüklerin erkek kısmı ile ilgili çözümü, kadınların ve o ülkenin dürüst insanlarının kendi aralarında ki birlik, dirlik ve konsorsiyumda yatıyor.
Ülke adına nispeten ümitlerim varda,
Kadınlar cephesinden hiç ümidim yok bu konuda.
Mr. öküzü karşımda sırıtırken görüyorum şu an yılışık yılışık…
**********************************************************************************
15.11.2011
Öküzlük işine girdimde, bir öküzlük yapmadan da çıksam içinden diyorum.
Soruyorum; Neden bazılarımız öküzlükler yapıyor?
Sebebi basit. Çok hem de.
Küsüyoruz biz.
Küsüşüyoruz biz.
Küsüşünce de oluyoruz sana ‘öküz’.
Nereden çıkıyor küsmekle, küsüşmekle öküzlük arasında ki bağ?
Şuradan çıkıyor;
İnsan oğlunun büyük bir kısmı inat eder varmak istediği, hedeflediği yaşam kalitesi ve kalitenin gereği ihtiyaç duyulan başarı için.
İnadı içinde çalışır, çabalar, kendini bilgi ile besler her yönden, stratejiler belirler, plan programlar yapar, sabreder ve de tüm bu değerler karşılığı da ‘güvenir kendine’.
Bilgi, gelişen bilgi, bilgiyi destekleyen her nevi donanımın hedefe doğru şart olduğunu ‘akıl’ belirlemiştir.
Bilgi, gelişen bilgi hedefe doğru ilerlenen yolda doğal olarak ‘kendine olan güveni’ de pekiştirir iyice.
‘Kendine güven’ işin püf noktası. Hatta öküzlük mertebesine doğru ilerlenen yolda ‘kırılma noktası’.
Bizlerin büyük bir kısmı, yani bizim toplumu oluşturan bireylerin büyük bir kısmı, hedefin ve başarının ihtiyacı olan bilgi ve donanımı tespit etmeden, ‘eksikli ve de yanlış da olsa var olan kendi bilgi ve donanımımız’la çıkıyoruz yola.
Bu da yetmiyor tabii ki ‘başarı’ adına.
Yetmeyince derin ‘güvensizlikler’ başlıyor, önce ‘kendimize’ karşı.
Ve ‘önce bireyler’ sonrada top yekun ‘kendine güvenmeyen bir insan topluluğu’ çıkıyor karşımıza.
Kendimize güvensizlik paçamızı aşağı çekiyor ‘akıl dolu, hedefe ve başarıya doğru uzun vadeli plan, programlar, stratejiler karşısında’ iyice.
Hedefe yönelik, hedefin ihtiyacı olan her nevi bilgi ve donanım eksikliği kendimize güvensizlik açısından da bir güzel besliyor bizim ‘duygularımızı’.
İnsan oğlu bilgiden, bilgi gelişiminden uzaklaştıkça elinde ve geriye sadece ‘duyguları’ kalıyor.
Duygularıyla hareket ediyor. ‘En ilkel ve en alışık olduğu tek, ilk değeri olan duygu’, ‘aklın önüne geçiveriyor’.
Duyguysa yaşanan her bir başarısızlıktan, her bir olumsuzluktan sonra tepki gösteriyor ‘kendini korumacılık adına’.
Kendini korurken ilk tepki ‘anında başarıya’ yönlendiriyor tekrar insan oğlunu, kaybettiği güveni geri almak için.
Anında başarıya doğru atılan adımlarda, kişisel olarak elinde 'o an için var olan' ‘yetersiz hasetlerin’ devreye girmesine neden oluyor.
Yetersiz hasetlerde yetmiyor her nevi başarıya ve kişi ‘küsüyor’ hedefe, duygularına kapılarak.
Küsme önce içe kapanmayı, peşinden ‘kızgınlığı’ getiriyor.
Kızgınlık ‘kendini korumacılığı’ iyice körüklüyor.
Kendini korumacılıkta bilgiden ve akıldan yoksun hareket ederken, ‘kabalaşmayı ve de diğer insanları hiçe saymayı destekliyor’.
Ve de sonuçta o an için elde etmek istediğine kitlenmiş ‘akıl ve bilgiden uzaklaşmış insan türü’nü çıkarıyor karşımıza bu zincirleme gelişmeler.
Yani, sokak dilinde ‘öküz’ diye adlandırdığımız insan türünü.
Bu kadar basit.
‘Küsüyoruz başarısızlıklarımıza’.
‘Küsüşüyoruz her şeyle’.
Başarısızlıklarımızın altında yatan nedenleri çözmek yerine, yeni hedeflerimize ulaşmak için ‘en ilkel ve de en eski değerimiz olan duygumuzu’ sokuyoruz devreye.
Duyguda kendini bildiği yöntemlerle koruyarak kendimizi, hedefi önümüze getirmek çabasına girişince, ‘akıldan ve bilgiden yoksun yöntemlere’ sarılı veriyoruz.
Bu yöntemler sonucu başarıyı elde edersek tesadüfen, bu bizi daha da azdırıyor ‘ne kadar doğru yöntemlerle hareket ettiğimiz yönünde inancımıza’ doğru.
Ki genelde başarısızlıklarla sonuçlanıyor ve başarısızlıklarla sonuçlanırsa duygu ağırlıklı çabalar, bu sefer de ‘küsüyoruz’.
‘Herkese, her şeye’.
‘Aileye,iş hayatına, sosyal hayata, sevgiye, aşka, arkadaşlara, sevgiliye, karıya, kocaya, siyasete, politikaya, ülkeye, spora, kültüre, sanata, insanlara her şeye’.
Sadece ‘ben’ için atmaya başlıyoruz adımlarımızı. Sadece ‘ben’i korumak amaçlı.
‘Bilgiden ve bilgi kökenli gelişim ve de değişimlerden ve akıldan gittikçe uzaklaşarak’.
Küsünce de, dön başa, kızgınlıklar üretiyoruz küstüğümüz her şeye karşı.
Kızgınlık ‘kabalığı’,
Kabalık’ gücü karşı özlemimizi’ okşuyor, ki kendine güvensizlik ‘güce karşı özlem de’ yaratıyor ruhumuzda.
Ve de bu özlemle, ‘bilgiden ve gelişen bilgiden uzak, cahil, cühela, donanımsız, kaba, kızgın hallerimiz’de ediyor kimilerimizi;
‘Öküz’.
Bu kadar basit.
Küsmeksek, küsüşmezsek bu işi kıvırmak mümkün.
Öküzleşmeden yaşamak mümkün.
Duygu tek başına yetmiyor.
Akıldan, bilgiden, donanımdan yoksun duygu ne mutluluk getiriyor, ne de başarı.
Eğer ki sanatçı değilseniz.
Ki konumuz sanat değil şu an.
Yarın; ‘Öküzün kadını erkeği olur mu’?
*********************************************************************************************
14.11.2011
Ulan ey öküz,
Ulan deprem bölgesinde demirden, çimentodan çalarak hesapsız kitapsız evler yapıp insanlara yuva diye satmış ey öküz,
Ulan çala çırpa yaptığı okulların, hastanelerin, yurtların altında kalarak insanların ölmesine neden olan ey öküz,
Ulan devletin var olan imkanlarını bile garibanlara ulaştıramayan, gariban insanları kış günü donduran ey öküz,
Ulan ona buna, çoluğa çocuğa organize tecavüz edenleri serbest bırakan ey öküz,
Ulan kafayı çekip çekip direksiyonun başına geçen ey öküz,
Ulan arabasını istediği yere park eden ey öküz,
Ulan trafik kurallarını hiçe sayarak her yıl binlerce masum ailenin ocağını söndüren ey öküz,
Ulan devletten çala çala zengin olmuş, servetler yapmış ey öküz,
Ulan rüşvet vere vere işlerini kanun kural dışında halleden ey öküz,
Ulan o rüşvetleri cebine atan ey öküz,
Ulan milleti kandıra kandıra yedi sülalesini zengin etmiş ey öküz,
Ulan milletin verdiği vergileri hamutuyla götüren ey öküz,
Ulan arabanın, evinin camından çöpünü sokağa atan ey öküz,
Ulan devletin arazisine evini kondurup bunu hak zanneden ey öküz,
Ulan faturasız mal alıp satıp devleti soyan ey öküz,
Ulan karısını, çoluğunu çocuğunu döven söven ey öküz,
Ulan elinde ki gücü etrafına peşkeş çekerek oturduğu koltuğu besleyen ey öküz,
Ulan o koltuklarda oturanlardan nemalanacak diye sabah akşam kıç yalayan ey öküz,
Ulan o koltukları kapmak için milletin gözünün içine baka baka yalan söyleyen ey öküz,
Ulan aldığı maaşı beğenmeyip sabahtan akşama kadar iş yerinde dalga geçen ey öküz,
Ulan sokakta, otobüste, her yerde etrafında ki kadınları taciz eden ey öküz,
Ulan iki günde delik deşik olan yolları yapan ey öküz,
Ulan iki yılda bir kaldırımları yeniden yaptırtan ey öküz,
Ulan elektriği, suyu kaçak kullanan ey öküz,
Ulan sigortasız işçi çalıştıran ey öküz,
Ulan restoranda, kafede oturmasını kalkmasını yemesini içmesini bilmeyen ey öküz,
Ulan denize, nehirlere, derelere evinin iş yerinin pisliğini akıtan ey öküz,
Ulan apartmanlarda, sitelerde bir arada yaşamayı öğrenememiş ey öküz,
Ulan sağlığa, kanuna, kurala aykırı yiyecekleri bile bile üretip bizleri zehirleyen ey öküz,
Ulan karısını, çocuklarını köle gibi çalıştırıp akşama kadar kahvede yanlayan ey öküz,
Ulan bu devirde bile çocuğunu okula yollamayan ey öküz,
Ulan ağzından duayı eksik etmezken herkesi soyup soğana çeviren ey öküz,
Ulan dini istismar ede ede yolunu bulup köşeyi dönen ey öküz,
Ulan bu ülkeyi canı pahasına kuranlara dil uzatan, küfür eden ey öküz,
Ulan ülkeyi bölmeye çalışan ey öküz,
Ulan öküzlüklerini özgürce yapabilmen için canını dişine takıp bu ülkeyi özgür kılmış insanlara lanet okuyan ey öküz,
Ulan medeniyetten nasibini almamış, almaya da niyeti olmayan ey öküz,
Nasıl geçti hafta sonun ulan ey öküz?
İyice eğlendin mi? Dinlendin mi? Döktün mü kurtlarını ulan ey öküz?
Hazır mısın yeni öküzlüklere ulan ey öküz?
Yarın pazartesi, hayırlı öküzlükler olsun sana yeni haftada diyemeyeceğim ulan ey öküz.
Bizi soracak olursan, her gün birbirimize daha da kenetlenerek geçiriyoruz günlerimizi ulan ey öküz.
Bu ülkeyi sana yedirtmemeye karar verdik ulan ey öküz.
Bu kadar çok insan gibi insanın arasında çok fazla ömrün kalmadı artık ulan ey öküz.
Bizler zannettiğinden daha da kararlıyız yaşamak istediğimiz hayatın kalitesi adına ulan ey öküz.
Senin neslinin tükendiği günü ulusal öküz bayramı ilan edeceğiz ulan ey öküz.
İnsan olmaya karar verirsen önce öküzden özür dilemen gerekir ulan ey öküz.
Senin sayende akşam akşam öküze de mahcup olduk hep beraber ulan ey öküz.
********************************************************************************************
13.11.2011
Erol Kıranta'nın anısına,
*****************************************************************************************************************************************************************************************
13.11.2011
Erol Kıranta'nın anısına,
Bir gün annem dedi ki ‘bugün kızlarla buluşacağız’ seksen yaşına merdiven dayadığı ve bastonuna yaslanarak yürüdüğü sırada.
‘Bugün kızlarla buluşacağız’
Ailemizde, çevremizde, sosyal hayatımızda herkes büyüyor. Çocukken, gençken tanıştıklarımız hep büyüyor, yaşlar ilerliyor.
Bir tek ilkokul, lise arkadaşlarımız büyümüyor, bir türlü büyüyemiyor.
Onlar hep ‘kızlar oğlanlar’ kalıyorlar gönlümüzde, ruhumuzun derinlerinde.
Koca koca adamlar saçlar kelleşmiş, beyazlamış, koca koca kadınlar yüzlerinde çizgileri dede, nine adayları veya nineler, dedeler.
Hepsiyle ilk karşılaştığımızda henüz bıyıkları çıkmıyordu oğlanların, göğüsleri yoktu kızların.
Oğlanlar ve kızlardık.
Ve oğlanlar ve kızlar kaldık hep.
O günlere, ilkokul lise yıllarına döndüğümüzde bir tek oğlanlar, kızlar yoktu okulu ve de hayatımızı dolduran başka başka insanlarda vardı.
Öğretmenler başı çekerdi, bekçiler, hademeler, kantincilerde vardı.
Öğretmenlerin bazıları, geneli ‘öğretmen’ di gerçekten.
Bazıları da ‘öğreten’di.
Öğretenler yaş, cinsiyet, huy, karakter, yaş farkı gözetmeden tuttular ellerimizden.
Biz de uzattı verdik ellerimizi onların elerine. En toy, en saf hallerimizle.
Gönüllerimize, ruhlarımıza, aklımıza süzüldüler sessizce onlarda. Bir daha da çıkmadılar.
Dostça.
Arkadaşça.
Ağbi gibi.
Abla gibi.
Kardeş gibi.
Ve de en önemlisi insan gibi.
İnsan oğlu insan gibi.
Bugün bu insan oğlu insanlardan birini toprağa veriyoruz okulcak.
Çok insan birini.
Bizlerin hala birbirimize ‘oğlanlar, kızlar’ dememizin temel taşlarından birini.
Bizleri biz yapan kocaman yürekli, kocaman bir insanı toprağa veriyor ‘onun kızları ve de oğlanları’ bugün.
Kocatepe’yi doldurup, taşıracak bugün bizim okulun oğlanları, kızları bugün.
En güzel sözler Önder’den gelmiş, demiş ki;
‘Hocam yarın yine omuzlara alıcaz ama kimse bu sefer gülmeyecek’
Keşke gülebilsek, Kıranta’ya yakışan o olurdu.
Ama gülecek halimiz kalmadı hocam.
Hepimizi ağlıyoruz bugün.
Kimimiz Kocatepe’de.
Kimimiz evlerimizde.
Bugün bütün kızlar oğlanlar çok üzgün, çok çok üzgün.
Kıvılcım Hoca karşılamıştır kapıda gülümseyerek.
Büyüyemeden bizde ölüp gideceğiz bir gün.
Bütün kızlar, oğlanlar.
Önce çok seviyoruz.
Sonra kaybedip çok üzülüyoruz.
Sonra kavuşup çok sevineceğiz mutlaka.
Tüm kızlar oğlanlar.
Başladığımız noktaya, sevgiye, salt sevmeye, güvene, sıcaklığa, dostluğa, kahkahalara.
Ve de Kıranta’ya da.
Nilgün’e de demiş ki;
Geniş, endamlı gerdanı dekolte,
Şıkır şıkır takıları göz alıyor,
Rengarenk morlu pembeli turuncu desenli ipek elbisesi,
Janjanlı.
Geniş narin omuzları,
Hafifçe dökülen kenarları uzun püsküllü sarı floş şalı,
Kabartılmış abartılı gür mü gür uzun saçları,
Kalın dudaklarında kıpkırmızı ruj,
Uzun tırnaklarında nar çiçeği ojeler.
Kalın kaşlarının altında, abartılı göz makyajı, mavi turkuaz,
Uzun kirpiklerde lacivert parlak rimeli,
Gözleri süzüm süzüm,
Hafifmeşrep, işveli.
Pembe ponponlu topuklu terlikleriyle,
Hanımeli kokusu,
Oturmuş pencerenin önüne,
Nazende.
İnce tığ işi perdenin aralığından,
Salkım salkım sardunyalar, pembe kırmızı.
Sabahın erken saatinde,
Geceden kalma halini saklıyor sanki,
Sedef rengi kadife teni.
Altın işlemeli çiçek desenli kahve fincanı,
Saray işi sehpada dantel örtü,
Porselen kül tablası, melek desenli,
Gümüş ağızlığında tüten cigarası.
Radyoda tangolar bitti,
Uzaktan vapurun düdüğü, martılar avaz avaz,
Yüzünde kırışıklar biten aşklardan hatıra,
Doyasıya yaşanmış aşklardan.
İşveli, cilveli gülümseme yüzünde cezbedici,
Gözlerinde yaşam pırıl pırıl yıldızları andırıyor,
Gururlu.
Gök kuşağı bir uçtan bir uca,
Gün doğuyor yine tepelerin üstünden,
Sabah sislerinin arasında kayboluyor,
Yavaş yavaş,
Dünyanın en güzel kadını,
Aşkım İstanbul
Seksapelliğini yitiriyor,
Yavaş yavaş.
Bir kadeh rakı,
Biraz ut, biraz kanun, biraz tambur,
Bu gece şerefine içeceğim,
Son kalan meyhanelerin birinde.
Şerefine şerefine,
Herkese, herkeslere rağmen kaçırmamak lazım son keyifleri.
*************************************************************************************************************12.11.2011
Yastık
Terlik
Tuvalet kağıdı
Diş fırçası
Diş macunu
Şampuan
Sabun
Havlu
Ayna
Saç fırçası
Tarak
Buzdolabı
Ocak
Kahve çay fincanı
Bardak
Elbise dolabı
Askı
Giysi
Ayakkabı
Kedi
Köpek
Sokak kapısı
Apartmanın bahçenin kapısı
Arabanın kapısı
İş yerinin kapısı
Asansörün kapısı
Ofisin kapısı
Açıldı
Ofisin kapısı
Asansörün kapısı
İş yerinin kapısı
Arabanın kapısı
Apartmanın bahçenin kapısı
Sokak kapısı
Kapandı
Ayakkabı
Terlik
Kedi
Köpek
Tuvalet kağıdı
Giysi
Askı
Elbise dolabı
Ocak
Buzdolabı
Kahve çay fincanı
Bardak
Tarak
Saç fırçası
Ayna
Havlu
Sabun
Şampuan
Diş macunu
Diş Fırçası
Yastık
Sırayı şaşırma sakın
Sakın şaşırma sırayı
Düzenin dışına çıkma
Çıkma dışına düzenin
Dayan bir gün biter ömrün
Ömrün bir gün biter dayan
Az kaldı
Kaldı az
Boşuna kurma hayal
Hayal kurma boşuna
Aman sırayı şaşırma
Hayallerini şaşırtma
Kimi yapar kimi bakar
Kimi bakar kimi yapar
Kendini şaşırt bugün
Bugün şaşırt kendini
Hayal ettiğin gerçek
Gerçek dediğin hayal mi..?
Cumartesi Pazar
Pazardan sonra Pazartesi
Deme di deme
deme di Deme
********************************************************************************************
11.11.2011
İlk aklıma gelen;
Türk erkeklerinin bir çoğunun gönül, sevgi manipülasyonu zayıf.
İkinci aklıma gelende, yine Türk erkekleri kadınları yeteri kadar heyecanlandıramıyor, çoşturamıyor sürekli olarak her halde.
Her halde ki, bu kadar akıllı, eğitimli, kültür düzeyi ehh de olsa büyük bir adette Türk kadını muhtelif ekranların başında geçiriyor zamanlarının oldukça önemli bir bölümünü.
Benim görüşüm esas olarak bu iki neden üzerinde yoğunlaşıyor.
Aksi takdirde bu kadar çok adette kadın duygu, sevgi ve heyecan peşine düşüp de vaktini dizilere ve de internette oyunlara ayırmazdı. ‘Katiyen’ kadar keskin görüşüm.
Ayırmak istesede ayıramazdı.
Zamanları olamazdı.
Zamanları olsa da, çok cılız kalırdı diziler ve de internet oyunları tatminlerin kıvamı açısından.
Türk kadınları dizilerin önünde dizim dizim dizildiklerinde veya internet oyunlarına daldıklarında Türk erkekleri neler yapıyor beni hiç ilgilendirmiyor.
İster maç, ister film seyretsinler, ister internette geyik, ister kitap okusunlar, ister spor yapsınlar, ister gezip tozsunlar.
Ne yaparlarsa yapsınlar sonuç itibariyle kadınları duygusal ve de heyecan anlamında tatmin edemedikleri, çoşturup yeni dünyalara, yaşamlara, hayallere ortak edemedikleri kesin.
Kesin ki,
Zamanlar ayrılıyor düzenli olarak.
Hem de her nevi olanına. Yeter ki içinde duygu olsun, sevgi olsun, heyecan olsun.
Kadının elinden nesini istersen alabilirsin.
Niyeti, isteği varsa, inanıyorsa, güveniyorsa.
Nesini istersen vermeye hazırdır.
Ancak;
Duygu ve sevgi istiyorsan, ‘sende duygu ve sevgi vereceksin’.
Annelik istiyorsan, ‘sende babalığı bileceksin’.
Heyecan istiyorsan ‘sende çoşku katacaksın yaşamına’.
Kadını var eden en önemli iki unsurda da bizim Türk erkekleri zayıf ve kısırlar. Belki de, zayıf değilde, üşengeçler.
Babalık konusuysa çok hassas, bu başlı başına ayrı bir konu. Ayıralım şimdilik bir kenara. Şimdilik.
Sevmeyi, sevgiyi sürekli kılıp, sürekli hissettirip, içine çoşku da katamıyorlar yeteri kadar galiba.
Belki de erkekçe bulmuyorlar. Erkekliklerine ters geldiğini düşünüyorlar bir noktadan sonra.
Belki daha çok başka unsurlarda arıyorlar duyguyu, sevgiyi, heyecanı, ‘onlara tarif edilmiş, öğretilmiş, tebliğ edilmiş, kopyalanmış erkeklik tanımları karşılığı erkekçe şekiller, tavırlar içinde’.
Vurup, kıran, öldüren kahraman olup, çok güçlü olan ‘en erkek’ durumlarına hasretliği giderecek dizi dizi dizilerde var yine aynı tezgahta. O da var, bu da.
Türk erkeğinin bu olası zaafları ve kemikleşmiş yapısı yine gittikçe kemikleşen yapısıyla yepyeni bir sektör yarattı ülkemizde.
On binlerce insan ekmeğini Türk erkeğinin olası zaaflarından ve de eksikliklerinden çıkarıyor yıllardır desem yanlış mı olur sizce?
Kadının değil. Erkeğinin.
Ve de desem ki, tekrarlayarak dediklerimi yeniden, galiba ekranlarda yaşıyor, buluyor aşkı, sevgiyi, heyecanı kadınların büyük bir kısmı bu nedenlerden dolayı artık.
Ve de erkeklerde. Hasret olduklarını. Olmak istediklerini, hayallerinde ki ‘beni’ belki de.
Belki de en derin empatileri kura kura ruhlarında, gönüllerinde kadınlı erkekli.
Çok mu yanılırım?
Yanılıyor olmam veya doğruları tam da yakalıyamamış olmam neyi değiştirir ki.
Duruma bakarsak hep beraber, kadını erkeği, durum üzücü bence.
Hem erkek adına.
Hem kadın adına.
Halbuki belki de bir kol boyu aralarında ki mesafe o sırada.
Veya bir telefon konuşması kadar kolay.
Veya iki satır üç beş kelime mesaj bile yeterli belki.
Ben erkeklere daha çok üzülüyorum galiba.
Erkek olduğum için değil.
Kadınlar mutlaka bir yolunu buluyorlar duyguyu, sevgiyi, heyecanı yaşatmak adına ruhlarına, gönüllerine.
Erkeklerde yaratıyordur her halde ki, memnunlar durumlarından. En azından ibreler memnun (larmış) oldukları yönünde.
Ancak;
Erkekler ne kadar tatmin olurlarsa olsunlar duygu ve sevgi ve heyecan adına, kim bilir neleri neleri kaçırıyorlar kadınlardan kendilerine akacak, akması muhtemel.
Büyük piyangoyu kaçırıp, amortiyle avunmak, oyalanmak gibi bence erkeklerin durumu.
Kadınlar içerliyorlar bana, kadın erkek cins farkı gözeterek yaklaştığım için konuya.
Aksi mümkün değil, ister istemez ayırıyorum cinsiyetleri gözeterek.
Nedenler üstünde yanılabilirim. Benim aklım, gözlemim kısır kalabilir.
Varsa doğruyu bilenler koysunlar ortaya.
Kimin tezi doğru hiç önemli değil.
Soru şu,
Neden akıllı, eğitimli, kültürlü ciddi adette kadının ekranlar başında geçiyor akşamlarının veya zamanlarının önemli bir bölümünü?
Bir şekilde eksikler tamamlanıyor, katkılar sağlanıyor ruhlara, gönüllere o kesin.
Devamında gelen sorularsa şunlar;
‘Eksik’ olanlar ‘neler’?
‘Eksik olan neler’ hangi nedenlerden kaynaklanıyor?
‘Sana ne, derdi sana mı düştü’ derseniz, ‘evet bana düştü’.
Gerçeği varken, cama yansıyanı ile idare edildiğini görmek kadınlar adına beni sinir ediyor.
Büyük piyangodan mahrum kalıp, amortiyle oyalanmak gibi.
Erkeklerden ne farkı var aslında?
Çok fark var.
‘Kadın olmak’tan gelen çok büyük bir fark var.
Aslında ‘bana ne değil’ mi?
*********************************************************************************************10.11.2011
Dizi dizi inciyiz güzellikte birinciyiz. Birinciyiz de…
Burada bahsi geçen dizi, dizilmek anlamında değil, bir biri ardına gelişen olayların bir biri ardına takip edildiği ‘dizi’ olarak tabir gören film anlamında.
Dizim dizim dizilip de seyredilen televizyon dizileri anlamında.
Dizileri, dizim dizim dizilince, diz dize mi seyrediyor milletimiz henüz evleri tek tek gezme fırsatım olmadığı için sizleri aydınlatamayacağım.
Ancak etrafımda yaşayan insanların haftanın belirli akşamlarında televizyonlarının başına üşüşerek kendince en çok hoşlandığı birden fazla, birkaç diziyi tam konsantre seyrettiklerini biliyorum.
Kimi konuyu çok sevmiş.
Kimi dizinin başrol oyuncusu erkeği beğeniyor.
Kimi hepsini birden.
Atatürk’ün vatanı, milleti, cumhuriyeti emanet ettiği cumhuriyet kuşağının artık yaşları kemale ermiş yavruları akşamlarını televizyon başında dizi dizi dizilip dizileri seyrederek geçiriyor.
Hatta belki çoluk çocuk.
Ne mutlu hepimize, ne mutlu Türk kadınlarına.
Seyredenlerin başını da Türk kadınları çekiyor çünkü.
Atatürk’ün haklarını savunsunlar diye, kimliklerini yüceltip ‘biz de varız’ diye seslerini yükseltsinler diye el üstünde tuttuğu Türk kadınları.
Bir yanda tacizin tavan yaptığı, dövülen, sövülen, öldürülen, itilen, kakılan Türk kadınları.
Diğer yanda ülkenin seçkin üniversitelerinde eğitim görmüş, iş hayatında, sosyal hayatta başı çeken bir başka grup Türk kadınları da, koltuklarında, kanepelerinde dizim dizim dizilip dizi izliyorlar akşamları.
Kim kimi ne zaman dizecek diye.
Bir millet uyanmıştı, dizlerinin üstüne kalkmak için canı pahasına savaşıyor, mücadele ediyordu bir zamanlar ve Türk kadınları başı çekiyordu bu mücadelede, şimdilerde aynı milletin Türk kadınları uykuya yatıyor dizim dizim dizilerin karşısında.
Dizim dizim dizileri seyrederken uyuya dalıp dizi ağrıyarak uyananlar, ertesi günü ya eşe dosta soruyor ne oldu dizide diye ya da kayda almışsa devam ediyor diziye bıraktığı yerden.
Herkes yakışıklı çocuk ne zaman kimi dizecek diye merak içindeyken,
Bir sürü yakışıksız çocuk hepimizi diziyor günün her saati her yerde kimsenin umurunda değil.
Milyonlarca Türk kadını sosyal haklarından mahrum, evlerde, tarlalarda, iş yerlerinde çalıştırılıp bedava gelir kaynağı, bedava iş gücü haline getirilirken,
Milyonlarca diğer Türk kadını da dizim dizim dizilip, dizileri izliyor akşamları.
Türkiye ‘ toplumsal cinsiyet eşitliği endeksine göre dünyanın ilk yüz ülkesinin içine bile giremiyor’ kimsenin haberi yok,
Sor dizilerin isimlerini, sor hangi dizide kim kimi ne zaman dizmiş ezbere biliyor milyonlarca Türk kadını.
İşi gırgıra alarak, aşkla meşkle ilgili, dizilerdeki gibi konularda yazılan yazıları herkes keyifle okurken,
Sorumluluk alalım, alın diye tutturan birileri çıktığı zaman herkes gözünü televizyona dikip,
Dizim dizim dizilip dizi seyretmekten, sorumluluk alacak vakti kalmıyor.
Türk kadınını sadece Türk erkeğinin sevmesi ve sevme şekli pek işe yaramamış, yaramadı, yaramıyor bu çok belli etmiş kendini artık.
Görüldüğü üzere, öncelikle Türk kadınının Türk kadınlarını sevmesi
ve de
Türk kadının kollarını sıvayıp artık bu işlere bir el atması gerekiyor.
Bu gelinen ve gittikçe tırmanan durum da ayrıca;
Dizi dizi inci ve de güzellikte birinci ‘Atatürk Türk kadını’nıysa,
Hiç yakışmıyor.
Bu işler eline bayrağı alıp kalabalık arasında yürümekle değil,
Bu işler ‘bayrağı şöyle bir ele alıp’ en önde yürümekle oluyor.
Dizim dizim dizilerek dizileri seyrederken,
Hiç mi hiç olmuyor.
Not: Bu yazıyı okuyan Türk kadınları lütfen ‘layk’ etmesinler, ‘layk’ edilecek hiçbir şey yok ortada. Yorum serbest. Bakalım ne diyecek Türk kadınları.
Yarın: Türk Kadınları neden dizi izliyor? Farmville’e patlıcan tedarik etmek ne derece önemlidir?
*********************************************************************************09.10.2011
Şehrimizin güzide semtlerinin birindeki metronun içinde yürüyorum.
- Köpek var orada, gel hemen buraya
Dedi adam.
Dört kişilik aile. Karı, koca, iki küçük çocuk yanlarında. Şirin bir kız çocuğu önden koşturuyor. Şirin olmayan erkek çocuk babanın yanında. Baba, çiçek tarlasında koşturuyor edasıyla eğlenerek uzaklaşan kızını yanına getirme çabasında.
- Köpek var orada, gel hemen buraya
O sırada yanımızdan geçen üç kişilik bir başka ailenin reisi! de döndü yanındaki çocuğuna;
- Demedim mi ben sana, bak köpek var.
Güzide şehrin güzide metro istasyonunda ebeveynler çocuklarını yanlarında tutma çabasında, metro istasyonunda köpekle korkutarak bit kadar bebeleri.
Aslında bizim kuşağın bir kısmının iyi hatırlayacağı daha masum laflar da vardır bu nevi.
- Oynama, düşersin sonra.
- Çok koşma, terlersin sonra gibi.
Aynı veya aynı kıvamdaki birkaç şehrin güzide semtlerinde, en az üç kuşaktır yeteri kadar eğitim almış, kültür düzeyi ehh de olsa yüksek, dünya görüşü olan insanlar da her nevi sosyal paylaşım sitesinde kişisel düşüncelerini aktarıyorlar kendi sayfalarına, aktaranlara yorumlar yapılıyor, ‘layk’ ediyorlar birbirlerini.
- Boğaziçi kan gölüne döndü
- Hayvanları gırtlaklıyorlar kamuya açık alanlarda
- Kimse denetlemiyor mu bunları?
Diye.
En az üç kuşaktır şehirde yaşayanlar, ‘henüz gelmişler’le birlikte kaynaşarak adapte olamadılar kendi şehir hayatlarına diye şikayet halindeler. Ve de neden bir türlü kendilerine benzer hayata geçmediler, geçemediler ‘henüz gelmişler’ diye de söyleniyorlar kızgınlıklar içinde.
Diğer yanda şehre ‘henüz gelmişler’ ne şikayet ediyor, ne de söyleniyorlar kızgınlıkla en az üç kuşaktır şehir hayatının içinde yaşayanlara.
Bir taraf şehrini, şehrinde yaşadığı hayatının düzenini korumaya ve de birlikte yaşam düzeninin düzeyini daha da insanca medeni şartlara getirmek için mücadelede.
Diğer tarafsa, kendi öz yaşamından şehre taşıdığı alışkanlıklarına devam ediyor en insanca halleriyle.
Bir taraf kim nereli, nereden gelmiş pek umurunda değil. Sormuyor bile yanındakine, komşusuna, arkadaşına.
Diğer tarafa merhaba de, iki dakika içinde soruyor;
- Memleket nire gardaş?
Bir taraf kendi dahil, kimsenin doğduğu ve büyüdüğü yerlerin önemi üstünden durmazken ve de üstünde durduğu önem verdiği değerler farklıyken ilişki kurmak, kurulan ilişkiyi geliştirmek adına,
Diğer taraf iki dakika içinde memleket kardeşliği arıyor ilişki kurabilmek ve de geliştirebilmek adına.
Aynı ülkede farklı iki vatandaş türü.
Ve de maalesef bir grup insan bir taraf oldu, bitaraf olamadı zaman içinde ve de aynı ülkenin içinde.
Bir köşe yazarı kırk sene evvel büyük şehirlere doğru büyük göçle ilgili bir köşe yazısında ‘büyük şehrin insanı olup, büyük şehrin kuralları içinde ‘kendiliğinden’ yaşar hale gelebilmek ortalama beş kuşak sonra olabiliyor’ diye yazmıştı.
Araştırmadan yazacak da bir kişi değildi, zaten çok mantıklı da geliyor düşündüğünüzde.
Dedesinin, dedesini bilen yok gibi.
Şehre göçen dedenin çocuğundan olmaysan, yani üçüncü kuşak, ya da ebeveynlerin gelmişse büyük şehre olabileceğinin en iyisi budur bugün için.
Ha, bir de denetleyen yok mu diyor yorumlar. Denetleyenlerin de ya dedesi geldi, ya da anne babası. Boğazın içini kan gölüne döndürenle, denetleyen aynı kökten geliyor, aynı davranışları da sergiliyor normal olarak.
Bunların hepsini az veya çok sizler de farkındasınız, benimkisi hatırlatmak en fazla.
Bir tek bilmediğiniz, belki de yanılıyorumdur, bilmek istemediğiniz tarafsa bence, eğer ki ‘diğer insanlar’ sadece gözünüzü ve kulağınızı ve de burnunuzu rahatsız etmediği müddetçe pek de şikayetçi değilsiniz ‘diğer insanlar’dan.
Hatta pek umurunuzda bile olmuyor olan bitenler sanki.
Bence çok umurumuzda olmalı.
Çok değil, yirmi otuz sene sonra ‘orada köpek var’ diye babası tarafından korkutulan çocuklar yönetecek bu ülkeyi, şirketleri ve de sosyal hayatın parametrelerini belirleyecekler.
Sizin torunlar köpeklerle çimenlerde yuvarlanırken.
Bu iş bir bütün.
Olan bitenle ilgili sadece gözün, kulağın, burnun algı gücüne sığınmamalıyız.
‘A aa, nereden çıkarıyorsun bunları’ dememenizi de tavsiye ederim affınıza sığınarak.
Bundan elli sene evvel birileri birilerine ‘A aa, nereden çıkarıyorsun bunları ‘ dedi mutlaka ki,
Sonra bir gün Boğaziçi kan gölüne dönüştü, hepimiz de pek bir şaşırdık.
Elimden geldiği ne var ne yoksa yapmaya, etmeye çalışıyorum bu konunda.
Bazen de sadece yazarak.
Başka çaremde yok, mecburum.
Çünkü ‘bura benim memleket gardaş’.
********************************************************************************************
08.11.2011
Memlekete döndüm, canını yediğimin memleketi.
Kızarım ederim falan da, benimkisi ‘kolla yen’in hikayesi. Sıkı mı biri dışarıdan laf edecek…
Daha ayağımın tozuyla, indim alandan çıkıyorum, daha dakika bir, sesleniyor bekleme yerinden;
- Aşşkıımmmm….
Ben ve birkaç kişi arabaları durdurduk gayri ihtiyari, döndük baktık ‘aşşkıımmm’ a…
İnsanların hepsi birdir, kabul, ayırt etmek de ayıp falan da, ‘Aşşkıımmm’ı da bir görseniz…
Kadın milletinin işine akıl sır erdirmek mümkün değil bazen. Daha dün yazmışım aşk falan, ben de istim üstündeyim aşk yazdım diye, üstüne ‘aşşkıımmm’…
E be kadın hadi kimseleri okumazsın etmezsin, dizide mi seyretmezsin. İnsan kalkar da bu adama aşık olup, sonra da sanki gurur duyulacak bir şey miymiş gibi ulu orta yüzlerce insanın içinde ilan eder mi yahu..
‘Aşşkıımmm’ o sırada tökezledi, ayakkabıların arkasına basmış (hala bu devirde bile mi, evet), ne yapsın gariban aşşkııımmm, almış sivri burunlu ayakkabıları (kadın aldırtmıştır kesin), uçakta çıkardı, ponçik ayaklar şişti, bastı arkasına…
Bir kadına baktık hep beraber bir adama, yürüdük gittik. Biz onları aşklarıyla baş başa bırakırken kadını ‘aşşşkıımmm’ a tırmanmakla meşguldü hasret içinde..
Bu ‘aşkım’ lafı beni yiyip bitiriyor.
Bir millet düşünün aşktan yana kavruk ve de cılız ve de korkak, ancak son yıllarda herkes herkese aşkım diyor. Bu işin de tetikçileri yeni kuşak insanlarla, bizim kuşak kadınlar.
Bir tek sevgililer değil, özellikle anneler çocuklarına, kadın arkadaşlar arkadaşlarına aşkım diye seslenir oldu. Her yerde duyuyorum, sokakta, çarşıda, iş yerlerinde.
Benim çevremde genci, orta yaşlısı insanlara dikkat ediyorum, sevgililer değişiyor, ancak hitap şekli değişmiyor; ‘aşkım’.
Demek her seferinde bir aşk söz konusu.
İnsanlar aşka o kadar çok meraklılar ki, beraber oldukları herkese önce iyice bir aşık oluyorlar (ki ikide bir sabah akşam aşık olamazsın, olduğunu zannetmen bile abesle iştigal) sonra da, her halde ağızlar da alışıyor, adını koyuyorlar yeni sevgilinin anında; ‘aşkım’.
Size oldu mu bilmiyorum, bir ilişkiden diğerine geçiş döneminde isim potu kırdım ben birkaç kez.
Yeni sevgiliyi eski sevgilinin ismiyle çağırmak potu bu. Özellikle evlilikler sonrası veya uzun sevgili ilişkilerinden sonra.
Ne acayip olursun. Şey gibi kalırsın bir an. Sonra ebele devele kıvranırsın, ‘canım bak.. yani.. ben şey.. yani..’ diye diye.
Bizim kuşağın işi zormuş bu anlamda vakti zamanında.
Şimdilerde kolay, gelen de aşkım, giden de.
Herkes aşkım.
Pot yok, mahcup olmak yok, karşındakini üzmek yok.
Herkes aşkım.
Arkadaşlar da aşkım.
Çoluk çocuk kardeş yeğen hepsi aşkım.
Milletçe aşktan uzak durmaya bu kadar özen gösterdikten sonra, demek doğru düzgün aşık olamayacağımızı, bize de kimsenin aşık olamayacağını anlayınca, diğer taraftan aşka özlemimiz de iyice depreştikçe, bari aşkı dilimizden düşürmeyelim dedik her halde.
Aşktan izin alacak halimiz de yok. Aşk, zaten canından bezmiş bizim hallerimize baka baka, umuru değil kim kime ne demiş, neden demiş diye.
Salla gitsin, herkese aşkım.
Herkes aşkım.
Her şeyi hızla tüketen yeni kuşaklar daha aşkın ‘a’ sını tatmadan, tadamadan doğru düzgün, aşkı da tüketme yoluna girdiler.
Bizim kuşak kadınları da yenilikleri sever ve de anında adapte olur, onlar da kabul buyurdular bu durumu anında, katıldılar yeni kuşaklara, oldu sana herkes aşkım.
Bazılar diyebilir ki, ‘bu aşkım ile o aşkım aynı manada değil’.
Der de, benim tarafımdan kabul görmez.
Benim aşka saygım var.
Benim kafa eski kafa.
Benim bildiğim aşk da, eski kafa aşk.
Memleketime kızarım ederim, kolla yen hikayesi, ama dışarıdan kimseye laf da söyletmem.
Aşk da aynı benim için. Düşerim kalkarım, kızarım, ama aşka da laf söyletmem.
Memleket kurmak zor iş. Bir daha bir daha kuramazsın canın istediğinde.
Aşk işi de ciddi iş. Aşık olamazsın iki de bir ona buna canın istedi diye.
Yok öyle ‘aşşkııımmm’ herkese.
Aşkı bu kadar kolay tüketmemek ve de ucuzlatmamak lazım.
Gerçek aşkı yok edersek içi doldurulmuş bez bebeklerden farkımız kalmaz.
Tüm güzellikler ‘aşk’tan gelir, ‘aşk’tan çıkar.
Karıştırmamak lazım sevgiyle aşkı birbirine.
Sevgiye de ayıp ederiz, aşka da sonra.
‘Aşşkıımmm’ ha...
Tepesini attırmayın aşkın.
İstifa ederse gönlünüzden, görürsünüz ‘aşşkıımmm’ı o zaman.
********************************************************************************************07.11.2011
Aşk var mıdır?
Bayılırım bu nevi sorulara.
Biri çıkar, derin biridir kesin veya öyle anlatır kendini derinlikten nasibini hiç almamışlara, sonra;
Başını bir yana hafifçe eğer, gözlerini çipilleştirir, derin bir nefes alır, hava ciğerlerinden boşalırken sesli hale dönüşür,
- Sizce aşk var mıdır?
Vardır şekerim.
- Vardır. Hatta bizde daha yeni bitti de, gittik aldık yenisini. Çok memnunuz, bu sefer büyük ekran aldık kampanyadan. Dekoderi de içinde..
Veya, biri çıkar kendince (anonimden araklayıp) aşkı tarif eder;
- Aşk gönüllerin, ruhların, kalplerin (gönül başka, kalp başka zaar), gözlerin, tenlerin çarpışmasıdır yaşamların içinde.
Oldu.
Veya;
- Aşk iki kişilik midir?
- Aşkın süresi ne kadardır?
- Aşkı tarif edebilir misiniz? (derin ya, kendi yapıştırır pat diye cevabı ‘Hayır’..)
- Aşk bir kimya mıdır?
- Aşk bir heyecan mıdır?
- Aşkın gözü kör müdür?
Diye başlar birkaç kelimeyle, sonra uzar da uzar yazılar, sözler.
Birileri aşık olur, birilerinin aşkı biter, birileri aşk yarası sarar, birileri aşkından ölür, birileri aşkı arar, birileri aşkını bulur, birileri aşkımız sevgiye dönüştü der, birileri aşktan kaçırıyorum der, birileri aşkın heyecanına kapıldım der.
Der oğlu der.
Şiirler yazılır, romanlar, filmler, tiyatro eserleri, operalar, şarkılar, türküler, ağıtlar yakılır, halılar dokunur, el işleri yapılır, ağaçlara kazınır, kumlara çizilir, yıldızlara anlatılır, güneşin batışına adanır, dolunay beklenir, mektuplara, mesajlara, maillere döktürülür.
Birileri ‘hah tamam anlattım’ der.
Birileri ‘bir türlü anlatamadım’ der.
Der oğlu der.
Nedense insanoğlu aşkı bilmek, anlatmak, hissettirmek ve de kelimelere, seslere, şekillere, renklere dökmek ister, aşık olduğunda, aşkını yaşarken, aşkı bitince, aşkı özleyince…
Aşkı bir türlü kendi haline bırakmaz insanoğlu. İlla diyecek, illa yazacak, illa benzetecek bir şeylere. İlla sokacak ‘kendi’ nasılsa, ‘kendi’ için, ‘kendi’ gibi, ‘kendine’ uygun kalıplara.
Ikınacak, sıkınacak.
Ikındıracak, sıkındıracak.
Aşka musallat insanoğlu.
Yaşamında en çok biz insanlardan çekiyor aşk.
Biz insanlarda tuhaftır ki, en çok aşktan çektiğimizi zannediyoruz.
Sessizce, günlümüzde, ruhumuzda, içimiz titreyerek, gözlerimiz dolarak yaşayamıyoruz sadece aşkı.
Tek başımıza.
Kendi kendimizle.
Bir ahkam da benden olsun aşktan yana, olsun artık bu kadar. Sayfa ve kalem bende. Hak etmişimdir de…
Bilmediğimiz, bilmek istemediğimiz; ‘aşk kalabalıkları sevmez’.
Aşk bir tek seni sever canı isterse. Çok sevdiyse seni, nadiren ve bazen aşık olduğunu sever.
Sense, ya aşkı seversin, ya da aşık olduğunu.
O kadar.
Yargılamadan, yargılanmadan.
Üzerinde laf laf laf da yapmadan, üretmeden…
Anlatmamak lazım aşkı.
Kendini dinle, yeter.
Kendini hisset, yeter.
Kendi ‘duygularını’, kendi ‘heyecanını’ sev, yüzündeki ‘gülümsemeyi’ sev yeter.
Gerisini aşka bırak, o bilir ne yapacağını.
‘Kendi’ yüreğine güvenecek kadar cesaretin varsa tabii ki…
Ve unutmamak gerekir ki;
Aşk, en çok cesur insanları sever.
*********************************************************************************************06.11.2011
Kanepenin üstünde yeşil, lacivert ekose papyonum duruyordu.
Yeni gömlek, ceket, pantolon, çorap ve ayakkabının ne modeli, ne rengi kalmamış aklımda.
İlk papyon.
Sabahın erken saati. Evcek kalkmışız. Salona girdiğimde karşılaştığım, ilk papyonum, yeşil lacivert ekose.
Kurban bayramıydı hatırlıyorum. Hangi bayramsa, ne fark eder demeyin, çok fark eder.
Anneannemin evine yürüdük.
Kınalı arka bahçede.
Meeliyor.
Hemen koştum yanına, ‘üstüne kirletme sakın’, ‘olur’.
Korkuyorum da. İple bağlı ağaca. Bazen ani hareket ediyor. Bir gün evvel sevdirdi ama.
Ot uzattım yine, kokladı, yemedi bu sefer.
Fıldır fıldır gözleri etrafa bakınıyor, ürkek. Burnu siyah, kulakları da.
Arada koşacakmış gibi yapıyor, sonra pat diye duruyor, etrafı kokluyor, dinliyor.
Sırtında kına var.
Sonra gördüğümde üç ayağını bağlayıp yere yatırmışlardı, gözleri de bağlı.
Arada kıpırdıyor, şaşkın sanki.
Dualar okundu.
Bıçak boğazını kesmeye başladığında midem bulanıyordu, iyi hatırlıyorum. Dondum.
Çırpınıyor, kan fışkırıyor oluk oluk.
Çukur kazmışlar, çukura doluyor. Ne çok kan fışkırıyor, bitmiyor.
Donmuş, bakıyorum.
Kınalı boştaki ayağıyla çırpına çırpına öldü. Üstüne abandılar bir ara.
Sonra baş aşağı astılar. Yüzdüler. Etlerini de parçaladılar. Büyük tepsilere koydular.
Etle başım hoş değildir pek. Ancak severim kavurmayı. Hele taze ekmeğin de kabuğunu yağına banmayı.
Hala sever miyim bilmiyorum, yıllar oldu ilk ve taze haliyle yemeyeli.
Kınalı postu, bekar, tek başıma yaşarken kullandım bir zaman yatağımın hemen yanında.
Anlatacak çok şey var bayramlar için.
Hele çocukluğumdan kalan.
Çok varda, bir yeşil lacivert ekose papyonumu unutmadım, bir de Kınalı’nın ölümünü.
Sevapmış, eti dağıtılırmış fakirlere. Et alamayanlara.
İkna olmamıştım o zamanlarda. Kınalı iyi bir dosttu. Sümüğü akardı hep, yaprakla silerdim.
Acaba tencereye uzun zamandır girmeyen etten daha önemli destekler olabilir miydi insanlara?
Çok mu önemlidir et, bu kadar mı önemlidir?
Devir değişti, çağ değişti.
Uzaya gittik. Uzaylılarda tepemizden selektör yapıyorlar iki de bir.
Dinine bağlı olmak, dine bağlı olmak, Allaha inanmak, dua etmek, hayır yapmak, insanlara yardım etmek insanın içine, ruhuna, gönlüne bağlı.
Kimsenin kimseye karışmasını, müdahale etmesini fevkalade ayıp bulurum, saygısızlığa da girer, insan haklarına da aykırı.
Bayramlarıysa o zaman da sevdim, şimdi de seviyorum.
Uzun yıllar sonra bu bayram yokum oralarda. Bayramın ilk günü değil, son günü öpebileceğim yaşlıların ellerini, bebelerinde yanaklarını.
Çok severim, çok duygulanırım bayramda yaşlıların ellerini öperken de. Şanslıyım, biliyorum.
Çocuklarda, torunlarda bir gün benim ellerimi öpsünler de isterim açıkçası.
Hatta bir gün onların ellerini de onların torunları öpsün.
Güzeldir, hoştur, sevimlidir, sevgi doludur o an. Ailedir, sıcaktır, birlikteliktir, bağlılıktır.
Ama Kınalı’nın ölümü hep sıkar canımı.
Hayatımda sahip olduğum ilk papyonumun keyfini çıkarmama izin vermediler papyonu alanlar.
Bir elimizle verirken diğer elimizle neler alıyoruz kim bilir farkında olmadan.
Sebebi ne olursa olsun, çocukların önünde canlılar öldürülmemeli. Bana kalsa hiçbir canlı öldürülmemeli, ama mecburuz da, insan hayvanını doyurmak için diğer hayvanları öldürmeye.
Çocuk dediğin bir gün büyüyor. Büyürken de, büyüyünce de bin türlü şey, bin türlü duyguda çıkmıyor aklından, içinden yaşı nereye varmış olursa olsun.
Keşke sadece yeşil lacivert ekose papyonum kalmış olsaydı aklımda bir tek o bayram sabahından anı olarak.
Ne sevimli olurdu.
Hatta papyonu Kınalı’nın boynuna taksaydım bayramdan sonra, ne kadar da komik olurdu.
Mesaj falan vermedim, aklıma bile gelmedi.
Aklıma ilk papyonumla, Kınalı geldi. Bayram diye, yazdım.
Hepsi bu.
İyi bayramlar herkese, hepimize. Kenya’dan öpüyorum genci yaşlısı herkesi.
********************************************************************************************05.11.2011
Ve de atın beyazıyla pelerinini uçura uçura dörtnala giden prens attan düşer. Kendi isteğiyle indiği söylenir ancak bence kendi isteğiyle de olsa, düşer.
Ayağa kalkar.
Üstünü başını düzeltir.
Üst baş değişmiştir. Prens kıyafeti gitmiştir üstünden başından.
Şaşkınlık içinde bakınır, nereye geldim?, nereden düştüm ben?, nerede benim müritlerim?, şey lazım getiren yok mu? diyerek önce etrafına. Neden düştüm demez ama.
Sonra tutar evinin yolunu. Atıyla. At bildiğimiz attır artık. Beyaz değildir, süt beyazı hiç değildir.
Kalabalığa karışır. Eskisi gibi fark edilmiyor mudur nedir?
Bir şey var ters giden.
Birilerini arar, birileri de onu.
‘İyi kız’ çıkar ortalığa.
Hep bir ‘iyi kız’ vardır. Üzülür ‘iyi kız’. Mağdur erkekler galiba tahrik de eder ‘iyi kız’ları.
Çıkılmaya, gezilmeye, tozulmaya başlanır.
Bir şey var ters giden.
Sevişilir ‘iyi kız’la. Sevişme tarafı iyi. Sadece sevişirken ama. Sonrasında? Olsun, sevişme önemlidir.
Sonrasında ne yapacağını tam bilememek. Halbuki eskiden bilirdi.
Gezer, tozar.
Hoştur özgür olmak. Çok hoş hem de.
Ne arayan var ne soran. Neredesin? Geliyor musun? Gidiyor musun? İstediği an istediğini yapar. Kafasını dinler. Saat mefhumu yok. Güzel be…
Canı şey yemeği ister. Evde şey bitmiştir. Şey eskidi, yenisini almak lazım. Lazım da, neyse…
‘İyi kız’ yardım eder. İlk ‘iyi kız gider, yeni bir iki ‘iyi kız’ daha.
Yardım kısmı bitmeye başlar. Zaten tam da beğenmez yardımların sonuçlarını. Niyetler tam da olsa.
Bir şey var ters giden.
Eli telefona gider bazen. Bildiği, çok iyi bildiği numaraya. Çeker elini hemen.
Bazen düşünür. Bazen özler. Her şeyi özler. Susar. Gezer, tozar hemen.
Hemen tatile de çıkar. Bu arada atını değiştirir belki. Bu arada bir kadın çıkar ortaya, ona pelerin giydirir. Kadın kısmısı yanındaki prens olsun ister.
Prensinin atı da beyaz olsun ister bu arada. Kendine güveni gelir. Birkaç yeni mürit, hayran kitlesi. Genelde kadının arkadaşları.
Onun arkadaşları eski karıda kalır genelde. Onu da ararlar bu arada. Arada.
Birileri eski karıya anlatır, ‘gördük yolda, orada burada, havalıydı, altında beyaz bir at, pelerinini uçura uçura gidiyordu terkisinde bir kadınla’ diye.
Artık havalanmıştır.
Düzen kurulmuştur.
Evde, sokakta, yatakta, sosyal hayatta.
Prens olmuştur yeniden. Atı da beyaz hem.
Yıllar geçer. Yıllar yıllar.
Terkisindeki ‘ilk kadın’ da gideli olmuştur epey zaman.
Yeni yeni kadınlar girer çıkar hayatına.
Kendi kendine yaşamayı öğrenir. Kendinle de yaşamayı öğreneni de olur bazen.
Bazen düşünür. Bazen özler. Bazen her şeyi özler.
‘Eski karı mutluymuş. Adam için iyi biri diyorlar’ diye duyar. Zaten herkes iyi. İyi kızlar, iyi kadınlar, iyi adamlarla dolu dünya.
Alışır.
Kendi kendinle olduğunu kabul eder. Etmeyenler, edemeyenler bir daha evlenir. Bir daha da boşanır belki.
Sever bu arada.
Bazıları bir kadını, bazıları da kendi kendiyle yaşamayı sever. Bazıları da bir sürü kadınla yaşamayı sever.
Düzen oturmuştur artık.
Eskisi gibi havalı olmak da istemez.
Atını değiştirir.
Evi de belki. Belki semtten belki şehirden taşınır.
Prens emeklisi olur bazıları. Emekli prenslere ‘düşkün kadınlar’ vardır.
Prens emeklisi olur bazıları. Emekli prenslere ‘düşkün kadınlar’ vardır.
Bazıları ‘düşkün kadınla’ kalır baş başa.
Bazıları bir sürü başka başka kadınla.
‘Türk Erkekleri’ ilk göz ağrısını unutmaz ama. Bütün ‘iyi kız’ları unutur, bütün kadınları unuturlar, onu unutmazlar ama.
Özlerler de.
Ne zamanki akılları aşağılardan yukarılara tırmanmaya başlar, daha da özlerler.
Kimselere söylemezler ama. Kafalarını kessen söylemezler. Belki bir iki erkek dosta, söylerler. Belki.
Adı üstünde, o ilk göz ağrısıdır. İlkle son önemlidir. Biri ata ilk bindirendir, diğeri de atı çayıra salandır.
Biri prens yapar, biri de insan.
Prensliği sever Türk Erkekleri.
Prenslik mertebesine ilk kim yükseltmişse onu unutamaz bu yüzden Türk Erkekleri.
Prensliği ilk öğreteni de…
Atın beyazına da onun yanındayken kavuşmuştur ilk.
Süt beyaz olanına hem de.
Gururu aşkının önünde yürür Türk Erkeklerinin.
Kızgınlıkları da sevgilerinin önünde.
Tercihleri de pişmanlıklarının…
Gerisi dedikodulardır. ‘İyi kız’ ların ve de kadınların arasında…
Ve soruyorsanız;
Prens olmak şart mıdır Türk Erkekleri için diye, şarttır. Atın rengi beyaz olmalı mıdır diye, olmalıdır mutlaka, hem de süt beyaz.
Tek başına ve aşksız, sevgisiz olur mu bunlar? Olmaz.
Sözün bittiği yerde olur. Şimdi bitti.
Not: Ayrılınca durumları yazdığım gibi olmayan Türk Erkekleri de vardır. Onları bilemem. Bilmekte istemem. Boşuna vakit kaybetmem hayatta. Vakit nakittir. Siz de vakit kaybetmeyin de derim. Kaybettiğiniz vakitlere bakarsak, yalan da değil dediğim…
Yarın; Türk Kadınları ayrılınca neler oluyor? Tereciye tere satmalı mıyım? Erkek olarak ne kadarını bilebilirim?
********************************************************************************************04.11.2011
‘Türk Kadınları’ Türk erkeklerinden neler bekler?
‘Türk Kadınları’ Türk erkeklerinden, Türk erkeklerinin yapmayacağı, sadece Türk değil, hiçbir milletten hiçbir erkeğin yapmak istese de yapamayacağı neredeyse ne varsa ve de ne yoksa hepsini bekler.
Beklerde, beklediklerine kavuşur mu? Bazen bazılarına kavuşur, bazen de (neredeyse) hiç birine kavuşamaz. Ama yinede yılmadan, azimle ve de inatla beklediklerine kavuşmak için çabalar durur.
O yüzden ‘Türk Kadınları’ deriz biz onlara. Yılmadıkları, azmettikleri, inatla ve sabırla hep çabaladıkları için. Başka hiçbir milletin kadınında yoktur bu özelliklerin tamamı. Bırakın tamamını, yarısı bile yoktur.
Gelelim sadede, ‘Türk Kadınları’ Türk erkeklerinden neler bekler?
Liste;
Sevgi bekler önce kesin. Sevgisi hep tazelensin de ister (imkansız değil, ama kolayda değil).
Aşk bekler. Aşkın hep aynı heyecanla yaşanması için çaba ister (imkansız, ama bekler).
Heyecan bekler. Heyecanı sever, ister.
Saygı bekler. Baştan sona her konuda kendisine, yaşantısına, tercihlerine, sevdiklerine, ona ait ne var ne yoksa saygı duyulmasını ister.
Her yönde her anlamda çalışıp çabalarken aralarda durup, başını koyacağı sevgi, güven dolu bir omuz bekler.
Çalışıp başarmak ister. Başarıya doğru attığı adımlarda sorgusuz destek bekler, koşuştururken sevdiğinin elini elinde hissetmek ister (her ansa zor, arada bir olabilir).
Takdir edilmeyi bekler. Ama anne, ama karı, ama sevgili çabalarının fark edilmesini ister (hep mi?).
Akşamları sarılarak uyusun, sabahları da öpücükle uyandırılmayı bekler (akşama garanti verilebilinir, sabahı bilemem).
Okşanmayı bekler. Okşanırken canı isterse sevişmeyi de ister.
Sadece bedeninin değil, ruhunun, gönlünün de okşanmasını bekler. Aslında önce ruhuyla gönlü okşansın ister (eski köye yeni adet, dur bakalım daha neler çıkacak).
Anlayış bekler. Her yönde, her anlamda anlayış ister.
Kavgasız, gürültüsüz tartışmayı bekler (zorlaşıyor iyice).
Anlatmak ister. Anlattığının dinlenmesini, duyulmasını, ilgi duyulmasını bekler (demedim mi zorlaşıyor diye).
İçinde yaşattığı erkeğin özelliklerinin, aşık olduğu, sevdiği erkekte olmasını bekler (burası kırılma noktası işte..).
Özel günlerin mutlaka hatırlanmasını bekler (hatırlanmasa feci küser).
Hatırlanan özel günlerde küçükte olsa seveceği, mutlu olacağı bir hediye bekler. Özel günler haricinde de minikte olsa, arada birde olsa, çiçek ister (eziyete girmeye başladı, hayırlısı).
Gülmeyi, güldürülmeyi, neşeyi bekler (Türk Kadınları kadar güzel kahkaha atan kadın yoktur bu gezegende, bu kahkahayı attırtmayan adamı boşamazsanız, ayrılmazsanız kabahat direk sizde).
Eviyle ile ilgili kararlarda birlikte hareket edilsin, güle eğlene, keyifle kararlar verilmesini hem ister hem bekler (yahu ne diyeyim).
Türk erkeklerini mutfakta yemek yaparken görmeyi bekler.
Saçının yeni şeklinin, saçının, rujunun, ojesinin renginin değiştiğinin fark edilmesini bekler (eskiden küserdi, şimdi öğrendi olamayacağını, küsmüyor).
Arada sırada dahi olsa, akşam, sabah evde kocası, sevgilisi onu ağırlasın diye bekler (olmayacak bir şey değil, tembelliğin alemi yok).
Sürpriz gezmelere, tozmalara, seyahatlere, tatillere, yemeklere, o güne kadar duymadığı, bilmediği bir yerlere davet edilsin diye bekler (bir ömre birkaç tane ancak).
Zevkinin iyi bilinmesini ister. Zevkine uygun keyifler bekler.
Dünyanın en güzel kadını olduğunun hissettirilmesini bekler. İltifat ister (erkek gider iltifatı başka kadına yapar, adamı boğmak ister).
Evin içinde yer alan her türlü teknik konu ile uğraşmamasına neden olacak destek, çaba bekler (olabilecek bir şey).
Kendisi için önemli olan konuların tamamının ciddiye alınmasını bekler (olmayacak bir şey).
Sohbet etmeyi hem ister, hem de bekler.
Televizyonda seyrettiği ama dizi ama filmlere ama programlara eşlik edilmesini bekler (uyurken kanepede, evet).
Filmlere, kitaplara, konserlere, tiyatrolara, sinemalara davet edilmeyi bekler. Sonrada üstünde beraber konuşulsun ister.
Arabasının nesi var nesi yoksa erkek uğraşsın ister. Uğraşmasa da organize edilmesini bekler (olabilir).
Çarşı, pazara, markete beraber çıkılmasını bekler. Çarşı, Pazar, market alışverişlerinde telaş olmasın, keyif olsun, sabır olsun, surat asılmasın ister (mümkün değil, ama azmi takdir etmemekte mümkün değil).
Aklına, bilgisine saygı duyulmasını, ciddiye ve uygulamaya alınmasını ve aklın, bilginin cinsiyeti olmayacağının kabul edilmesin bekler (kim bu adam?).
Güven bekler. Güven ister. Güvenilmeyi bekler. Güvenmeyi ister.
Özgürlüğüne müdahale edilmemesini bekler (yok artık…).
Çocuklar için yapılması gereken her nevi işe, okula, çalışmaya, faaliyete, etkinliği, veli görüşmelerine, problemlere Türk babalarında ortak olmasını bekler (birini seçsek sadece?).
Anneliği için verdiği çabaların görülmesini, hissedilmesini, takdir edilmesini bekler (bu olabilecek bir şey).
Arada yanından geçerken veya durup dururken bir küçük öpücük bekler (bu da).
‘Türk Kadınları’ bunların hepsini, hepsini olmasa da bir kısmını az veya çok Türk erkeklerinden bekler.
Beklerde bulur mu Türk erkeklerinden? Bulamaz. Bulamayınca ayrılır, boşanır mı? Bıçak kemiğe dayanmadığı müddetçe ne ayrılır, ne de boşanır, hayatının (kendi) içinde mutlu olmanın yollarını arar. Bu yolu da illa ki bulur. Kemiğe dayanmış bıçakta hissedilmez bu sayede.
‘Türk Kadınları’ son nefeslerine kadar ama dışarıya vurarak, ama derinlerinde hiçbir zaman ümitlerini yitirmez ve de katiyen vazgeçmezler.
Vazgeçmeyip, o güne kadar bekleyip de bulamadıklarını başka Türk erkeklerinde bulmak için zorda olsa, kolay da olsa (zor olur genelde) yeniden kurmaya çalışırlar hayatlarını. Yine bulamazlar, yine kurmaya çalışırlar hayatlarını.
Bu böyle gider…
Ama evli, ama bekar.
Ta ki, ‘kendi kendine’ mutluyken, ‘kendi kendine’ yaşamında onunla mutlu olacak adam kendiliğinden, ‘kendi kendine’ karşısına çıkana kadar.
Ama evli, ama bekar.
O da çıkarsa…
Yarın; Biten her bir ilişkiden sonra neler oluyor Türk Erkeklerinde? Atın beyaz renkte olanı neden tercih edilmektedir? Prens olmak şart mıdır?
Not: Bu yazı dizisini bitirmeye ömrüm vefa eder umarım.
********************************************************************************************03.11.2011
‘Türk Erkekleri’ Türk Kadınlarından neler bekler?
E gireceğiz tabii ki her bir yere ince ince. Başladın mı durmayacaksın.
‘Türk Erkekleri’ Türk Kadınlarından bir kadının, bırakın kadınını, erkeğini, bir insanın ancak olağanüstü çabaları sonucunda verebileceği, hatta vermesinin bazı hallerde mümkün dahi olamayacağı her şeyi ve ne varsa ve de ne yoksa külliyen bekler (miş meğerse).
E bitti yazı. Yok yeni başlıyor.
Ne var ne yok un ve her şeyin içine girenleri listelemeliyiz. Listeyi itinayla değerlendirmek isteyen Türk Kadınlarına, ‘acaba bir eksiğimiz kalmışsa ekleyebilir misiniz lütfen’ diye ricada da bulunmalıyız.
Liste;
Sevgi bekler. Sevilmek önceliğinin kendisinde olmasını ister.
Aşk bekler mi bilemedim, aşkın Türk’ü yabancısı yok, yok ama, erkek aşkı ile kadın aşkı arasında fark var, gireceğiz bu konuyu da bir gün.
Yeri gelince şefkat bekler.
Sevgiden, aşktan hemen sonra seks bekler. Seksi sevgiden, aşktan evvel de beklerde, sırasını öğrendi, işi riske atmamak için sabreder, ama sabrı da taşmasın ister.
Ev de düzen bekler. Düzeni kadına bırakmış gibi gözükse de zamanla kendine göre uyarlanmış bir düzen ister.
Düzenin içine girenlerden örnekler; sevdiği yemeklerin sevdiği gibi olması beklentisi girer kesin, yemek saatinin de kendine göre ayarlanması da kesin, yemeğin sıcaklık derecesinin de tabii ki, üst baş, ütü, askı, hassas konu olabilir (oldu bile), salonda kendi köşesini ister (paşanın koltuğu, kanepesi kıvamında), gazete, tv de öncelik ister ( tv de şansı azdır genelde, bu nedenle için için ister), sabahları evden çıkana kadar öncelik, beğenisi doğrultusunda kahvaltı, kapıdan çıkarken öpücükte bekler.
Kısaca, evinizin gönüllü kahyası olmanızı bekler.
Yolladınız evden adamı sabah. Pek, evin dışında neler bekler, devam listeye;
Özgür olmak ister. Hayatın (ın) içinde. Özgürlüğün içine aklınıza ne geliyorsa koyun. Evet, bravo, bildiniz, aklınıza ilk gelenler doğru mesela.
Gerekli gördüğü konularda akıl alma, danışmanlık hizmeti bekler (futbol hariç, futbolda aksine danışmanlık hizmeti vermeyi ister).
Anneciler, annelerine sevgi, saygı, ilgi bekler.
Anneci olmayanlar, diğer anneye çok da fazla öncelik verilmemesini bekler.
Çağdaş, modern bir karı, sevgili olmanızı bekler. Diğer tarafta, annesinin evinde ki klasik, alıştığı düzenin devamını da ister.
Evde patron olmak ister, olamasa da patronmuş gibi kabul görmeyi bekler.
Çocuklara iyi baba olmak ister. İyi baba olabilmek için desteğinizi bekler (bakınız; akıl alma, danışmanlık hizmeti).
İyi bir anne olmanızı bekler. İyi anneliğin tarifine üstünüze aldığınız ve ayrıca size uygun gördüğü tüm sorumluluklara itiraz edilmemesini de ister.
Aile içi basit hastalıklarda doktorluk, hemşirelik hizmeti bekler.
Kendi iş düzeninde öncelik ve mutlak başarı ister. Başarı için sizden her nevi desteği bekler. Desteği bulamazsa küser.
İş hayatında başarısız olursa, başarısızlığın kendisinden kaynaklanmadığı hususuna sizin de inanmanızı bekler (inanmazsanız yine küser).
Karısı da çalışsın eve yani ‘müşterek olarak yüklendikleri hayatlarına’ destek olunmasını da bekler.
Üst baş seçiminde direk veya dolaylı, akıl ve danışmanlık ve lojistik hizmetleri bekler (bakınız; akıl alma, danışmanlık hizmeti).
Gezme tozma, tatil işlerinin sizin tarafınızdan organize edilmesini ve çalışmalarınızın kaliteli tur operatörlüğü düzeyinde olmasını bekler.
Apartman, site ilişkilerinin ve işlerinin operasyon ve yürütme ve iletişim kısmını sizden bekler. Ancak konu ile ilgili karar aşamalarında, akıl alma, danışmanlık, yönlendirme hizmetlerinde kendisine müracaat edilmesini ister (futbola ilave ikinci bir hizmet daha, o kadar da fena değilmiş durum).
Sokaklarda kaybolunduğunda gidilecek yeri dışarıdan yardım almadan el, göz, direksiyon yordamı ve hisleriyle bulmak ister. Sizden de ‘etraftaki insanlara soralım’ diye akıllar vermemenizi bekler.
Kıskançlığının ve kıskançlığını ifade biçiminin doğal olduğunu kabul etmenizi isterken, kıskanılmasının ve şüphelerinizin gereksiz ve yersiz olduğuna inanmanızı bekler.
Sinirlenme, kızma hallerinde öncelik ve anlayış ister. Ayrıca haklı olduğuna dairde yorum yapmanızı bekler.
Araba alırken markanın kendi tarafından belirlenmesini bekler.
Market, pazar alışverişine dahil olmamayı hem ister, hem bekler. Ancak ve ayrıca genel ihtiyaçlarına yönelik taleplerinin tam ve zamanında ve evin ona göre doğru noktalarında yer almasını bekler.
Sizin olabildiğinizce fit olmanızı bekler (tam diyemeye bilir, lafı yuvarlar). Size yardımcı olmak amacıyla, gözleriyle yaptığı taramaların doğru örneklere yönlenmeniz açısından takip edilmesini ister.
Konuşmalar, sohbetler sırasında öncelik bekler. Kendi konuşmalarının kesilmemesini ister.
Sizin aklınıza, bilginize hürmet eder, ancak kendi aklının ve bilgilerinin değerlendirmede öncelik hakkına sahip olmasını bekler.
‘Türk Erkekleri’ biraz azıyla, biraz çoğuyla bunların tamamını veya çoğunu bekler.
Bulamazsa, küser evden gider.
Ve finalde, yani boşanırken son bir kez, hani yılların yüzü suyu hürmetine, giderayak boşanma nedeni için haklı olduğunun kabul edilmesini de bekler.
‘Türk Erkekleri’ bunların hepsini veya çoğunu az veya çok bekler.
‘Türk Erkekleri’ bunların hepsini veya çoğunu az veya çok bekler.
Bulamayınca ‘Türk Kadını’ndan ayrılır, bunların tamamını gider başka bir ‘Türk Kadını’ndan (zaman içinde bir çok farklı ‘Türk Kadını’ndan) bekler.
Ben bakıyorum da ‘Türk Erkeği’ olarak etrafımda ve kendimde olan bitenlere geçen uzun yıllar boyunca, diyorum ki ister istemez kendi kendime,
‘Türk Erkekler’i bu kafayla giderlerse ‘daha çok bekler’.
Yarın, bakalım ‘Türk Kadınları’ ‘Türk Erkekleri’nden neler bekliyormuş…
*********************************************************************************************02.11.2011
Mızmız; Her şeyde kusur bulan, hiçbir şeyden memnun olmayan, çevresindekileri rahatsız edecek kadar yavaş olan, üzüm suyunun yeni şarap olmaya başlamış durumu.
Mızıkçı; Geveze, sıkıcı konuşan, oyunbozan, kırıcı, densiz, bir şey beğenmeyen.
(TDK Büyük Sözlük)
Kenya’ya iner inmez, her seferinde beni ‘memnun’ eden şeyin ne olduğunu keşfetmeye çalışıyorum iki senedir.
Dünü yoğun geçirdim, akşam internetten Türkiye haberlerine bakıyorum, birden beni rahatlatan nedeni buldum.
Burada insanlar çok yavaş hareket eder, sallanırlar hatta deyimiyle, ancak burada insanlar ‘mızmız’ değil ve de hiç ‘mızıkçı’lık yapmıyorlar. Yalan kısmı hariç. Onu da beceremiyorlar, ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar zaten, geçelim o tarafı.
Ha bir de ‘mızmız’ın ‘üzüm suyunun yeni şarap olmaya başlamış’ durumu ile de ilgileri yok haliyle.
Sevgili vatanımızda, her şeyde kusur bulan, hiçbir şeyden memnun olmayan, sıkıcı konuşan, kırıcı, geveze, densiz, hiçbir şey beğenmeyen insanlardan ve bu ‘insanların sayılarının çokluğundan’ çok sıkılmışım.
Hatta sıkıldığım özelliklerin bir kısmına yıllardır sahip olan ‘ben’, bir kısım hallerimden, düşüncelerimden, hareketlerimden de şiddetle, yani ‘kendimden’ de çok sıkılmışım.
Benim mi şansızlığım bu, ancak hem kendimden yana, hem de etrafımda, iş hayatında, ailede, sosyal hayatta, sokakta ve de siyasette ne kadar çok insan ‘mızmız’ ve de ‘mızıkçı’ şaşırıyorum.
Demiyorum ki ‘ne koyarlarsa önümüze onu yiyelim’, katiyen.
Katiyen, katiyen de hayat geçip gidiyor. Kimse kazık çakamamış, bizler de çakamayacağız kendi kazıklarımızı bu yaşama sonsuza kadar.
Hiç mi güzellikler yok, hiç mi insanların içini açan şeyler olmuyor, hiç mi keyifleri çıkarılacak hoşluklar yok hayatımızda ve de gezegende ve de evrende?
Geçiniz bağı, bahçeyi bir saksı çiçek, bir sevimli kuş da mı yok yahu etrafımızda.
Hatta gülümseyen gözler, yol veren insanlar, ‘günaydın’ diyen sesler, cıvıldayan çocuklar, akça pakça olmuş yaşlılar, bir tatlı sohbet, bir sarılma, bir müzik, bir ay, bir sıcak yatak, bir lokma güzel yiyecek, bir yudum su ve de benzeri hiçbir şey yok mu etrafımızda, yaşamlarımızda?
Bence var.
Mesela, hiç durup dururken bir hastanenin acil servisine gittiniz mi, gittiniz de hiç olmadı on dakika baktınız mı neler olup bittiğine?
Sonrada;
Mesela, hiç yüzükoyun çimenlere yatıp seyrettiniz mi otların arasındaki dünyayı?
Mesela, ilkokulların, anaokullarının bahçe duvarlarının yanında durup, birkaç dakika da olsa baktınız mı koşuşturan, çığlıklar atan çocuklara?
Mesela, yanından hızla geçip gittiğiniz apartmanların bile bahçelerinde açan yabani papatyalarla, adını bilmediğim sarı ve mor minik çiçekler hiç mi dikkatinizi çekmiyor?
Kendimizi sevmedikçe, kendimizden ‘memnun’ olmadıkça, hayatımızdan ‘memnun’ olmamız mümkün değil. Ne kadar ve hangi çapta bir insansan o kadarıyla yaşamazsan, yaşam içinde ‘sen’ kadar halinle, ‘senin’ olanlarla 'memnun' olmayı beceremezsen, hayatlarımızı ‘mızmız’ ve ‘mızıkçı’ geçirmeye devam ederiz son anımıza kadar.
Hele seni ‘mızmız’ eden, ‘mızıkçı’lık yaptıran her nelerse onlar, sadece yüzünü asıp, sadece söylenerek ama aynı zamanda çok kıymetli üstünde oturduğun sevgili kıçını da hiç kıpırdatmıyorsan bir şeyleri değiştirme çabaların adına, çekilmez bir insan evladısın sen.
Bu böyle, darılmaca yok.
Kendinden ‘memnun’ olmayı, sevgili kıçını da kıpırdatmayı beceremiyorsan ‘mızmız’, ‘mızıkçı’ bir insan oluyorsun ve de hiç çekilmiyorsun.
En azından ben hiç çekemiyorum kendimi artık ‘mızmız’ ve ‘mızıkçı’yken.
Kimse kazık çakmayacak bu güzelim dünyaya.
Kimse de ‘mızıkçı’lık yaparak, ‘mızmız’ olup düzeltemez memnun olamadığı durumları.
Kendimi severek, kendimden ‘memnun’ uyandım yine bu sabah. Bu kaçıncı sabahtır böyle uyanıyorum. Gün güzel başlıyor o zaman. Gün benden ‘memnun’, bende günden o zaman.
Kıçımı da çok seviyorum ama, kıpırdatmak için canda atıyorum bugün bir yeni konu daha çıksın diye karşıma.
Kıçım da ‘memnun’. ‘Ben’de…
Memnun; Herhangi bir olaydan veya durumdan ötürü sevinç duyan, kıvançlı, mutlu.
Not: Sahi Van depreminin olduğu yerlerdeki insanların son durumları nedir?
Yeteri kadar ‘mızmız’lığı bırakıp, ‘mızıkçı’lık da yapmadan ve sonuçlarından da ‘memnun’ olana kadar yeteri kadar çaba sarf ettik mi?
‘Memnun’ muyuz artık? Tamam mıdır insanların durumu?
Yoksa deşarj mı olduk? (yine)
Deşarj; Boşalma, rahatlama (TDK Büyük Sözlük)
********************************************************************************************01.11.2011
Türklüğümüzün temel taşı ‘Türk Kadını’na değinmeden geçemedim.
İnsanları milletine, cinsine, cibiliyetine, kültürüne, memleketine göre ayırmak doğru değildir biliyorum, ancak ben ayırdım bile. ‘Türk Kadını’ diye bir insan cinsi var bence. Nadide ve eşi benzeri olmayan bir cins insanlık aleminde.
Nasıl oldu da oldu, ‘Türk Kadını’ diye bir insan cinsi türedi bilemem. Nedeni üzerinde konunun uzmanları çalışsınlar. Ben insan ve erkek olarak sonuçlarıyla ilgiliyim doğal olarak.
(Ara Not: Sizden rica ediyorum ‘feminist’ olanlarınız okumasın bu yazıyı. Hatta benim yazdığım hiçbir şeyi okumasın. Neye, ne zaman tepeleri atıyor kestiremiyorum. Sonra bin tane polemik. Bu konuyu da yazacağım bir gün. Bugün değil ama…)
Benim kuşak kadın erkek ilişkileri ile ilgili sınavından geçemedi. Çok az, oldukça az bir kısmı çok iyi notları yakalaya bildi, yine az bir kısmı kanaat notuyla yırttı (veya yırtmış gibi roller kesiyor), çoğunluksa çaktı bu dersten.
Sebeplerini oturdum yazdım kendimce burada yayınladığım çalışmada. Hatta kırklı yaşlarda çoğumuzun ne hallerde olduğunu, ne hallere geldiğimizi de yazdım.
Ancak şimdi daha geniş bir perspektifte bakarsak duruma, durumunda her yaştan, her eğitim ve kültür düzeyinden kadın kısmına, kadın kısmının da bizim ülkede doğmuş ve yaşayanlar tarafına, ister istemez pat diye ağzımdan akıveriyor ‘Türk Kadını’ adlandırması.
Sevecen, sevmeye hazır, sevince ne var ne yok ortaya koyan, paylaşan, cesur, destekleyen, güzel, bir alınca bin veren, tepesi atınca dağları yakan, dağları yakınca da üzülen, utanmayı bilen, utandırtmayan, affeden, affettirten, anne, hatta anneliği iyice abartan, doğurgan, yılmayan, sabırlı, tuttuğunu koparan,gözleri her an ıslanmaya hazır, seksi, zarif, şık, bin kere düşse bin kere kalkan, fedakar, akıllı, milliyetçi, devrimci, adil, hani derler ya ‘kadın gibi kadın’, kol kanat geren, kıskanan, becerikli, komik, gülmeyi seven, güldüren, hijyen, iyi dost, iyi arkadaş, iyi sevgili, iyi karı…
(Ara Not 2: Karı lafı ‘karı koca’ dan türemedir, allahını seven itiraz etmesin bu kelimeye. ‘Koca ile ‘Karı’dır doğrusu. Eş, eşim lafları ilişkide kişilerin cinsiyetleri ile ilgili konumlarını ifade edemez. Ayrıca kimse kimsenin eşi de olmaz, olamazda, olmamalıda. Ayıp bir kere bu eş, eşim ifadeleri, kişisel haklara aykırı…)
Devam;
Diye sayıyorum aklıma ilk gelenleri.
Diyeceksiniz ki, her milletten kadınlar da böyledir veya böyle olabilir. Siz dediğinizle kalırsınız, çünkü öyle değildir durum. Ayrıca, ‘Türk Kadını’nı da iyi tanımamışsınızdır demektir böyle iddialarınız varsa.
Enteresandır, başka milletlerden erkeklerle hayatını sürdüren ‘Türk Kadını’ sayısı, başka milletlerden kadınlarla hayatını sürdüren Türk erkeği sayısından kat be katta daha fazla. ‘Hayatını sürdüren diyorum’…
Zaten sadece bu hal bile işin içinde bir püf noktası olduğunun ispatı.
Yazdıklarıma erkekler itiraz edebilir. ‘Yok canım sende abartıyorsun’ da diyebilir. Diyebilirde çıtırına da, kıtırına da kaçan sonuç itibariyle yine de kaça kaça ‘Türk Kadını’na kaçıyor.
Sebebi ne acaba?
Erkekler yine diyebilir ki, ‘e napalım etrafta başka milletten kadın yok ki’, bu doğru bak, bu doğruda artık özellikle bir kısım insanın bir ayağı yurt dışlarında, bir kısmı başka milletlerden insanlarla da çalışıyor ve de haşır neşirler, demek iyi kötü tanıyor onlarla millettin insanını.
Tanıyor da, koluna takıp hayatının içine almıyor, hayatını sürdürmüyor sevgiden, kadın erkek ilişkisinden yana.
Çapkınlığı adet edinmişler bile, dönüyor dolaşıyor sonunda kadının ‘Türk’ olanında takılıp kalıyorlar hep.
Demek ki, ben tam olarak kelimelere dökemesem de, özellikleri tam ve doğru ifade edemesem de işin içinde bir sır var. Hatta ‘bir sır var’ ifadesi yanlış oldu, çünkü işin içinde sır yok, çünkü ‘Türk Kadını’nı var eden özellikler sır değil. Biz erkekler her gün, her saat, her dakika ve de ömrümüz boyu bu nedenlerin içinde yaşıyoruz karılarımızla, sevgililerimizle, arkadaşlarla, dostlarla.
Ve de biz Türk erkekleri ökseye yakalanmış kuşlar gibi vazgeçemiyoruz ‘Türk Kadınları’ndan.
Hem de güle oynaya, halleri de mutlu ve mesut Türk erkeklerinin. Birlikte olduğu kadından şikayetçi olanlar varda, şikayetlerle ilgili boyutların sonuçları sınır ötesinden kadınlarla hayatlarını birleştirme, sürdürme noktasına varmıyor.
Demek ki, Türk erkekleri ‘kadın erkek ilişkisi’ cephesinde ‘Türk Kadınları’ndan bir kadında aradıkları ne var ne yoksa biraz eksik biraz fazla buluyorlar.
Bu cümleyi yazınca bir soru takıldı aklıma. ‘Türk Kadınları’ ‘kadın erkek ilişkisi’n de bir erkekte aradıkları ne var ne yoksa biraz eksik biraz fazlasıyla Türk erkeklerinden buluyorlar mı acaba?
Ben erkek hallerimle bir yorum yapamam. Bu sorunun cevabını yine ‘Türk Kadınları’ verebilir ancak.
Böyle bir anket yapılsa, ama ve de ancak ankete katılan kadınların isimleri ve soyadları da kayıtlara geçseydi, anket sonucu ne çıkardı acaba?
Merak ediyorum.
‘Türk Kadını’nın özelliklerini yaşadığım, gördüğüm kadarıyla biraz da olsa yazmaya çalıştım.
‘Türk Erkeği’nin özelliklerini de ancak bir kadın yazabilir.
Herkes bildiği işi yapmalı.
‘Türk Kadını’nı da işini iyi bilir benim bildiğim.
Hem de çok iyi bilir.
Bilirde, bilmemezlikten gelmeyi de iyi bilir bence.
Anket sonucunu çok merak ediyorum, Türk erkeği olarak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder