20 Mart 2012 Salı

OCAK 21 - 30 2012 GÜNLÜK YAZILAR ARŞİVİ



30.01.2012

Batıda Prada’yı şeytan giyer, bizdeyse eve gelen gündelikçi Sabire Hanım.
Hatta Sabire Hanım Gucci çanta da takar koluna.
Dior bluzu da var, onu canı isterse giyiyor.
Yerli markalarını saymıyorum dolabında olan, onlar artık sıradanlaştı.
Sabah işe doğru giderken,
Evlerde çalışan kadınlar otobüs duraklarından, metro istasyonlarından mahalle aralarına doğru yürüyorlar.
Bazıları ikili üçlü gruplar halinde, bazıları da tek başlarına.
Renk konusunda uyumsuzluklar olsa da,
Çoğu baştan aşağı dünya markalarıyla bezenmiş durumdalar.
E olacak o kadar, bizim buraları ülkenin kalbur üstü takımının yaşadıkları yerlerden biri.
Kalburun üstüde dünya markalarını az veya çok ediniyorlar ister istemez.
Bu işin indirimi var, kampanyası var, outleti var.
Taktın mı kafaya illaki bulur alırsın bir yerden kesene göre.
Bizim nevi insanların ve de kalburun üstlerinde konumlanmışların kaç kapı gardıropları var ortalama?
Ve de gardıroplar ne derece dolular?
Çok dolular, hem de,
Tıklım tıklım.
Ne almışız yahu ve de eskisi gibi olmasa da amma alıyoruz halen.
Yazlıklar, kışlıklar, mevsimlikler.
Sürekli üst baş derdinde insanlar.
Ya moda belası,
Ya özellikle kadınlarda aşırı bunalınca derinlerinden yükselen alma dürtüsü,
Ya kalınlaşan beller, büyüyen kalçalar.
Eskidi de yenisini alayım en düşük neden.
Eskimiyorlar.
Demode oluyor.
Bize göre tabii ki.
Sabire Hanım içinse bizim demodeler, hakiki moda olanlar.
Bayılıyorum Sabire Hanımlara, Fatma Teyzelere…
Şık şıkırdam giyinip, süslenip gidiyorlar ev işlerine.
Yürüyüşleri değişmiş çoğunun.
Çocuklarının çoğu üniversitelere gidiyor.
Eğitimli bir kuşak yetiştiriyorlar, camları kapıları sile sile.
Ütü yapa yapa.
Parkeleri parlata parlata.
Muhtemelen kıçını oturttuğu kanepeden kaldırmayan kocalarının bin bir eziyetine de katlanarak.
Bizim ülkede ne normal ki.
Milyonlarca dolarlık evlerle,
Gecekondunun hallicesi fakirlikleri barındıran hanelerin arası yürüyüş mesafesi on dakika, yirmi dakika.
Pencereler karşılıklı.
İki farklı hayat iç içe.
İki ayrı dünya iki tepeden bir birlerini seyrediyorlar.
Bir tepe diğerinin sarı ampul, florasan ışıklarını görmemezlikten gelirken,
Diğer tepedekiler camlara yansıyan yılbaşı çamlarının yanıp sönen ışıklarını seyrediyor.
Biri yabancı markalarla, yerlinin iyileriyle doyumsuzca kuşanırken,
Diğerleri bekliyor,
Kendinden emin birkaç seneye onun o giysi, çanta, ayakkabı nasılsa.
Ve de,
Bir ülkenin çoğunluğunu temsil eden milyonlarca genç,
Bileniyor,
O markaları bir gün sıfırdan alıp giymek için.
Adlarını ezberlediler bile markaların.
Kaldı geriye kazanıp paraları mağazalardan içeri adım atmalarına.
Onu da becerecekler.
Az kaldı.
Annelerinin ikinci elleri,
Onların sezon giysileri olacak yakında.
Allı güllü şalvarlar yerlerini,
Pradalara, Armanilere bırakıyor yavaş yavaş.
Tek tipe doğru gidiyoruz hep beraber.
Folklorik renklerimiz, dünya renklerine dönüşüyor,
Camları silerek, yerleri parlatarak, bulaşıkları yıkayarak.
Moda ümüğünden yakaladı insanları.
Her şey modaya endeksli.
Modadan bi haber olanlarda,
Eskileri giyerek giriyorlar modanın alemine.
Şalvardan, Gucci’ye yatay geçiş.
Puan yerine, para.
Moda halka inerken,
Halkımız markalara yükseliyor.
Zaten o markaları mağazalarda satanlarda,
Sabire Hanımların çocukları aynı zamanda.
Alt yapı kuvvetli.
Beş yüz kelime ile ana dilini konuşan gençler,
Yüzlerle markanın adını ezbere biliyorlar.
Marka lisanı oluşuyor.
Ülkelerinin önemli sanatçılarının adlarını bilmiyorlar,
Modacıların adları soyadları ezberlerde,
Okuya okuya ezberliyorlar.
Sata sata da.
İkinci elleri giyerek de.
Şalvardan,
Sümerbank’a terfi etmişlerdi önce.
Şimdide Nişantaşı yollarını arşınlamak için hazırlık içindeler.
Tek tipe doğru akın akın yürüyorlar.
Onların yürüyüşlerine bir katkıda,
Tıklım tıklım ağzına kadar dolup boşalan gardıroplar.
Alakalı alaksız tüketenler.
Aldıkça azanlar,
Azdıkça daha da diye indirimlerin peşinde koşanlarla.
Nereden geldik,
Nerelere gidiyoruz.
Alt yapısız.
Alt yapı deyince anladığımız,
Altımızdaki yapı.
Oturduğumuz binalar alt yapımız.
Binalarla tarif ediyoruz insanların kimliklerini.
Ne olduklarını.
Dolaplarının kaç kapı olduklarıyla.
Kapıların içine yığılmış markalarla belirleniyor kimlikler.
Statüler,
Çul çaputa endekslendi.
Kalite,
Altımızdaki yapılarla sınırlandı.
Eve gelen hanımlara akıtıyoruz şimdilerde statüleri,
Altımızda ki yapıların işlerini yaptırarak anlatıp gösteriyoruz onlara kaliteli yaşam nedir diye.
Kaliteli insanlığımızı sergiliyoruz,
Burun buruna yaşayarak hep birlikte.
Ne balıkçılarla rakı patlatmaklar kaldı,
Ne de köprü altında sabahlamalar.
Ne şiir geceleri kaldı,
Ne de Münir Nurettin’den namelere yanlamak.
Ne sazın tellerinden gelen müzikle içlenmek,
Ne de bulgura kaşık sallamak.
Ne siyah beyaz resimlerle bezenmiş albümler kaldı,
Ne de gazinolar.
Ne ansiklopediler kaldı,
Ne de ‘müsaitseniz annemler akşam size gelmek istiyorlar’.
Markalar var artık.
Alt yapımızda da, altımızdaki binalar.
Dört mü çekiyor, iki çekerken motor kaç beygir, üstü açılıyor mu…
Ben sobada kaldım.
Kombiye geçmiştim, yatay,
Markalarla dolmuştum, satmıştım da binlerle,
Olmadı.
Dörtler dörder dörder çekti, yine olmadı.
Ben plastik pembe çiçekli muşamba örtüde kalmışım.
Ketene geçtim yatay olmadı.
Mugla içtim çayı, olmadı.
Beli ince bardakta kalmışım ben.
Yılbaşı çamını tavana dayadım, şıkırtısı odalara kadar gelen,
Döndüm tenekede ki fesleğene yeniden.
Altım boşmuş benim.
Dolduramamışım.
Alt yapım çürükmüş benim,
Yapamadım.
Sabire Hanımları seyrediyorum şimdilerde.
Seviniyorum, hiç olmadı onların çocukları üniversitelere gidiyor,
Anneleri camları silip, kapıları, yerleri temizlerken,
Prada eski sezon tişörtlerle.
Alt yapısızlık,
Alta yaradı.
Alttakilerin,
Gençlerine.
Altın yapısının ne olduğunuda,
Göreceğiz,
On yirmi sene sonra.
Sizler görürsünüz muhtemelen.
Ben köye geri döneceğim için benden beklemeyin.
Dedemin dedesi ayrılmış köyden o zamanlarda.
Torunun torunu köy özlemiyle,
Dönecek köye geri.
Ben alt yapı problemimi çözememişim.
Altım köyde kalmış,
Üstüm şehirde yapamadı.
İhanet ediyorum beş kuşak geçmişime.
Yerimi,
Sabire Hanımın çocuklarına, torunlarına bırakıyorum.
Pradadan, Armaniden şalvara yatay geçiş yapıyorum.
Puana çalışıyorum.
Puan,
Sadecik, basit bir,
İnsan olmak.
Az kaldı,
Tutturmak üzereyim puanlarımı.
Çok,
Sevinçliyim.
Ölmeden sınıfımı geçmekteyim.
Altımda ki yapıdan çaktım.
Çok çalıştım,
Çok uğraştım olmadı.
Üstümü de yanıma alıp,
Alt yapıma,
Geri,
Dönmekteyim.
Sizler üstte yaşayın,
Ben altta,
Kalıyorum.

29.01.2012
Konu ayrılıksa, kadınlar arasında ki dayanışma müthiş.
Boşanınca karısından, ayrılınca sevgiliden, erkeğin geçmişinden gelen üç beş sıkı dostu hariç kadınlı erkekli tüm arkadaşlar kız tarafında kalıyor.
Ayrılan, boşanan erkekle esas grubun kocaları, erkek sevgilileri bile genelde gizli gizli görüşüyor.
Kadınlar ayrılıklarda kadın kadına kilitleniyorlar bir birlerine.
Ayrılan, boşanan kadının etrafında anında güvenlik çemberi oluşturuyor diğer kadınlar.
Korumaya alınıyor ayrılan kadın.
Ayrılan, boşanan erkekse hızla dışlanıyor.
Ve yalnızlaştırılıyor.
Daha iki gün evveline kadar hep beraber birlikte gülünen eğlenilen erkek,
Bir anda sıkı bir düşman haline dönüşüyor.
Ve düşman,
Görüldüğü her yerde, kulaktan alınan her bir haberle ayrılan, boşanan kadına anında rapor ediliyor.
Rapor önce telefonla, mesajla ayrılan kadına iletiliyor, peşinden kadın komitesi ayrılan kadınla bir araya geliyor ve detaylar üstünde tartışmalar, yorumlar gece yarılarına kadar devam ediyor.
Nerede görüldü,
Kimle, kimlerle görüldü,
Ne yapıyordu,
Kilo almış mı mesela,
Saç sakal durumu,
Üst baş,
Bunlar göz taramalarıyla elde edilen veriler.
Birde üçüncü göz taraması var, ruh hali analizleri.
Nasıldı canı?
Sıkkın gibi miydi?
İyimi görünüyordu?
Mutlu muydu?
Keyifsiz miydi?
Birde içeriye sızdırılan casuslar vardır. Bunlar kız tarafında kalmış, karısına sevgilisine direnemeyen erkeklerde olabilir, ayrılan erkeğin iş veya sosyal çevresinde bulunmak zorunda olan eş, dost, akrabalar veya konuşmaya meraklı üçüncü şahıslarda.
Lokasyon belirleme çalışmaları da olur.
Nereye taşınmış?
Hangi cadde, hangi bina, ev?
Genelde erkeğin taşındığı yerde kadınla ayrılmasalar birlikte oturmayı beraber hayal ettikleri yerdir veya yakınlarıdır.
Erkeklerde vizyon problemi var hep, doğru.
Araba değişmiş mi, araba mesela, bu da önemli.
Seyahate çıkmış mı? Neden? Kimle? Nereye?
Ve de varsa bir yeni kadın yanında,
Soruşturma iyice derinleştirilir.
Kim bu kadın?
Ki, bazen bildik biridir bu kadın.
Bildik biriyse,
Kadının geçmişi bir daha iyice didiklenir. Eski vukuatlarından da çıkılarak yola,
Yargılanır ve hüküm verilir ve de anında kadının ne mene hafif olduğu oy birliğiyle netleştirilir.
Eğer ki kadın, camianın dışındansa,
Kim bu kadın?
Nedir? Kimin nesidir? Diye yapılan titiz çalışmalar sonucu,
O kadının da ne olduğu da tespit edilir ve sonuç kamuoyuna duyurulur;
‘Hafif kadın’.
Camia içinden veya dışından yeni kadın her zaman ‘hafif’tir.
Komitenin kararı değişmez.
Ki, bu kararı veren komite içinde zamanında başka komiteler tarafından ‘hafif’liği tescil edilmiş kadınlar da yer alır.
Bu da, işin en enteresan noktasıdır.
Hiçbir şekilde görev tanımlaması, hareket planı ve stratejilerin önceden belirlenmediği, dünyada sorunsuz ve disiplin içinde çalışılan tek organizasyon budur.
Çünkü, tüm kadınlar anında görev bölgelerinde ezbere bildikleri pozisyonları alırlar.
Öyle veya böyle,
Ayrılan, boşanan erkek yalnızlaştırılır.
Bilerek.
Kasıtlı olarak.
Kimse aramaz.
Hatta grubun erkekleri bile.
Korkarlar karılarından, sevgililerinden.
Ki,
Ayrılan erkeğin mutlaka bir başka kadına kaçtığı iddia edildiğinden,
Ayrılan erkeği arayan diğer erkeklerde,
Suç ortağı durumuna düşmemek için,
Derin bir sessizliğe bürünürler.
Hı dese ayrılan erkek aleyhine, geriye dönüşü olmamak kaydıyla erkekler aleminden dışlanacağı kesin olduğundan, susar diğer erkekler.
Hı demese, karısı, sevgilisi gözünü oyacak.
Berbattır ayrılan erkeğin arkasında bıraktığı diğer erkeklerinde durumu.
Ayrılan kadınıysa hemen koruma altına alır iki farklı grup.
Evliler ve çift olanlar aile hayatlarının içine çekerler ki,
Aile aile hissetsin,
Sıcak ortam,
Çoluk çocuk falan derken,
Kadın kafasını biraz toparlasın, sakinlesin diye.
Bir de bekar kadınlar grubu vardır.
Onlarda,
Hemen o restoran, bu meyhane, şu bar, klüp akşam alemlerine kolundan tutup çekerler ayrılan kadını.
Kafasını biraz dağıtsın diye.
Ayrılan, boşanan kadınların uzun süre sersemlemelerinin sebebi,
Bu iki gurubun bir birine zıt,
İki farklı konsepte oturan rehabilitasyon anlayışıyla,
Kadını tedavi altına almak istemeleridir.
Bir taraf kafayı tam toparlarken,
Diğer taraf olabildiğince dağıtıyor.
Ki,
Bu arada evli arkadaşlar tarafı uzun müddet yeni bir ilişli önermez ve bundan sonra çok dikkatli olması gerektiğini savunulurken,
Bekar kadın arkadaşlar grubu anında yeni birini önerirler, hatta bir aday bile tedarik edilmiştir anında ve yara sıcakken pansuman yapılmalı diye ısrarcılardır da.
Kısaca,
Ayrılan kadının durumu buyken,
Erkek tarafında derin bir sessizlik hüküm sürer.
Telefon çalmaz olur arkadaşlar adına.
Tek tük, bazen.
Çoğu da kaçak kuçak aramalar.
Ve erkek,
Kısa sürede pozisyon almak zorunda kalır.
İlk aldığı pozisyon,
Silip atmaktır, yok saymaktır geriden gelen ve erkeği arayıp sormayanların tamamını.
Sebebi ne olursa olsun,
Bir kadından boşanmanın,
Ayrılmanın devamında kesilen bu cezaya aklı almaz önceleri.
Ki,
Bu cezayı kesenler içinde yer alan erkeklerinde ne haltlar ettiğini bilse de,
Erkeklik raconuna uyup, susarda ayrılan erkek.
Susması ancak tek bir anlama çekilir,
Suçlu olduğunu kabul ediyor demektir.
Zaten bu güne kadar hiçbir ayrılıkta,
Hiçbir kadının eksiği yanlışı olduğu görülmediğinden ve de tespit edilemediğinden,
Tek hatalının erkek olduğu sonucu,
Yırtsa kendini değişmeyeceğinden,
Sessiz erkeğin,
Suçlu olduğu kayıtlara geçirilir,
Ve boşandığı, ayrıldığı kadının,
Ailesi,
Arkadaşları, dostları tarafından,
Cezası ömür boyu dışlanmak olarak infaz edilir.
Sorgusuz ve,
Sualsiz.
Kadınlar bu durumu çok iyi bildikleri için,
Genelde,
Eğer ki kocaları, ki genelde ilk koca ile çevre birlikte oluşturulur,
Bu dediğim ikinci koca veya bilmem kaçıncı ciddi ilişki sevgililer için geçerlidir,
Kadınlar yeni bir ilişki başladığında,
Erkeğin arkadaş çevresine girip, oraya yuvalanmazlar ve katiyen,
Kendi çevrelerinden uzaklaşmazlar.
Sadece tanışırlar. Özellikle erkeğin kendi çevresinde ki kadınlarla ilişkilerini tartıp, geleceğe yönelik pozisyon alırlar.
Kadının kendi çevresi,
Güvenlik bandıdır. Bu bandın dışına çıkan kadınlar, illa bir gün akıllanır ve de yemin ederler aynı hataya bir kez daha düşmeyeceklerine.
Erkeğin çevresine kaynamak her zaman risk taşır.
Erkekse duruma uyanmıştır artık. Aynıdır kadın erkek durumlar aslında.
Eskisi gibi dalmaz yeni karısının, sevgilisinin çevresine. Kenarından köşesinden idare eder.
Sonuç olarak,
İlk evlilikten sonra ne kadın terk eder kendi çevresini,
Ne de erkek terk eder kendine oluşturduğu yeni çevresini.
Ama,
Yinede,
İster ilk karı, ister ikinci, üçüncü karı,
İster bilmem kaçıncı sevgili,
Ayrılan, boşanan erkek yalnızdır ve,
Yalnızlaştırılır.
Ta ki,
Yeni karı,
Yeni sevgili,
Girene kadar hayatına.
Kadın erkeği boşadığında bir insanı terk etmiştir.
Erkek kadını boşadığındaysa geçmişini terk eder gider genelde.
Boşanmalarda, ayrılıklarda,
Hep kadının yanında yer alınır, çekilir dost ortamlarına.
Hep erkek iteklenir dışarı, itilir kapı dışına.
İlk boşanma,
İlk ayrılıktan sonra,
Erkek de ayılır duruma.
Alır gardını.
O yüzdendir ki,
Erkekler kadınları pek almazlar kendi yaşam gruplarına.
Kadınlarsa baştan gönüllüdürler erkeği almayı kendi gruplarına.
Biri bir daha yalnızlaşmamak peşinde,
Diğeri güvenlik çemberi içinden dışarı kıpırdamak niyetinde.
İki insan bir gün aşık olur, sever.
İki insan bir gün bir sebepten ayrılır.
İki insanlık hayat,
Onlarla insana sabah akşam malzeme olur.
Yetmez, sektör olur.
Mutluluklar anılmaz,
Mutsuzluklar konuşulur.
Mutluluklar paylaşılmazken aşklarda,
Düşeninse dostu bol olur.
Bu kadar yara, bu kadar bereyle,
Mutlu olmak zor olur.
Mutluluğu unutunca insanlar,
Şaşırıyorlar mutlu olunca.
Mutsuzluksa bilinen,
Anında içine girilen, ortak olunup, paylaşılan.
Alınan bunca gardların arasından,
Kim bilir ne aşklar,
Heba olup,
Yok oluyor.
Çok bilmek bazen,
Mutluluğa,
Setler çekiyor.
Ayrılık kadınları sosyal çevrelerinde kalabalıklaştırıp,
Ruhlarında yalnızlaştırıyor.
Ayrılık erkekleri sosyal çevrelerinde yalnızlaştırıp,
Ruhlarında daha da,
Yalnızlaştırıyor.
Kadınlar,
Erkeklerin yatak durumlarına aldanıp,
Bence çok yanılıyor.
Erkek erkeğe muhabbetleri,
Hiç mi hiç bilmiyor.
Halbuki o yataklara,
Girenler,
Yine kadın oluyor.
Neyin ne olduğunu,
Bence artık kimseler,
Bilemiyor.

28.01.2012
Büyüyünce kedi olmak istiyorum.
Sabahları kanepenin köşesinde çenemi dayamış mindere, yarı açık gözlerimle telaşla evden çıkanları süzmek istiyorum.
Umursamadan hiçbir şeyi.
Karnım tok, ev sıcak, dert yok, olsa da dert çözmeye niyette yok kıvamında,
Yayıp karnımı sıcağa tatlı tatlı gerinmek istiyorum.
Uyku saatsiz yaşamak istiyorum.
Canımın istediği an istediğim yerde uyuyayım, istediğim an itlik yapayım istiyorum.
Gerine gerine,
İstediğime sırnaşayım,
İstemediğime tıslayayım,
İstersem saklanıp, görünmez olayım,
İstersem ortalıkları darma duman edeyim,
Ağaçlara tırmanayım,
Kuşların, böceklerin peşinden koşayım,
Aptal bir şey bulup yerde,
Saatlerce onunla oynayayım,
Baktım ki son saatlerim yordu beni,
Kıvrılıp bir köşede uyuyayım.
Sahibime değil, evime sadık olayım,
Canım istediği zaman gireyim, canım istediği zaman çıkayım,
İstersem çıkayım dönmeyeyim günlerce,
İstersem evimden çıkmayayım günlerce,
Kedi keyfim nasıl çekerse öyle yaşayayım istiyorum.
Suyum olsun,
Mamam da,
Birde güneş gören kanepe köşem,
İlk defa görüyormuş gibi,
Kuyruğumla oynarken,
Başımı geriye atıp muzip muzip bakıp,
İnsanlara nispet yapmak istiyorum.
İnsanların koşuşturmalarına aldırmayıp,
Gamsız kedersiz yaşayıp,
Nedenini merak bile etmek istemiyorum.
Mahallenin yeni fıstığı yeni komşuların kedisi,
Cama gelir mi diye beklemek istiyorum.
Gelirse seviniyorum,
Gelmezse kıvrılıp, sokup burnumu kıçıma,
Hiç uyumamışçasına, uzun uzun uyumak istiyorum.
Sokaktan gelen sesleri duyup,
Sokaktan gelen seslere önem vermek istemiyorum.
İstediğim saksının toprağını eşeleyip,
Milet eve dönmeden saklanmak istiyorum.
Camın önünde saatlerce oturup,
Gökyüzünün tadını çıkarmak istiyorum.
Kışın ateşin önünde,
Yazın en gölge yere yayılmak istiyorum.
Kaşınınca kaşınmak, canım isterse yalanıp, temizlenmek istiyorum.
İki ayakla zıplarken,
Dört ayak üstüne düşüp,
Dokuz canlı olmak istiyorum.
Her bir canımı bir başka cepheye sürüp,
Pist diyen pislere tırmık atmak istiyorum.
Memlekete, politikacılara bakıp,
Gittikçe değişen sosyal hayata bakıp,
İnsanları kıvamına, insanların ilişkilerine bakıp,
İnsanların inançsızlıklarına bakıp,
İnsanların duyarsızlıklarına bakıp,
Dünyada ki güzelliklerin yok oluşlarına bakıp,
Neler oluyor, neler bitiyor, küçük aklım yetmedikçe,
Bir an evvel büyüyüp,
Ey patronum yap bir kıyak diye dua ede ede,
Ölmeden evvel,
Son anımda bile olsa,
Kedi olmak istiyorum.
Gittikçe pisleşen havayı soludukça, kokladıkça,
Dertop olup kanepenin köşesinde,
Kendi kıçımı,
Özlüyorum.
Hayvanları,
İnsanlardan,
Çok daha fazla seviyorum.
Bir daha gelirsem dünyaya,
Hayvan olmak istiyorum.
Evsizleri barksızları,
İnsanları,
Hayvanları,
Karda kışta kıyamette,
Sokaklara terk eden,
Sizi bilmem ama ben,
İnsanlıktan,
Çok,
Utanıyorum.
Medeniyet buysa eğer,
Ben,
Böyle medeniyetin,
Yüksek müsaadelerinizle,
Şahsen,
…tüne,
Koyuyorum.
İnsanlıktan istifa edip,
Hayvan olup,
Hayvan gibi,
Şerefimle,
Yaşamak,
İstiyorum.

27.01.2012
Bu kadar mı zevkli ve ileri görüşlü olunur yaratıcılıkta, bu nasıl bir uzmanlıktır, kıskanılası.
O yüz, o beden, o ruh, o gönül, o akıl, o estetik, o kıvrımlar, o beceri, o pratiklik ne ararsan var be kardeşim.
Ha, hepsi aynı kadında toplanmıyor her zaman,
Ama var mı var…
Nereden geldi aklına acaba?
Düşünsenize hiç kadın yok dünyada, evrende, böyle bir kavram da yok,
Bir hayal edin,
Kadına benzer bir başka canlı da yok.
Sonra,
Sen önce olmayan bir şeyi hayal et,
Sonra başla her bir tarafını tek tek gerçek hale dönüştürmeye,
Sonrada,
Otur yarat,
Kadını.
Var ya,
Patron çok büyüksen sen.
Ellerine sağlık,
Ellerin dert görmesin gerçekten,
Çok güzel olmuş.
Ben çok memnunum şahsen.
Patron,
Patron senin ellerine, gözlerine, aklına, yaratıcılığına zeval vermesin.
Sen hep yarat.
Şükranlarımı sunuyorum gönülden.
Yani,
Zaten işin bu hep yaratıyorsun da,
Bu kadın işinde, tam olmuşsun sen.
Ne iş baba bu ya.
Mesela nereden bildin biz insanların sılov dans ettireceğini de bir gün,
O göğüsleri oraya yerleştirdin.
Bu kadar mı yerinde bir karar olur.
Hatta kol boyumuzu kalça hizasına gelecek kadar da uzatarak hem de.
E, bravo.
Şapka çıkarıyorum, aşırı saygıyla eğiliyorum önünde.
Mesela bu dudak işi.
Var ya, on santim aşağı koysan dudakları, çenenin alt tarafına, öpüşme işinde tam çuvallardık.
Çene altından öpüşülür mü, hayır.
Yani öpüşürsün yine de, bugün aldığımız keyifler olmazdı.
Hele ne o şekli öyle? Ya nereden aklına geliyor, ne müthişsin Patron.
Hani yani, bir de sürdü mü kadın rujları o dudaklara, mümkün mü öpmeyi istememek.
Ne dedin, ne düşündün çok merak ediyorum milyar yıl evvel.
Olası ki görüyorsun zaten bizim henüz yaşamadıklarımızı.
Patron aşkına söyle, nasıl bildin?
Ulen bu köftehorlar orada burada romans olurlar, dur şunlara öyle bir kıyak yapayım ki,
Sabah akşam bana dua etsinler dedin,
Aldın dudakları, koydun suratın en öpülesi yerine.
E hakkaten bravo.
Gerçekten bravo.
Büyüksün, büyüük…
Sonra sonra,
Hadi kıçı üstüne düşünce canı acımasın, kırmasın leğenleri diye kalça işinde bir ince duyarlılık olabilir, gelir aklına tasarlarken yastığımsı bir formla fonksiyon,
Gelirde,
Baba bunu üç beş sivriyle de halletme imkanı varken,
Ne bu şimdi?
Bu ne mene estetik düşkünlüğüdür,
Her yerinden yuvarla kıvır kıvrıl sonunda kadını erkeği herkesi delirt.
Nereden bildin mesela bunlar bir gün göbek atar kardeşim, latin de hatta deyip,
Çalkalarlar, kıvırtırlar da deyip de,
Verdin son şeklini böyle.
Sen var ya,
Sen uçmuşsun ağbi.
Milyarlarca yıl evvel sen bizim göbekle, latini görmüşsen,
Ve de biz erkeklere, ki hatta kadınlar da zevk alırlar bence mutlaka, hepimize böyle bir kıyak yapmaya da karar vermişsen,
Hem de milyar yıl evvel,
Gerçekten bravo sana.
Bu yüzden herkes Patron olamıyor zaten.
Mesela eller.
Hadi çık içinden,
Oje işinin.
Tamam tırnak bir fonksiyon, iyi de,
Ya kırmızı ojeye hazırladığın o tırnak formu ne iş?
Şekline bak ellerin, o parmaklar öyle estetik tırnaklarla bitmeseydi,
Bu kadar tutulası, seyredilesi, öpülesi olur muydu sizce?
İnsan güzeli bilmezse ne konulursa önüne razı olur.
Bizde razı olurduk başka tür ellere,
Amma Patron demiş ki,
Bunların aklına ne hinlikler gelir şimdi, dur şu elleri öyle bir şekle sokayım ki,
Sürdü mü uçlarına kırmızı ojeyi, birinin elini uzatışı değişsin, erkeğinde hali ruhsarı.
Hatta hoş hoş yüzükler falanda icat ederler, iyice bir hoş olur,
Olur mu olur demiş,
Olmuş da.
Tenk yu bas. Pörfekt valla.
Eller dedik, ayaklara geçmek mecburi oldu.
Düşünsenize ya ayaklar kare şekilde olsaydı mesela? Ve de üç tırnak dev gibi?
Dokuz pont toplukluyla yürürken ne mene bir görüntü çıkardı kadının arkasından baka kalırken acaba?
Şıkır şıkır mı geçerdi yanımızdan, bam güm diye mi?
Sen bacağı boşver,
Bacağı bacak yapan o ayaklarla atılan adımlar.
Böyle ince işçilik yok be kardeşim.
Hem görsel estetik, hem insanı coşturan fonksiyonlar adına.
Ha bu arada sanmayın dalgasını geçe geçe tasarlıyor bunları.
Koskoca evreni yaratıyor, deli gibi işi var.
Tüm melekler her an tepesinde.
Zannetmeyin ki öyle bol bol vakitler,
Yayılmış güneşe,
Çiziktiriyor.
Akşam işi bunlar.
Evren uykuya yatınca yapıyor bu işleri.
Patron başımızdan eksik etmesin böyle Patronu…
Amiin…
Ve de yaptıkları kesmemiş,
Demiş ki, dur demiş, öyle bir şey daha ekleyeyim ki,
Sen şimdi bak esas demiş.
Basmış içine şaheserin,
Kadın ruhunu.
Tam bitirmiş işi. Kadın işini de bitirmiş,
Erkeklerin işini de…
Ya yarısınıda yapaydın güzel olurdu Patron, yine şükrederdik valla,
Amma,
İçine sinmiyor en güzelini yaratmazsa.
İlla her şeyi tam olacak,
Tam olması da yetmeyecek,
Basacak ekstralara, basacak ekstralara,
Sonra çıkacak ortaya,
Kadın.
Yanına asistan gireceğim. Şimdiden hazırlanıyorum. Böyle tasarım, böyle vizyon olmaz kardeşim. Öğrenecek çok şey var.
Kafamda bir kadın modeli var benim de.
Bakalım en kısa zamanda anlatacağım ustaya,
Onun da aklı yatarsa,
İlk kadın tasarımım olacak. Çok heyecanlıyım.
Prototipler üstünde çalışıyorum şu sıralar.
Ruh tarafına hiç dokunmadım.
Arada delirtse de bir erkek olarak beni,
Çok iyi bir tarafı o. Kadın ruhu bir şaheser, hiçbir ucuna dokunmayacaksın.
Benim çalışmalarım genel form üstünde.
Eskizleri Patrona sunacağım yanına varmadan evvel.
Bir iki ip ucu veriyorum,
Kadın boyasız, boyatmadan ve kestirmeden ekletmeden boyunu ve rengini değiştirebiliyor saçlarının.
Sarışınım bugün hem de belime kadar diye düşünüyor,
Oluyor saçlar sarı lepiska.
Tonlar, model üzerinde bile değişiklik yapabiliyor, sadece düşünerek.
Sabah sarışın lepiska, öğlen kızıl büklüm büklüm omuzlarda, akşama siyah kısa, düz.
Artık nasıl istiyorsa, nereye nasıl uygun görüyorsa saçlarını.
Dip boya derdi de, saçları kestirirken sinirlenme derdi de,
Saçları boyadan yakma derdi de yok.
Birde aynı tekniği dudaklara ruj olarak uygulamakta mümkün olacak.
Kadınlar dudaklarını düşünsel güçleriyle istedikleri renge dönüştürecekler.
Her an yeni bir renk, her gün onlarla değişik renk.
Müthiş mutlu edecek bu durumlarda onları.
Yok taştı, yok bozuldu, yok kalk masadan tuvaletlerde sür sürüştür geri dön, bitiyor tüm dertler.
Nasıl? Müthiş. Biliyorum.
Tek mahsuru belki, o da mahsur sayılır mı? zannetmiyorum,
Kocasının sevgilisinin üstünde başında evinde saç bulursa, ruj izine rastlarsa,
Hedef kadını tespit etmek tamamı ile imkansızlaşacak.
Hatta ortada bir başka kadın var mı o bile meçhul olacak.
Kendim için veya erkekler için yapıyorsam namerttim bu çalışmaları.
Maksat kadınların hayatlarını kolaylaştırmak.
Ve de bu çabalarımla, Patronun gözüne girmek.
Ölmeden melek olursam, ne mutlu bana.
Ehh, böyle Patrona,
Böyle kul nasip oldu.
Başka yeni tasarımlarımda var,
Sırtta göğüs gibi falanda,
Adette tıkandım, inceliyorum.
Ensede dudak da var çalışmalarımda.
Gözde koymuştum enseye, kaldırdım. Erkek milleti iki taneyle zor baş ederken, kaşınma dedim.
Dur bakalım,
Fikirler iyi, hedeflerde amma,
Acemice bir şeyler de yapmayalım erkek hallerimizle, yaptın mı milyon sene değiştiremezsin bir daha.
Önce Patronu ikna edelim.
Yalnızken konuşmam lazım.
Yaratıcılığın sınırları yok.
Olsa,
Kadın olmazdı,
Zaten.
Kadında olmasa,
Patronu da yok sanırdık,
Zaten.

26.01.2012
Başkanın İktidar aşkı bitti, bitiyor. Fala bakmadım, sizde dikkat ederseniz,
Başkanın gözlerinin feri kaçtı. Bitti, eridi bunca sene sonra. Gözler torbalandı, bakışlar yorgun ve sönük.
Genelde biten her aşk gibi, onun iktidarla olan aşkı da, aşk yorgunluğuna kurban gitti.
Toparlamaya çalışıyor ama, karıştı kafa. Sanki özeli, geneli, devleti hepsi birbirine girdi, dağıldı.
Aşık olmak çok keyiflidir ama kolay da değildir aşkı ömür boyu yaşatmak.
Zengin olmaksa ayrı bir sanat.
Zengin olunca, etrafın, ailende zenginleşiyor.
Zenginin derdi çok olur. Hele aşk sersemiysen.
Girdin mi kazanma potasına, duramazsında. Başladın mı coşmaya aşkla, hiç duramazsın.
Sor şimdi başkana, eğer ki imkanı olsa, bu dakika kaçar gider, kapanır kendi hayatına. Ne aşk, ne para, ne iktidar. Doydu artık, taşıyor.
Fakirlikse kolay. Aşksız hayat kuru ama rahat.
Tek dert para. Tek dert, aşk olur mu diye beklemek.
Hem zengin olacaksın, hem iktidara aşık olup, on yıldır iktidarın başını çekeceksin, aşkınla sarmaş dolaş yaşayacaksın,
En önemlisi iktidardayken zengin olacaksın, iyice coşacaksın aşkla,
Tüm sülalende, geçmişinde dahil hayatın içinde bu noktaya gelebilmiş birinci kuşaktan tek insansın hem de,
Yeterde artar bu nedenler eritmeye bir insanı.
Hiçbir Patronun kulu kaldıramaz bu yükü.
Ya kafa gider,
Ya beden.
Ya ruh,
Ya da hepsi birden.
İktidar dediğin zaten sadece başkan.
O gitti mi,
Gerisi de dağılır gider. Yapılması gerekenler tek tek tek yapıldı, misyon bitti, bundan sonrası iktidarda da, iktidara olan aşkta da uzatmalar.
Biraz daha beklemek lazım.
Tekrarlar başladı. Aşk tekrarı hiç sevmez.
İşlerine çok hakimler, çok da çalışıyorlar, aşkımızla destan yazıyoruz diyorlar,
Amma,
Tekrarlara geçtiler.
Biz bu filmi çok gördük. Ne iktidar aşkları gördük biz.
İnönü gördük, eridi gitti aşktan.
Demirel gördük, eridi gitti aşktan.
Ecevit gördük, eridi gitti aşktan.
Özal gördük. Eriyemeden göçtü (mü), bilinmez.
Diğerlerini sayma, onların ki aşk bile değil.
Bu dördüncü başkan iktidara aşkla yapışıp kalan.
Onunda sonu aynı.
Zirve yorgunluğu. İktidarın, aşkın zirvesinde,
Vardır böyle bir hastalık.
Önce ruha giriyor,
Sonra kafaya çıkıyor.
Kafa başlayınca teklemeye,
Buna bedende dahil oluyor.
Aşkına karşılık aldıkça, iktidar koltukları yükselip, değiştikçe güç artıyor.
Güçle beraber,
Paralar geliyor, ruh aşkıyla kabardıkça kabarıyor,
Amma,
Ailede dertlerde büyüyor. Gönül yoruluyor.
Çocuklarda büyüdükçe, aşkın dallanıp budaklandıkça,
Çocuklarda zenginleşiyor, çocuklarda aşık oluyorlar senin aşkla sarıldığın iktidara.
İktidarın, her yeni aşkın başında saldırılar gani.
İktidarın bir yerinden sonra, normalize oldukça aşkla iktidar, iç dengeleri korumaksa ayrı bir dert.
Hadi korudun, talepler başlar listelenmeye, sırada uzundur, arkadan bağırırlar,
‘İlerleyelim beyler, binecek var’ diye, ‘sen değişmeye başladın’ diye de.
Kaptan mı olacaksın, muavin mi, inip lastiğe motora mı bakacaksın,
Sevdikçe daha da sevilmek isteyen aşkınımı tatmin edeceksin,
Müşteri ile mi ilgileneceksin,
Silip süpürüp, temizleyecek misin,
Hayatın akışına aşkı nasıl yerleştireceksin onamı takılacaksın,
Paralarımı toplayacaksın, hesabımı tutacaksın,
Etrafımı kollayacaksın,
Aşkımı yaşayacaksın, hayatın girdabını mı derken,
Her şey karmakarışık olur bir noktadan sonra.
Sonra,
Bakışlar yorgun, bıkkın, sönük.
Ruhlar ruhsuzlaşır.
Dalgınlaşırsın bir gün aniden.
Özal’ı görmüştüm başbakan olmadan evvel bir dost evinde bir akşam.
Altında çizgili pijama, kanepenin köşesinde, bacaklarını toplamış,
Elinde demli çay bardağı. Hiç unutmuyorum.
Adını bile yeni duymuştum.
Başbakan olacak diyorlardı. Liseli oğlanlar gibiydi, kıpır kıpır.
Sonra yine gördüm yıllar sonra, altında şortu, Jaguara binerken.
Aşkına heyecan katmak isteyen emekli iktidar aşığı gibiydi. Hımbıldı.
Aynı sahneler ha bire tekrar ediyor.
Zirveye çıkmak çok zordur politikada, hele hele aşkın zirvelerine.
Amma, zirvede kalmak çok daha zordur.
Çıkarken iterler arkadan, çıkarken koparır çeker alır yukarılara seni duygular yüreğinin göbeğinden,
Varınca zirveye,
Paçandan çeker alırlar aşağılara.
Varınca zirveye,
Aşk koşusu durur verir bir yerinde.
Bu iş bitti. Başkanın iktidara olan aşkı bitti.
Başkanın konuşurken gözlerine bakın,
Ben gidiyorum diye bakıyor. Yoruldum aşkın peşinde koşmaktan diyor.
Eskisi gibi seğirtemiyor pür enerjisiyle oradan oraya. Aşk kokusu salmıyor duyguları.
Farkındadır da durumunu, olmaz mı, sev sevme, akıllı bir insan. İktidar aşkını sevende bir insan.
Bekleyin.
Biraz daha çöksün, biraz daha anlasın ki, bir kez daha sarılıp uyuyamayacak aşkıyla,
Bulacak illaki ikna edici bir neden,
Toplayacak tası tarağı,
Dönecek, anne baba evine. Dönecek sıradan insan kimliğine.
Bu toprakların insanları parti düşkünü değildir. Bu toprakların insanı aşkıyla aşkı yaşamayı pek bilmez.
Başkan sever. Kendine aşık olanı sever.
Bizim millet partisine oy vermez genelde. Bizim millet aşkına kıymet vermez genelde.
Başkanına verir oyunu. Rahat ettiğiyle yaşar, aşkı yerine.
Başkan gider. Bu aşk biter.
Gider de kim gelir iktidar aşıklısı,
O meçhul.
Gelme ihtimali olan yok sanki.
Adaylar, ev erkeği, ev kadını.
Elemiş ununu, asmış eleğini emekli aşıklar kıvamında.
E e, kim gelecek elinde sazı yeni aşık diye düşününce?
Yeni program bu topraklar üzerinde, neyse dikte ettirilen, o gelecek.
Muhtemelen kimin geleceği bellidir, bellidir de biz sıradan insanlar için bilinmezdir, o kadar.
Yeni bir yüz ile, yeni bir aşık yoldadır. Akort ediyorlardır sazını ince ince.
Biz henüz tanımıyoruz ama. Biz henüz dinlemedik onun aşk türkülerini ama.
Veya tanısak da, yüzün gerçek kimliğini bilmiyoruz.
Veya duymuş olsak da tınılarını, tam da bilmiyoruzdur nasıl vuracak aşkının tellerine.
Ne tuhaf bizim ülkede,
Uzman politikacı çok,
Uzman aşk yorumcusu, anlatanı, yazanı çizeni çok,
Uzman devlet adamı yok.
Memlekete gerçekten aşık, gerçekten sevdalı, dünya insanı, vizyoner uzman biri hiç yok.
Birinci kuşak göçmenlerin çocukları politikaya dalınca bıyıkları terlemeden,
Aşkı tadamadan liseli yıllarda öpüş, koklaş,
Bir gün bu makamlarında tek adayı oluyorlar. Aşkı kitaplardan, filmlerden gördükleri kadarıyla yaşıyorlar.
Diploma tamamda, onlarda da gönül var, varda,
Geçmişlerinden gelen kültür, geçmişlerinden gelen gerçek aşk hikayeleri, genişletilmiş geleceğe, dünyaya açık yaşamla aşk birikimleri olmayınca,
Bu kadar oluyor aşkla iktidarın beraberliği.
Bu beraberlikten memleketin neleri kazanıp, neleri kaybettiğini de,
Fark eden insan sayısı çok az.
Asıl kalabalık memnun.
Aynılar çünkü makamlara gelip de oturan aşıklarla.
Olan bize oluyor,
Oldu bile.
Biz ne kadar önemliyiz (artık) bu ülke için orasını bilemiyorum.
Anadolu’yu gezdikçe, bizlerin müzelik hale geldiğini görmemek mümkün değil.
Sevmem bizler, onlar diye koparmayı,
Ama,
Kopmuşuz zaten.
Aynı ülkede,
Biri değerinden çok farklı iki insan yapısı var,
Ve,
Biz azınlığın azınlığıyız artık.
Çok gerçek.
Önce altımızı boşalttılar (biz izin verdik), aşk öykülerimizi kıskandılar (aşklarımız gizledik),
Şimdide üstümüzü örtüyorlar (debeleniyoruz örtmesinler diye), şimdide ne kurtarsak kardır diyoruz (elimizde kalan aşklardan).
Giden geldiği gibi gidecekte, hangi parti gelecek yerine,
Benim kuş aklıma gelen iktidar aşkıyla yanıp tutuşan tek bir tane parti yok.
Muhalefet partilerinin muhalif demeçlerini okuyorum, dinliyorum,
Ver feysbuktan her hangi birine yetkiyi,
Yeminle daha iyi yazarlar o demeçleri, daha iyi okurlar kameraların karşısında.
Yinede,
İnsanın içi el vermiyor, patlatıyor kuş aklını sanki yetki kendisinde.
Ne bileyim, çocuklarımız var, torunlar olacak.
Bu ülkeyi kuranlara vefa borcu var.
Ortada içinde soyunun sopunun doğup büyüdüğü, ekmeğini yediğin, bayrağını sevdiğin, ne olursa olsun dizlerinin üstüne düşmeyende bir koskoca ülke var.
Hani aşk işinde ‘O’ vardır ya,
Bekler insanlar bir gün karşısına çıkacak,
Tutup elinden mutlu edip, mutlu olup el ele yaşlanacak diye,
Bizim ülkede bizim gibilerde sanki ‘O’yu bekliyor.
İçim sıkılıyor bazen.
Ümitsizliğe kapılmak değil,
Hayatın ümitlerle akıp gidiyor olmasına sıkılıyor içim.
Bir yandan hak ettik diyorum,
Diğer yandan,
Hak ettiğimizi bir türlü hazmedemiyorum.
Dağa kaçıp,
Kapatıp televizyonu, radyoyu, cep telefonunu,
Börtü böcekle yaşlansam mı diyorum.
Sonra iki genç görüyorum sokakta ellerinde defterler kitaplar,
Geleceklerine doğru büyük ümitlerle hazırlanırken,
Dağı unutup, dalıyorum tekrar ne yaparsak faydamız olur diye çabalamaya.
Ümit veren olmayınca,
Kendi kendime ümit tazeliyor,
Memleketi kurtaracağımıza inanıyorum.
Bırak başka yerleri, sadece feysbuk da yazılanlara, yazanlara bakıyorum,
Sev sevme, doğru düzgün, insan gibi insanlara,
Vatandaş gibi vatandaşlara,
Bire arkadaşlar neden girmediniz zamanında politikaya,
Neden girmiyorsunuz hala,
Ne bekliyorsunuz diye,
Saçımı başımı yoluyorum.
Gelin parti kuralım diyorum,
İyice sıyırttı diyorlar,
İyice dellenip,
Açıp haritayı,
Kendime dağ beğeniyorum.
Yanımdan genç geçmesin diye,
Sokağa çıkmıyorum.
Aşkımı,
Evimde yaşıyorum.
Feysbuka bakınca,
İnsanları laptop başında değil,
Mecliste,
Hayal ediyorum.
Sıyırttıysam haber verin,
Boşuna,
Saçmalamayayım diyorum.

25.01.2012
Öpüşüyorsunuz, sevgiyle coşmuş Fransız kadın, keyifler son hadlere yaklaşıyor, kadının sesi titriyor konuşurken;
- Ne kadar medenisin, ne kadar çağdaş hoş bir Türksün sen, o yüzden seviyorum seni…O gün gitmedin ya soykırım protesto yürüyüşüne…işte sevgilim budur benim dedim…
- Ben kesinlikle karşıyım yasaya. Ermeni soykırımı falan da yok, deyince hiç de romantik olmayan kararlı, keskin bir ses tonuyla…
Şimdi Paris mapushanelerinden mektuplar döşeniyor köye, 45 bin Euro toplaması lazım akraba’i talükatından cezasının kalanını da ifa edebilmek için.
Özgürlükler ülkelerinde konuşurken dikkatli olacaksın.
Öyle öpüşürken kendinden geçip saçmalamak yok.
Atarlar adamı içeri,
Etrafı da perişan edersin 45 bin Euroyu denk getirecekler diye.
İçip içip, aşık olup kendinden geçip, soykırım falan yoktur diye saçmalamaman gereken ülkeleri ilan edelim de tekrar,
Sonra, ‘ama ama…’ diye diye yatmayın içeride.
Kanada, Venezuella, Şili, Arjantin, Uruguay, İsveç, Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İtalya, Slovakya, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Litvanya, Polonya, İsviçre, Rusya, Lübnan,
Avrupa Parlementosu (cezası yok, konuş istediğin kadar parlemento binası dahilinde, kapısının önünde değil),
İngiltere katliam diyor, cezası yok konuşmanın. Galler’e ne oluyorsa ülke falan da değiller, onlar da kabul etmiş.
Ki, ABD’indeyse 41 eyalet soykırım diyor, cezası nedir gidin kendiniz öğrenin, uğraşamayacağım.
Hadi bakalım, kolay gelsin. Çenemizi Fransa’da da tutacağız bundan sonra demektir.
Şimdi başlar yine ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ edebiyatı.
Ne acayip.
Neden ‘Türkün Türkten başka dostu yok’ acaba?
Çok mu çektirmişiz dünyaya?
Çok mu başarılar elde etmişiz de kıskançlıklar had safhada?
Ne yapmışız biz bu dünya milletlerine de, bizim bizden başka dostumuz kalmamış.
Biz mi dışlamışız bizim gibi olmayanların tamamını?
Yoksa onlar kafayı mı takmışlar bize?
Ne acayip değil mi?
Uluslararası siyaset çok ince iş.
İnce ince ayarlar gerektiren bir iş diye düşünüyorum.
Ermenistan’ın nüfusu 3 milyonu buçuk kadar geçiyor, o kadar.
Hadi dünyanın farklı yerlerinde yaşayan da olsun 1 milyon, olmaz ya olsun.
Bizim ülkenin nüfusu 72 milyon.
Yurtdışında da yaşayan eh en az vardır her halde 2-3 milyon.
Durum şudur,
4 milyon Ermeni,
75 milyon Türke ha bire gol atıyor.
Nasıl iştir bu diye insan merak ediyor.
Ha, diyeceksin ki, Ermeni lobisi güçlüdür her yerlerde.
Ermeniler güçlü insanlar yurtlarının dışında.
İyi de birader, biz Türkler neden güçlü değiliz yurtlarımızın dışında?
Neden bizim de güçlü bir Türk lobimiz yok dünya sathında?
Cevap gelir hemen, çünküüü, ‘Türkün Türkten başka dostu yok’.
İyi, dön başa,
Neden yok?
Acayip bir milletiz.
Türkleri gerçek anlamda kimler seviyor dünya milletleri içinden diye bir araştırma yapılsa da,
Görsek durumumuz nedir diye açık ve net olarak.
Ki, yaptırmayız devlet olarak, katiyen.
Sonuçları çok rahatsız edebilir bizleri uluslararası politika sahnesinde.
Acaba dünya genelinde sevimsiz karşılanmamızın,
Bizlerin kendi içimizde de bir birimizi sevimsiz bulmamızın ne kadar etkisi var?
Bir birimize tahammül etmek yönünde,
Kendi aramızda oluşturamadığımız konsorsiyumun,
Dünya geneline yansıması olabilir mi,
Lobicilikteki başarısızlığımızın nedeni…
Yoksa Osmanlı’dan bir miras mıdır biz Türklere sevilmemek halimiz.
Osmanlıyı bir bizim okuduğumuz derslerden, tarihçilerden dinlemek var,
Bir de dünya milletlerinden.
Hıristiyan Müslüman çekişmesini de işin içine sokarak.
Avrupa milletleri sevmiyor doğal olarak Türkleri.
Türkleri de Osmanlının uzantısı değil, düpedüz kendi olarak görüyor halen.
Üç yüz beş yüz yılın etkilerini,
Seksen doksan yılda silemezsin.
İşin içine bir de kilise cami çekişmesi girince,
Pek de şansı kalmıyor Türklerin dünya arenasında mı, acaba?
Sanattı, spordu gibi konularda biraz münferit, biraz takım ve ticaret üstünden menfaate dayanmış ilişkiler haricinde,
Yokuz aslında dünya arenasında.
Ha, atlamamak gerekir, Türk Kızılderilileri var mesela.
Kızılderilerin içinde de Türklere sevgi duyanlar da var.
Benim bildiğim kendini Kızılderili sanan bir kaç Türk Kızılderili kabilesi bile var ülkemizde.
Kabilenin adı Net, 750 kişiler, İzmir’de mukim. Başkanı Yeşil Tüy Cherokee kabilesindenmiş, öyle diyor.
Ankara’da Bolu’da da kendini Kızılderili gören Oturan Boğa ile Yürüyen Bulut beyler de Kızılderili diyorlar kendilerine.
Ülkemizi ziyaret eden Kızılderili başkanlarda var.
Bizim Türk Kızılderililerde Lakota Kızılderililerinin 150 yıl evvel ABD ile yaptıkları anlaşmayı fesh etmelerini canı gönülden desteklediler de.
Yani,
Türki Cumhuriyetleri hariç, Türklere dost gerçek bir tek Kızılderililerin arasından çıkıyor gibi.
Bu dostluğun da arkasında, 35 bin yıl evvel Asya’dan Amerika kıtasına geçen ve sonrasında Kızılderili olan insanların Türk olduğu iddiası var.
Ki, çok da enteresandır gerçekten, en az üç yüz, dört yüz Türkçe kelime var muhtelif Amerikan Kızılderililerinin lisanlarının içinde.
Hepsi bu kadar.
Ha, bir de Alanya’daki bizim yağız delikanlıları canı gönülden seven, içtenlikle bağlı İngiliz kızları var,
Atlamamak lazım.
Yaşlanınca güney sahillerine yerleşen yaşlı Avrupalıları saymıyorum. Onlar ölürler yakında, gördüm çok yaşlanmışlar.
Geriye kalan dünya insanlarının 75 milyon Türk için duygu ve düşünceleri Ermeni Soykırım Yasaları ile gayet net ve açık olarak ortada.
Ve de devamı da gelecektir.
Kızılderilerin yaklaşımı meclisten dışarı derken, onlar cepte zaten.
Sonra neden çıkıyor bu yasalar.
Neden çıkmasın ki bu yasalar.
Kendi içinde bölük pörçük yaşayan bir milletin makus kaderlerinden biri de,
Emperyalist güçlere teslim olmaktır.
Ve de emperyalist güçlere teslim olduğun haberi bir yayıldı mı ortalığa,
Uruguay da iplemez seni, Şili de.
Sanki çok üstlerine vazifeymiş gibi kendi meclislerinde onaylarlar tasarıyı, sen de kak gug kalırsın bu iki gariban Güney Amerika ülkesi karşısında.
Koymazsan, koyamazsan diğer ülkelere karşı tavırlarını, hem milletçek, hem de devlet olarak,
Gelen de vurur, giden de vurur.
Ki, tavrı da koyamıyorsun, çünkü millet olmuş bölüm pörçük.
Şimdi yazar köşe yazarları, o şu bu diye yazarlar, verirler gazı millete,
Üç beş protesto hareketi, sonra devam Paris’te aşk hayatına.
Elini masaya vurmasını iyi bileceksin.
Ama aynı elle el sıkışmayı da.
Bizim problemimiz elini ne zaman masaya nasıl vuracağını bilememek.
El sıkışayım derken de, ya öpmek ya da öpülmek, geleneksel anlamda.
Bir gariban Ermenistan’ın yaptıklarına bak,
Bir de dev gibi bir ülkenin yapamadıklarına.
Sonra başla Vatan, Millet, Sakarya edebiyatına.
Anlat Viyana kapılarına nasıl dayandığımızı, Akdeniz Türk gölü falan diye de.
Rus kızı Hürrem’i de seyret, hayran hayran.
En güzelini,
Oturan Boğa ile Yürüyen Bulut yapıyor.
Ha, bir de İzmir’li Yeşil Tüy.
Dayamışlar sırtlarını Kızılderililere,
Kebap.
Ermeni Yasalarını protesto bile ediyorlar kendilerince.
Hatta Bolu’lu Oturan Boğa geçen sene ABD Temsilciler Meclisi tasarıyı kabul edince,
‘Temsilciler Meclisi üyeleri ile Amerika’yı şiddetle kınamıştı’ bile.
Adam çalışıyor.
Ben şahsen Kızılderili olduğumuza kesinlikle inanıyorum.
Son elli senedir ülkeler arası politikada geldiğimiz noktalara bakacak olursak,
‘Oturan’ adı da çok yakışıyor bizlere.
İyi oturuyoruz.
Otur diyorlar oturuyoruz çok uzun yıllardır.
Biri de gelip kalk dese, kalkacağız da belki.
Amma,
Diyen yok.
Benim şahsen görüşüm,
Hep beraber Kızılderili olalım.
Ne yaparlarsa ederlerse bizlere, hep beraber,
‘Ulu Manitu’ diye bağırırız.
Şaşırırlar, kala kalırlar öylece.
Dikeriz totemleri sınırlara,
Boğazın tepelerine de gözlerine gözlerine,
Cayır cayır,
Yakarız alemi, nutukları tutulur görünce.
Tepesine de totemlerin, sembolimizi yerleştirdik mi,
Tamamdır.
Sembolümüz de,
‘UM’ olsun, ‘Ulu Manitu’.
Nasıl? İyi değil mi?
Hatta gerekirse,
‘UM’ yi,
‘Un minuto’ ya da çevirir, çığırırız hep beraber hep bir ağızdan,
İtalyanca oldu,
Amma olsun,
Herkes yine çok korkar.
Türkler hariç tabii ki.
Türkler,
Dostumuz kalacak hep,
Kızılderili olsak da…

24.01.2012
Tam kenelerin aşkı ile ilgili yazı yazarken, son anda değişi verdi gündem ve de,
Bu konuyla ilgili bu son yazım ve,
Fazla çıktım ortalığa, çıkıntılık sevimsiz oluyor, geri dönüyorum yuvama.
Bundan sonra, bizler kendi aramızda çalışırken, bu konuda çalışmak isteyenlere de destek vererek,
Onlardan destek alarak, Atatürk isminin marka olarak tescil edilmemesi için tüm çabamızı sarf edeceğiz, etmeye de devam edeceğiz.
İnsanın enerjisini eritmek, tüketmek için çırpınanlarla mücadele edecek ne vaktim var, nede niyetim.
Solcusu, sağcısı, milliyetçisi bir araya gelebiliyor, eğer ki konu memleket için çok önemliyse.
Ancak,
Beleşe kaliteli yaşam peşinde olan avantacılar kendi şahsi çıkarlarının, kendi egolarının ötesine geçen konularda,
Konu memleket meselesi de olsa,
Ne solcunun, ne sağcının, ne milliyetçinin, ne de doğru düzgün insanların ne yanına geliyor, ne yanında duruyor,
Ne de omuz vermiyor ki, bir doğru iş daha yapılsın bu ülkede diye.
O yüzdendir ki,
Beleşe kaliteli yaşam peşinde koşanlarla hiç işim olmadı hayatım boyu.
Bundan sonrada olmayacak.
Olması da gerekmiyor. İşin içine Atatürk girmeseydi hiç de gerekmeyecekti zaten.
Kene gibi bazı insanlar, sadece emiyorlar.
Önce sessizce,
En sempatik,
En cazibeli,
En yakışıklı, en güzel,
En akıllı,
En eğitimli,
Halleriyle yaklaşıyorlar insanlara,
Sosyal hayatlarına,
İş konularına,
Memleket meselelerine,
Sonra,
Giriyorlar, yerleşiveriyorlar derinin altına,
Yapıyorlar yuvalarını,
Başlıyorlar emmeye.
Kanı bozukların bedenlerine de yerleşmiyorlar haspamlar,
İllaki saf ve temiz bir kan olacak emdikleri.
Beğenmiyorlar bozuk kanı, kendi kansız hallerine bakmadan.
Kansızlar, emmeden bir gün bir bile yaşayamazlarken,
Kanında iyisinin peşinde koşacak kadar,
Yüzsüz ve de kaprisliler de.
Her tarafımız dolu bu insanlarla.
Daha doğrusu doldu yıllar içinde.
Okul yıllarında pek anlayamadık kim nedir nasıldır diye.
Tek tip kıyafetle,
Askeri düzen okullarda,
Tek tip ders düzeniyle,
Tep tip eğitim anlayışıyla,
Anlamak çok da kolay değildir insanların derinlerinde yatan esas hallerini.
Yıllar geçip de,
Başlayınca yuvarlanmaya hayatın içinde,
Kimin ne olduğu çıkıveriyor kabak diye ortalığa,
Çakıveriyorsun kim ne mene insandır diye.
Çünkü hayatın kendi tek tip değil okul hayatında olduğu gibi.
Bazıları dağıtıyorlar saçı başı iyi, doğru bir şeyler yapabilmek için hem kendi, hem de yaşadığı, ekmeğini yediği vatanı adına,
Bazıları da sadece üfürüyorlar,
Kan emmedikleri zamanlarında.
Ben üfüren kenelerde tanıdım,
Kanı emilenlerde.
Üfüren kene olma şansımda vardı,
Kanı emilende.
Kanı emilen olmayı tercih ettim.
Kendi başıma, kendi ayaklarım üstünde durmak bana daha cazip geldi,
Bedeli ne olursa olsun.
Kan benim, kanı üretende benim, kanın sahibi de.
Ama zengin, ama fakir,
Hayatımın patronu olmayı tercih ettim işin başında.
Kan emerek yaşayan beleşine yaşam yüzsüzü kenelerin yaşamlarına,
Yaşam içinde yaptıklarına, yapmadıklarına bakınca,
Yaşamın bu ilk bölümünün sonuna geldiğimde,
Ne kadar doğru bir karar vermişim kendi adıma diye,
Sevinçle öpüyorum kendimi iki yanağımdan şimdilerde.
Ödediğim ve de ödemeye devam ettiğim bedellerde,
Uykularımı bile kaçırmıyorlar artık.
Bedellerle değil, yaptığın ettiğin doğru işlerle yazılıyor yaşam öyküleri.
Ki, yaşamın öyküsünü de öldükten sonra arkandan yazıyor insanlar.
Anlattıklarına, söylediklerine değil, yaptıklarına bakarak.
Ve de,
Yaşamın bu ikinci yarısına başlamadan evvel,
Bir o kadar da sevinçliğim,
Ne kadar güzel insanlar varmış meğersem yaşamın içinde bu güne kadar adını bilmediğim,
Yüzünü görmediğim.
Şahane bir ikinci yarı yaşayacağım kalan ömrüm içinde, o kesin. Garantisini bir kez daha aldım şu kısacık sürede.
Güzeller güzelleri illaki buluyor bir gün bir yerde.
Çirkinlerde çirkinleri.
Güzeller güzellerle karşılaştıkça çoğalıyorlar. İnsanlar güzeli seviyor çünkü.
Çoğaldıkça, keyiflerse artıyor yaşam içinde atılan adımların her birinde.
Çirkinlerde yalnızlaşmamak için daha da sarılıyorlar bir birlerine.
Kendi çirkinliklerini laf ebeliği ve ukalalık ile makyajlayıp, güzel görünmeye çalışıyorlar,
Güzellerin bir arada yaşadıkları keyiflere özendikçe.
Ki,
Mümkündür çirkininde bir gün güzelleşebileceği.
Aklı varsa.
Yüreği varsa.
Güzel oldun mu, çirkine bile açabiliyorsun gönül kapını.
Güzel olmanın en güzel yanı da bu.
Çirkinlerse, ememediği güzeli zaten reddederken,
Kalıveriyorlar ortalıkta dımdızlak kendi gibi diğer çirkinlerle kucak kucağa.
Hatalar diz boyu hepimizde.
Kim bilir ne hatalar yapacağız daha.
Hatalarla çirkinleşmiyor insanlar.
Hatalardan alınan derslerle daha da güzelleşip, daha da gelişiyoruz kendi özümüzde.
Eğer ki,
Kimsenin kanını emmediğin müddetçe,
Kimseyi kendine baston,
Basamak yapmadığın müddetçe,
Birey olarak keyfimiz kıyak, kendi yaşantımız içinde,
Güzel güzel yaşayıp gidiyoruz bu çok güzel hayatın içinde.
Beleşe kaliteli yaşam hırsızı kenelerden sakınınız diyorum.
Boşuna vakit kaybı,
Boşuna enerjide.
Aslında sayılarımız çok fazla beleşe kaliteli yaşam hırsızlarına nazaran.
Aslında gücümüzde çok fazla onlara nazaran.
Tek eksiğimiz,
Bıkmışız sanki.
Ümitleri de yitirmişiz sanki.
Dağılmışız oraya buraya sanki.
Olmaz bu saatten sonraya sığınmış, yanlamışız sanki.
Bal gibi olur.
Bu kadar güzel, akıllı, eğitimli insanlarla bal gibi olur.
Tek yapmamız gereken, çirkinlerin yapmadıkları yapmak.
Tek yapmamamız gereken, çirkinlerin yaptıklarını yapmamak.
Var ya,
On yüz olur, yüzse bin.
Bini bulursak güvende gelince insanlara oluruz yüz bin, milyon.
Ne işe yarar?
Çok işe yarar.
Memleketin topallayan bacağına baston oluruz.
Kangrene engel oluruz.
Bu yazı bu konuda ki, Atatürk isminin marka olarak tesciline ait konudaki son yazım.
Bundan sonrasında tüm arkadaşlarımla beraber bu işi yurt içinde ve yurt dışında çalışarak, uzmanlardan yardımlar isteyerek çözmek için uğraşacağız.
Gelinen her bir etabı da ara raporlarla duyuracağım sizlere.
Sizlerde isterseniz buyurun katılınız.
Mutlaka bir faydanız olur bir yerinde.
Bizlerde sizler kadar amatörüz bu konuda, birkaç haftalığız bu meslekte.
Bir gün satır aralarına sıkıştırılmış bir haber gördüm gazetelerde,
Araştırdım doğru mu diye,
Doğruymuş,
Bir yazı yazdım haftalar evvel ve de geldik hep beraber bu günlere.
Çok güzel insanlar sayesinde.
Ve de,
Beleşe kaliteli yaşam hırsızı çirkin kenelere rağmen.
Patrona şükür ki,
Ağzı bozduk, terbiyede cozuttuk, bozduk cozuttuk amma, kanı bozmadan yırttık yine.
Yarın akşam,
Aşka meşke,
Önemli konularla,
Artık nelerse onlarla devam sazlı sözlü hayata.
Ki,
Kafaya taktığım çok konu varken,
Birikti durdu şu marka işine bulaşan densizler yüzünden.
Misal,
Keneler aşık olur mu?
İki kene bir birine aşık olsa,
Aranan kan bulunur mu? konusu çok cazip geliyor şu sıralarda.
Aşık zamanla keneleşir mi?
Keneleşmiş aşık sevilir mi?
Aşık kene, kanını kurutur mu aşkının?
Kenelerin aşkı ha…
Breh breh…
Olur mu,
Olur.
Hele bu kadar çok kenenin olduğu,
Bu memlekette…
23.01.2012
Ankara’yı çirkinleştirme komitesi falan var da, bizim haberimiz mi yok acaba?

Özensiz, demode, çağın gerisine düşmüş, komünist bir ülkenin asık suratlı şehrine dönüşme yolunda hızla ilerliyor başkent.

İnsanın içini açan, yüzünü güldüren hiçbir iz kalmamış neredeyse eski çağdaş, şık, güzel, güler yüzlü, şıkırtılı Ankara’dan.

Tatlı bir keyif veren anılarla bile yaşamak zorlaşıyor her geçen gün Ankara’da.

Ki,

Kimseler diyemez ki iktidarın desteğini almıyor, sanki muhalefete ait bir belediye gibi.

Bal gibi alıyor.

Ayrıca yapılanların ucuzluğu, fonksiyonlarda değil.

Yapmış metrosunu, yapmış raylı sistemini, yapmış alt üst geçitleri, koymuş şehir mobilyalarını,

Yapmış etmiş koymuş da,

Zevksizlik had safhada.

Özensizlik de öyle.

Bir şehrin suratına bakınca, o şehrin yöneticilerinin yüzlerini de pat diye görürsün.

O şehrin insanlarına bakınca da yaşadıkları şehirde ne kadar mutlular yine görürsün.

Demeyin ki biz bu yönetime oy vermedik. Verenlerin suçu.

Demek sizler azınlıksınız, o yüzden şehrin yüzünü de temsil edemezsiniz demek ki genel anlamda.

Ki,

İstanbul’da da oy vermedi aynı azınlık şu anki şehir yöneticilerine,

Ama müthiş, şahane diyemesek de,

İnsanın gözünü tırmalamıyor, hatta bazen okşuyor bile kullanıma açılan fonksiyonların estetik çizgileri.

İstanbul başkadır da diyebilirsiniz, ki demeyin,

Gidin Kayseri’ye bakın mesela. Bir oradaki şehirleşmeye bakın, bir de Ankara’ya.

İkisi de iktidarın yönetiminde hem de.

Evet Kayseri Cumhurbaşkanının memleketi, yağmış paralar Kayseri’ye,

Evet de, paralar harcanırken estetik kaygılara düşülmüş belli,

Ve o paranın alabileceği en özenli raylılar, kaldırımlar, yollar, elektrik direkleri, vs. edinilmiş sonuç olarak.

Muhalefetin yönetiminde olan Eskişehir’e de bakın bu arada. Müthiş son beş on yılda şehrin kat ettiği mesafe estetik ve de insanları mutlu etmek adına.

Ankara ise bir felaket.

Nedir o metronun çirkinliği,

Nedir o raylı vagonlarının beterliği,

Nedir o kaldırımların yamuk yumukluğu, bakımsızlığı,

Nedir o parkların sevimsizliği.

Aynı Ankara, İstanbul’a örnek olurdu otuz kırk sene evvel.

İstanbul’dan Ankara’ya gelenler hayran kalırlardı yolları, kaldırımları, parkları görünce,

Şimdi durum tersine döndü.

Ve ara öyle bir açılmış ki, insan üzülüyor Ankara’da oturan ama zevk sahibi insanlar adına.

Azınlıkta kalmış olsalar da,

Estetik güzelliğin insanın ruhunu okşayan coşkusundan mahrum olmak çok ağır bir işkence,

Hiç fark etmeden zaman içinde yavaş yavaş acısını hissedeceğiniz.

Ariskotrasiden mahrum kalmış ülkelerin makus kaderidir bu.

Kaliteli, şık, estetik yönü güçlü yaşamın köklerine sahip en az beş on semt, en az birkaç bin aile ile harmanlanmazsa bir ülke,

Estetikte üst sınırı tayin edecek parametrelere de sahip değil demektir estetik kalitesi yüksek yaşam adına..

Aristokrasinin ve aristokrasiye hizmet eden dizaynırların olmadığı toplumlarda ölçü, ölçüsüzlük olur ki,

Ölçüsüzlüğün idaresini ele geçiren kitlenin insafına ve zevkine ve kültürüne teslim olur toplumun tamamı.

Arsitokrasi derken sosyeteyi kastetmiyorum.

Sosyete başka bir şey, aristokrat olmak başka.

Ki,

Bizde sosyete tabirinin karşılığı aile sayısı yüzü geçmezken, kime sorsan sosyete.

Para çokluğu üstüne yakıştırma değildir ve yapışmaz gerçek sosyete.

O da ayrı bir kültür birikimi gerektirir, en az üç beş kuşaklık.

Bu ülkede aristokrasi yüz yıl evvel silinip gidince,

Yani aritokrasiyi temsil eden saray ve saraya bağlı aileler, yapılar, kurumlar, muhalefette kalanlar,

Ve de aristokratlara hizmet eden insanlar,

Ve de aristokrotlara üretim yapan ustalar, kalfalar, çıraklar,

Kalite ve estetik yönünden geriye dönüşü olmayan bir noktaya doğru da adım atmış olduk milletçek.

Her ne kadar Atatürk aradaki açığı kendi olağanüstü zevki ile örnek teşkil ederek kapamaya çalışmışsa da,

Tek başına ve o kadar kökten kalite ve zevk mahrumlarıyla bu kadar olabildik, buralara gelebildik ancak.

Aristokrasiyi ortadan yok etmenin sonuçlarını yüzyıl sonra alıyor toplumlar.

O yüzden batılı, sarayları koruyor.

Üst sınırlara semboldür saraylar o memleketlerde.

Ki,

Korurken de sembolik yapıya ait getirinin keyfini yaşıyorlar bugün bile çünkü sarayla dinin arasında bir ilgi yok bizim halifelik zırvalığı gibi.

Ayrıca saray, memleket idaresinde sadece bir sembol çünkü,

Orada halk kendi birey haklarını, kendi demokrasisinin sınırlarını verdikleri ülke içi mücadelelerle kendileri belirlemişler zamanında.

Kendilerine gerekli olan fonksiyonlar için korumuşlar sadece sarayı.

Bu fonksiyonlardan birinin adı da aristokrasidir.

Aristokrasiyi aşiret, ağadan oğula, başkandan yeğenine diye algılayanların yaptıklarıyla ilgili sonuçları da, Ankara’yı ziyaret ettiğiniz an çıkıveriyor karşınıza.

Ankara şehrini yönetenlerin fonksiyon dizayn ilişkisindeki geçmişten gelen ve de geleceğe yönelik kök kültür, kök estetik, kök çağdaşlık ve vizyon seviyeleri nedir mesela?

Hangi eğitimlerden geçmişlerdir bir metro vagonunun seçimini yapacak cesareti kendilerinde bulmadan evvel?

Kime sormuşlardır neleri? Sormuşlar mıdır acaba?

Bir şehre insanların uzun vadeli kullanılacakları bir fonksiyonu yerleştirmek hem teknoloji, hem vizyon, hem de dizayn anlamında çok büyük bir sorumluluktur.

Milyonların mutluluğu bir renkte saklanır bazen.

Bazen bir minik desende.

Bazen bir küçük ışıkta.

Ağır sorumluluktur bu görevleri yerine getirmeye talip olmak.

Ancak,

Cahiller cüretkar oldukları için, ben yaparım, biz yaparız diye atlarlar her işin üstüne,

Sonrasında, ortaya Ankara gibi gittikçe zevksizleşip, insanı bir an evvel terk etmek arzusuyla yaşatan bir şehir çıkartırlar ortaya.

Ki,

Aynı şehrin parklarında, yollarında yürümeye doyamazken otur kırk sene evveline kadar.

Ki,

O günde aristokratlar yoktu bu ülkede.

Ancak insana, bireye saygı vardı.

Ki,

O saygının yerinde yeller eserdi o yıllar içinde İstanbul’da ve o yüzden canım köşkler bile Karadenizli müteahhitlerin ellerinde heba olup gittiler.

Şimdi rüzgar tam tersinden esiyor.

İstanbul’da ve bir çok kentte saygı başladı insana karşı.

Az olabilir, başında olabilir ama bu saygıyı şehirleri gezerken hissediyor insan.

Eğer ki, iktidarla yerel yönetimlerin arasında duygusal bağ kurmuyorsan, yapılanları beğenmemek için çok bağnaz olmak gerekir, hele İstanbul’da.

Ankara’daysa insana saygı kalmamış.

Birey Ankara’da gürüha dönüştürülmüş.

Ve de güruhun güdülmeye karşı duyarsızlığı da meydanı boş bırakmış zevksiz cahillere.

İstanbul’un geçmişine aşığım o kesin,

Amma yeniden yapılanan yeni İstanbul’u da beğeniyorum.

Kolaylaşıyor yaşam her geçen gün istanbul’da. Bireye saygı seviyesi artıyor her geçen gün.

Trafik beter diyenlere de, haklısınız, saatlerce o arabanın içinde tıkılı kalmak hoş değil mutlaka,

O yüzden metroya binin, raylıya binin, otobüse de binin diyorum hep.

Hem çok pratik, hem estetik, hem ucuz, hem hızlı, hem konforlu, hem de insanlarla iç içe, omuz omuza çok keyifli oradan oraya gitmek artık İstanbul’da.

Bedava tiyatro gibi de.

Ankara’dan dönerken otobüsün penceresinden bembeyaz ovalara, dağlara bakıyorum saatlerdir.

Müthiş manzaralar.

Hani durdursan da otobüsü, yuvarlansak içinde karların azıcık diyesim geliyor şöföre.

Bu denli güzelliğe rağmen,

Siyah gri, yaşam ışığını yitirmiş zevksizliğin izleriyse hala gözlerimin önünde, ruhumun içinde.

Gerede dağlarında üzerine güneş vurmuş pırıl pırıl karın güzelliği bile,

Silip süpüremedi siyah gri renklerle kirlenmiş içimi hala.

Ankara’da yaşayanlara Patron yardım etsin diyorum.

İşleri çok zor.

Eğer ki farkındaysalar şehrin halini. Ki, farkında olanlar fırtmışlar merkezden, gitmişler şehrin dışındaki sitelere.

Ki, o sitelerde yaşamak Ankara’da yaşamak değil benim görüşüm. İstanbul’un civarında yaşayanlar da İstanbul’da yaşıyoruz diyorlar, ama oraları da İstanbul değil.

Çekirdeğine bakacaksın şehrin, banliyölerine değil.

İstanbul kopuyor bu ülkeden deniyor. Ne İstanbul, ne de diğer kentler değil,

Ankara kopuyor bu ülkeden.

Her şehir güzelleşme yolunda kocaman devasa adımlar atarken Anadolu’da,

Başkentse yıkılıp tekrar yapılmayı bekleyen,

Bahtsız, metruk, sahipsiz bir bina gibi.

Kapısı var, bacası var, penceresi var,

Var amma,

Yaşanılası değil,

İnsana saygıya ve sevgiye önem veren bir insansan.

Başkent insana saygı duymuyor. Hiç de sevmiyor insanlarını.

Galiba bu memleketin insanları da çaktılar artık bu durumu iyice,

İnsanlar da başkente saygı duymuyorlar artık sanki.

Zamanında başkent iplemedi kendinden gayri bu ülkede yaşayan insanların tümünü ve yaşadıkları şehirleri, kasabaları ve köyleri,

Ehh normal, geçince üstünden bir iki kuşak şimdi de o devrin insanları da iplemiyorlar,

Başkentlerini.

İplemeyenlerin arasında, şimdilerde şehri yöneten yani,

Zamanında iplenmeyenlerin arasına doğmuş, büyümüş, okula gitmişler de dahil.

Ekerken biçemezsin zor olur,

Ama,

Biçerken ekebilirsin bazı durumlarda.

Şimdi ekerken,

Biçiyorlar yöneticiler Ankara’yı.

Sevimsiz,

Ayrık otu kıvamında ekiyorlar,

Zamanının güzelim başkentini de bir güzel biçiyorlar göz göre göre.

Üst sınır olmayınca,

Alttakiler kendileri belirliyorlar,

Üstü temsil etmesi gereken üste ait kaliteli yaşamın sınırlarını.

Yaptıkları çalışmalar da,

Çirkinlikleri sevimli gösterme çabasından öteye,

Geçemiyor.

Ülke zaten yandan giderken,

Ankara’da kaderine doğru iyice yanlıyor.

Kalmış geriye bir tek devletin kurumları.

Onları da çekersen,

Bozkırdaki yuvalarla, yuvalarda yaşayanlar,

İyice öksüzleşecekler.

Kalacak geriye yüzlerle şahane anı, benim de içimde çok yer etmiş olan, o kadar.

Bütün ülke kendi kapısının önünü süpürürken,

Ankara, birileri gelsin de kapısının önü süpürülsün diye bekliyor.

Bence daha çok bekleyecek gibi.

Devlet ana, devlet baba bir yüzyıla yakın inletince Anadolu’yu, Anadolu insanını,

Bürokratların efelenmeleri ve devletin gücüyle gelen böbürlenmelerle,

Anadolu’da, Anadolu insanı da çok kızmış, hiç sevmemiş belli ki Ankara’yı.

Ne zaman ki devlete muhtaç olmadan var olunca yaşamları içinde, gelmiş, almış bile intikamını.

Ki,

Taşı toprağı altın dedikleri İstanbul’a bile sahip çıkarken, onlara ekmek kazandıran şehre başka şehirlerden göçmelerine rağmen sahiplenirken,

Ankara’ya sırtını çoktan dönmüş Anadolu’nun insanları.

İnsanlar güzel şeylere layıktır.

İnsanlar güzeli sever.

Ankara’da yaşam bundan sonra zor.

Ankaralılarınsa işi çok daha zor.

O yüzden,

İstanbul’da yaşıyor Ankaralılar, Ankara’yı sevenler.

İçleri kaldırmıyor her halde ve de güzele koşuyorlar her insan gibi.

Güzel Ankara’lılar,

Çirkinleşen Ankara’yı kaderine terk etmişler, etmeye de devam ediyorlar.

İçleri burulsa bile…

22.01.2012
Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar bir ülke, bu ülkede de cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği savunan çok iyi kalpli insanlar varmış.

Bu insanlar çok idealistlermiş de.

O kadar idealistlermiş ki, bu kadar idealist olunurmuş yani.

İdealist olan bu insanlar çok çalışkanlarmış, hep çalışırlarmış.

Durmadan çalışır, ülkeleri daha da medeni bir seviyeye yükselsin diye uğraşıp didinir,

Ülkeleri kurulurken yapılan devrimleri,

Ülkelerini kuran, milleti esaretten, kulluktan kurtaran insanları hep korur hep savunur,

Sabah akşam ülkeleri için durmadan saçlarını başlarını dağıta dağıta çalışırlarmış.

Her masalda, olduğu gibi bu masalda da kötü adamlar varmış.

Bu kötü adamlar, ülkenin kurulduğu gün ki devrimlere karşı çıkarlar,

Ülkeyi kuran insanları sevmezler, onları yok etmek için uğraşırlarmış.

Ama eski zamanlarda kötü insanlar bu emellerini hiç bir zaman gerçekleştiremezlermiş.

Çünkü kötü adamlar çok tembellermiş.

O kadar tembellemiş ki, bu kadar tembel olunurmuş o zamanlar ancak yani.

O yüzden iyi kalpli idealist insanlar hiç zorlanmazlar,

Ülkelerinde refah içinde, mutluluk içinde yaşar giderlermiş.

O kadar refah, o kadar mutluluk içinde yaşarlarmış ki, bu kadar olurmuş ancak.

Gel zaman git zaman,

Bir gün kötü adamlar demişler ki,

‘Bu böyle tembellikle olmuyor, bak nasıl çalışıyor iyi kalpli idealist insanlar, hadi bizde çalışalım’ demişler.

Başlamışlar çalışmaya.

Demişler ki, önce devrimlerle kazanılanları yok edelim.

Başlamışlar yok etmeğe.

Bir o devrimi didiklemişler,

Bir bu devrimi çimdiklemişler,

Bir şu devrimi al aşağı etmişler.

Kötü adamlar yine demişler ki, bu devrimleri yapanları da yok edersek, ne devrim kalır, ne de devrimciler de demişler.

Bunu gören iyi kalpli idealist insanlar çok kızmışlar.

‘Olur mu böyle şey’ demişler,

‘Kimse bizim devrimlerimize dokunamaz’ demişler,

‘Hatta bizim devrimcilerimize de dokunamazlar bir kere’ demişler.

Hatta,

İşaret parmaklarını ileriye doğru uzatıp, kötü adamlara doğru aşağıya yukarıya sallamaya da başlamışlar, hatta,

‘Hımmm’ da demişler, gösteririz size bak anlamında.

Hatta o kadar güzel bir ‘hımmm’ demişler ki, bu kadar güzel bir ‘hımmm’ olurmuş yani.

Kötü adamlar bu ‘hımmm’ı görünce çok korkmuşlar. Çok çok korkmuşlar.

O kadar çok korkmuşlar ki, bu kadar çok korkulurmuş yani.

Gel zaman git zaman,

Kötü adamların aklına bir şey gelmiş.

Demişler ki, biz bu devrimleri orasından burasından didiklerken,

Ülkeyi kuran devrimcileri de al aşağı edelim, hatta isimlerinden don yapalım,

Kıçımızın altına bez de yapalım demişler.

İyi kalpli idealist çalışkan insanlar bunu duyunca çok çok kızmışlar,

Çok çok alınmışlar,

Çok çok çok gerilmişler,

‘Olmaz öyle şey, biz varken siz bunlara izin vereceğimizi mi zannettiniz’ demişler.

O kadar güzel zannetmişler ki, bu kadar çok zannedilirmiş yani.

İyi kalpli idealist çalışkan insanlar,

Hemen işaret parmaklarını ileriye doğru uzatarak kötü adamlara doğru sallayıp hemen,

‘Hımmm’ demişler.

O kadar güzel sallamışlar ki parmaklarını, bu kadar güzel sallanırmış yani.

Gel zaman git zaman,

Kötü adamlar ülkede ki her şeyi ele geçirmişler.

Her şeyi bildikleri gibi yönetmeye başlamışlar.

Ülke kurulurken yapılan tüm devrimler artık geçersiz olmaya başlamış.

Ülke bambaşka bir ülke olmak üzereymiş.

Bunun üzerine iyi kalpli idealist çalışkan insanlar çok çok içerlemişler bu duruma.

Örgütlenerek ülkeye yeniden sahiplenmeye, yönetimi yeniden ele almaya karar vermişler.

Hemen bir parti kurmuşlar.

Partinin amblemi, ileriye doğru aşağıya yukarıya sallanan işaret parmağı olmuş.

Partinin adını da, ‘Hımmm Partisi’ koymuşlar.

Bütün iyi kalpli idealist çalışkan insanlar hemen ‘Hımmm Partisi’nin çatısı altında toplanmaya başlamışlar.

Hatta sokaklarda kötü adamları görünce, hep işaret parmaklarını kötü adamlara doğru aşağıya yukarıya sallayıp,

‘Hımmm’ demişler.

‘Hımmm’ yürüyüşleri düzenlemişler.

Milyonlarca iyi kalpli idealist çalışkan insan, caddelerde omuz omuza yürümüşler ve hep beraber ‘hımmm’ demişler.

O kadar güzel yürümüşler ki, bu kadar güzel yürünürmüş yani.

Kötü adamlar çok daha korkmuşlar iyi kalpli idealist insanlardan.

O kadar çok korkmuşlar ki, bu kadar çok korkulurmuş yani.

Kötü adamların aklına bir kötülük daha gelmiş,

Demişler ki, bu ülkede kimse istediğini diyemesin, kimse istediğini yazamasın eğer ki bizi övmüyorsa,

Eğer ki bizi tenkit ediyorsa.

Bu sefer yer yerinden oynamış ülkede.

Bu ülkenin iyi kalpli idealist çalışkan insanları bu sefer sinirden iyice çıldırmışlar,

Parti başkanı çıkmış televizyon kameralarının karşısına,

Cesurca uzatmış işaret parmağını ileriye doğru,

İyice sallamış aşağıya yukarıya,

Peşinden hiç sakınmamış lafını,

‘Hımmm’ demiş, yapıştırmış lafını.

O kadar güzel yapıştırmış ki, bu kadar güzel yapıştırılırmış yani.

Kötü adamlar çok ama çok çok korkmuşlar bu sefer.

Korkularından onları tenkit eden tüm gazeteleri, televizyonları satın almışlar hemen.

O kadar güzel satın almışlar ki, bu kadar güzel satın alınırmış yani.

Kötü adamlar korkularından ne yapacaklarını bilemez hale geldikçe,

‘Hımmm Partisi’de iyice sıvamış kollarını,

Bu sefer sadece işaret parmaklarını değil, kollarını bile sallamaya başlamışlar aşağıya yukarıya doğru kötü adamlara,

Hep beraber ‘hımmm’ derlerken.

Kötü adamlar kaçacak delik aramaya başlamışlar artık.

O kadar delik aramışlar ki, bu kadar delik aranırmış yani.

Hımmm Partisinin bu çok etkili ‘hımmm’ politikaları zamanla iyice yayılmış, yaygınlaşmış.

İyi kalpli idealist insanlar ülkede ne zaman ters giden bir şey olsa,

Evlerinde, iş yerlerinde, sokaklarda, düğün derneklerde,

Barlarda, meyhanelerde, klüplerde,

Yataklarda, duşlarda, tuvaletlerde,

Feysbularda, her yerlerde,

Hep ‘hımmm’ der olmuşlar kötü adamlara.

O kadar güzel ‘hımmm’ demişler ki, bu kadar güzel ‘hımmm’ denilirmiş yani.

Gel zaman git zaman,

Kötü adamlar bir gün kendi ordularını kurmaya karar vermişler.

Kendi ordularını kurup, ülkenin güvenliğini kendileri sağlamaya karar vermişler.

Bunu duyunca ‘Hımmm Partisi’ hemen genel kurullarını toplamış,

Genel kurul saatlerce toplanmış ve de yüzlerce gazetecinin önünde kararlarını açıklamışlar ve de tüm parti yöneticileri,

İşaret parmaklarını aşağıya yukarıya hareket ettirip,

Kötü adamlara çok sert bakışlar attıktan sonra,

‘Hımmm’ demişler.

Hatta, bir ‘hımmm’ daha bile demişler.

Kötü adamlar o kadar korkmuşlar ki, korkularından yataklarının altına saklanmışlar.

Madem ki ordu kurumayacağız korkudan, bari ülkenin ordusu bizim olsun demişler.

İyi kalpli idealist insanlar bunu da kabul etmemişler,

Artık çileden çıkmışlar,

Durmadan ‘hımmm’ der olmuşlar.

Herşeye ‘hımmm’ demişler.

Kovmuşlar kötü adamları ülkelerinden.

Hep ‘hımmm’ demişler,

Her ‘hımmm’ da işaret parmaklarını bir aşağıya bir yukarıya hep sallamışlar,

Kötü adamların gözlerine gözlerine sokmuşlar,

O kadar güzel sokmuşlar ki, bu kadar güzel sokulurmuş yani.

Kötü adamlar sonunda pes etmişler.

Ülkeden gitmeye karar vermişler.

Gazete, televizyon, ordu, devrim, devrimciler, ne var ne yoksa almışlar gitmişler iyi kalpli idealist çalışkan insanların ülkesinden.

İyi kalpli idealist insanlarda sonunda çok rahat etmişler.

İleriye doğru uzatırken aşağıya yukarıya hareket ettirdikleri işaret parmakları ile kalmışlar başbaşa.

Artık mutlularmış.

Zafer işaret parmaklarının olmuş.

İşaret parmaklarıda mutluymuş, mesutmuş artık.

İşaret parmakları mutluluklarının sembölü olmuş artık iyi kalpli idealist çalışkan insanların.

Bir aşağı bir yukarı hareket ettirirken,

Mutluluk içinde,

Hep ‘hımmm’ der olmuşlar.

Bir parmakla bir hımmm la,

Ne gibi zaferler kazanılacağını da ispat etmişler tüm insanlığa.

İyi kalpli idealist insanlar, kötü kalpli insanları,

Parmaklayanparmaklarıylaparmaklayarak,

Kazanmışlar zaferlerini.

Devrimleri, devrimcileri, gazeteleri, televizyonları, özgürlükleri, orduları, hakları, hukukları elden gitmiş olsa bile,

Zaferlerinin sembolü,

Aşağı yukarı doğru sallanan parmakları ellerinde kalmış hep.

Ülkeleri için kahramanca verirken mücadelelerini,

Bası bası vermişler klavyelerinin tuşlarına ellerinde kalan en önemli değerleri muhteşem parmaklarıyla.

Mutlu mesut yaşamış, mutlu mesut ölmüşler bir gün.

Destanlar yazmışlar her bir yere,

Nasıl yendiler kötü adamları,

Deste deste, düzinelerce,

Kahraman, vatansever,

İyi kalpli idealist insanların sembolü,

Zafer abidesi,

Parmaklarıyla,

Klavyelerinin üstünde,

Feysbukularında var olan,

Vatanlarının,

Sathında.

21.01.2012
Yarın, cumartesi sabahı komşumu, Atatürk’ü ziyarete gidiyoruz hep beraber.
Ben bir buçuk yaşımdayken taşınmışız Turgut Reis Caddesindeki bir apartmanın dördüncü katına.
Önümüzde iki katlı evler, arkasında bir tepe, tepenin üstünde Anıtkabir.
Salondan ve anne baba yatak odasının penceresinden bakınca dışarı,
Anıtkabir tam karşımızda.
On sekiz yaşımda İstanbul aşkı beni yiyip bitirince iyice,
Topladım tası tarağı,
Kesin dönüş yaptım İstanbul’a.
Demek ki,
On sekiz yaşıma kadar Anıtkabir’i seyrederek geçti yıllarım. Sadece seyrederek mi, seyretmekten çok daha fazlası benim için Anıtkabir.
Bir yanda okulda, diğer yandan,
Anne babam,
Anlatıyorlar,
Çok önemli Atatürk.
Müthiş biri, her şeyi yapmış etmiş bir ülke, bir millet için,
Hem de Cumhuriyet, hem de laik, demokrasiyle yönetilen bir devlet için.
Kahraman da, savaş kahramanı.
Gazi olmuş.
Millet Meclisini açmış.
Devrimler desen, dizi dizi.
Büyük bir önder, büyük bir devrimci.
Oralarda, yukarılarda bir yerlerde, çok büyük bir adam.
Gerçek ama bir efsane gibi.
Bana, benim çocuk halime göreyse, bizim komşu.
Evi var karşı tepenin üstünde,
Sabah akşam, her an göz göze geliyoruz eviyle.
Bir de,
Çok iyi bir insan, hep izin veriyor,
Bizim komşunun evinin bahçesi, Anıtkabir bizim mahallenin çocukları için oyun yeri.
Kar yağar, askerler ses etmez, çıkarız aslanlı yolun başına kadar,
Tahta uyduruk kızaklar, oradan yallah Tandoğan Meydanı’na kadar,
Ama ne kaymak.
Kar topu oynanır mesela tören meydanında, yollarında,
Çığlık çığlığa.
Nedense, kimse de çıkıp, çıkın buradan çocuklar demedi bir kez bile.
Askerlerin önünde dikilip,
Heykel gibi duran askeri güldürmece oynardık.
Bin türlü şaklabanlık, sonunda dayanamaz güler,
Güldüren de kazanır gazozu.
Çiçek toplardık kıvrıla kıvrıla çıkan yolda.
Mahalledeki kızla el ele yürüdük,
Yine aynı yolda.
Çaktırmadan koparıp gülü, vermiştim kıza.
Müzeyi gezerdik ha bire.
Ezbere bilirdik.
Kahve fincanı, ağızlığı, eldivenler,
Ne şık kıyafetler onlar.
Ben en çok golf pantolonlu takımını beğenirdim.
Kasketini de.
Bastonlar vardı.
Birinin sapı gümüş.
Samsun’a gittiği vapurun maketi.
Asker kıyafetleri, kılıcı.
Ona gelen hediyeler, o ülkeden bu ülkeden.
En çok ama en çok arabaları severdim.
Hele bir tanesini çok.
Dev gibiydi araba, o zamanki bana göre tabii ki.
Sessiz bir yer.
Sakin de.
Huzurluydu çok, çok vakurdu da,
Bizim komşu.
Okulda, evde anlatılanlarla benim bildiğim Atatürk farklıydı.
Yaptıkları tamam da,
Atatürk, bizden biriydi,
Bizim mahalleden biri.
Bazen çok büyük törenler olurdu,
Kalabalığın arasına karışır,
Tören meydanına gelirdim.
Çıkardım merdivenlerin yanındaki duvarın üstüne, seyrederdim.
Ne çok insan.
Şık şık giyinmişler.
Sessizce toplanır, zincir olurlar, mozolenin önünden sessizce,
Kimileri ağlayarak geçerlerdi.
Saygı duruşundan evvel borazan çalardı askerin biri.
Pırıl pırıl, kordonlar sarkar, çok hayran kalırdım o borazana.
Nasıl da çınlardı ses, yankılanır her tarafta.
Sonra herkes gider, sessizliğe bürünürdü her yer.
Bazı pazarlar babam ablamla beni alır, Anıtkabir’e götürürdü.
Tam aslanlı yolun başından bizim ev gözükür,
Orada dururuz, el sallarız anneme, o da balkondan,
Bizlere.
Bir an evvel oraya varıp bir an evvel el sallamak için koşar adım giderdim, önden.
Sıralama değişmez.
Önce mozole,
Sonra müze,
Sonra arabalar.
Tek tek bakılır, seyredilir sanki ilk kez görüyormuşuz gibi.
Tandoğan Meydanı önemliydi 80’ öncesi.
Mitingler, olaylar, kavga dövüşü bol bir yerdi.
Biz de karışırdık arada bir, daha genç irisiyken.
Farklı farklı siyasi görüşü olanlar girişirlerdi bir birlerine meydanda.
Kovalamaca Anıtkabir yolunun başına gelince, yavaşlar ve sakinleşirdi insanlar.
Ters bakmalar falan, ama kavga dururdu, Atatürk’e yaklaşılınca.
Bizim komşu böyle bir insandı, evinin bahçe yolu bile yeterdi en azılı, ellerinde sopalar taşlarla kafa göz dalan cengaverleri sakinleştirmeye.
Benim ilkokulum, Anıt tepenin tam yanı başında, Anıt Tepe ilkokulu.
Çok yakındı Anıt Kabir’e.
Sıra oluruz, tüm okul ha bire ziyarete giderdik bizim komşuya.
Uzaktan gelen öğrenciler benim kadar çok sık gelemedikleri için,
İsterdim ki bilmedikleri bir şey olsun,
Sorsunlar,
Hemen anlatayım, ezberde her şey.
Bizim komşuydu Atatürk.
O nedenle çok iyi tanışırız kendisiyle.
Ne kadar büyük kahramanlıklar yapmış, ne kadar büyük başarılar elde etmiş olsa da,
Benim için, bizim komşu Atatürk, hem de çok sevdiğim.
Çok sevdiğim komşum olarak da kaldı benim için.
Yarın sabah yine bizim komşuya gideceğim.
Ziyarete.
Bizim komşunun adını çalmaya çalışıyorlar,
Atatürk adını, bizlerden.
Hem yurt içinde, hem de yurt dışında.
Bir alay densizin, densizlikleri.
Bizler de, tüm arkadaşlar olmaz öyle şey dedik,
Alamazsınız da dedik, diyeceğiz, demeye de devam edeceğiz bu nevi densizlere.
Şimdi onu ziyaret edip,
Vermeyeceğiz adını, o bizlere ait, kimse de alamaz merak etme, sen rahat ve huzurlu ol,
Demeye gidiyoruz,
Atatürk’e.
Gelenlerin hepsine göre Atatürk’e,
Benim için bizim mahalledeki çok sevgili, saygıdeğer babacan büyüğüm, komşuma.
Bahçesinde oyunlar oynamama izin veren yakışıklı komşuma.
Mahalledeki kıza, bahçesinden çaktırmadan kopardığım gülü verdiğim, çiçeklerini bizler için, sevgi için, özgürlük için açtıran komşuya.
Atatürk amcaya gidiyorum yarın sabah yine.
Tanır kesin beni, büyüdüm biraz o kadar, gerisi yine aynı ben.
Anıtkabir’e doğru bu sefer tek başıma değil, kocaman, çok büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm mahallerinin çocuklarıyla birlikte yürüyeceğiz yarın sabah,
Bir tarafımız çok tatsız, çok sıkkınken,
Bir tarafımızsa yeniden kıpır kıpır, ümitlerle doluyken.
Hem de,
Tam da komşumu çok fena özlemişken,
Onu görmeye gidiyoruz yarın sabah.
Hem özlem gidermeye,
Hem de özür dilemeye.
Hem de kolları sıvadık yeniden,
İşin başındakiler yan çizince,
İş başa düştü,
Başka çaremiz kalmadı,
Hep bir çare olduğunu öğrettin, gösterdin bizlere,
Öğrendiklerimizi sana göstermeye,
Çoluğa çocuğa, torunlara, bu ülkenin geleceğine karşı mahcup olmaya hiç mi hiç niyetimiz yok demeye.
Daha çok, daha sık görüşeceğiz bundan sonra, açmayacağız arayı bir daha böyle,
Bakma sessiz kaldığımıza, biz bir anda çoğalırız, şaka gibiyizdir ama konu sense, konu ülkemizse hiç şakaya gelmeyiz, bir anda,
Çok oluruz,
Yol uzun, biliyoruz, ama çıktık artık bu yola, geriye dönüşümüz yok,
Diye de haber vermeye.
Haydi bakalım, uzun yolun başında,
Bütün mahallelerin çocukları yarın sabah,
Önce doğru,
Anıtkabir’e.

Anı defterine yazacağımız yazıyı sizlerle de paylaşmak isterim.
Atatürk’üm,
Yüce Türk Milletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oy birliği ile sana soyadı olarak verdiği ve Türk Milletinin sana yüreğinden seslendiği,
‘Atatürk’ adını,
Yerli ve yabancı Patent tüccarlarının elinde görmenin üzüntüsü içindeyiz.
Atatürk adını her harfi ile Layık ve ait olduğu yere, senin kurduğun ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin ve senin ifadenle Büyük Türk Milletinin bağrına iadesi için ilkelerin doğrultusunda yılmadan, azimle çalışacağız.
Bizler var olduğumuz müddetçe bir daha hiçbir kimse ve kurumun bu hataya düşmesine sessiz kalmayacağımıza ve bu hataya sebebiyet verenler hakkında suç duyurusunda bulunacağımıza , aziz hatırana sahip çıkacağımıza ,
söz veriyoruz!
Huzur içinde yat!.. Bizler, ilkelerinin ve devrimlerinin ışığında Cumhuriyetimizin her zaman ve her şartta bekçileri olarak kalacağız.
21 OCAK 2012

Hiç yorum yok: